- 630 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR ESİR ŞEHRİN YARASI
Çok kuvvetli bir ses duyuyorum. Uzaklardan geliyor ama bir o kadar da yakın. Bilincim sürekli gelgit yaşıyor. Bu yüzden çok üzerinde durmuyorum. Sert esen rüzgar vücudumun her zerresini yalayıp geçiyor. Anlıyorum ki dışardayım. Göz kapaklarımı kaldıramıyorum lakin zorluyorum epeyce. Sonunda başarıyorum. Hafifte olsa aralanıyor göz kapaklarım. Gözüme ilk taşlı bir yol çarpıyor. Gözlerimi biraz daha açmaya çabalıyorum. Çok geçmeden yan yatmış yıkık dökük binalar da gözbebeklerime ulaşıyor. Vücudumun uyuşukluğu yüzünden üzerinde yattığım yolun sertliğini hissedemiyorum. Parmaklarımı oynatmaya çalışıyorum ama uyuşukluğun etkisi bedenimdeki hakimiyetinden hiçbir şey kaybetmiyor, oynatamıyorum. Çok geçmeden az evvel aşina olduğum ses bir kez daha vücut buluyor semalarda. Bilincimin gelgitleri yüzünden ilk seferde ismini koyamadığım sesi şimdi tanıyorum ve bu farkındalık vücudumda gezen panik dalgalarının habercisi oluyor. Tüm bu karmaşıklığın içinden zihnim tek bir kelimeye odaklanıyor: Bomba!
Kendime telkinlerde bulunmaya kalmadan çığlıklara karışan ayak sesleri duyuyorum. Bağırarak koşan bedenler... Güç bela kendimi yattığım yerden kaldırıyorum. Bedenimdeki uyuşukluğun geçmesi için kısa bir süre bekliyorum oturduğum yerde. Toparlandığıma inandığım bir anda ayağa kalkıyorum. Çıplak ayağıma batan taşlar canımı acıtıyor, bu sayede uyuşukluk bedenimden daha çabuk sıyrılıyor. Hemen etrafımı tarıyorum, nerede olduğumu çıkarmaya calışıyorum ama nafile! Burayı hiç bilmiyorum. Gözlerim kaçışan insanlarda takılı kalıyor bir süre. Ellerinde sopaları yaşlı insanlar, kucaklarında henüz birkaç ayını doldurmuş bebekleriyle anneler ve onların ellerinden sıkı sıkı tutmuş adamlar, birçoğunun elinde üzerinde siyah, beyaz ve yeşil renkli kalın çizgiler ve bu çizgileri birleştiren büyük kırmızı bir üçgen bulunduran bayraklar, dillerinde ise bana uğultu şeklinde ulaşan hep aynı kelimeler, bunca insanların arasında kaçmaya çalışan her yaştan çocuklar... Hepsi de bombanın patladığı yerin tersi istikametinde koşuyorlar. Hafif bir silkelenmeden sonra bende onlara ayak uyduruyorum ve kalabalığa karışıyorum. Az önce kulağıma uğultu şeklinde gelen sesler kalabalığın arasına girmemle yeni yeni netliğe kavuşuyor. Yaşlı, genç, çoluk çocuk.. hepsinin dudaklarından haykırış niteliğinde tek bir kelime çıkıyor ve kalabalığı yararak göğe yükseliyor: Allahu Ekber.
Yeni bir bombanın patlamasıyla kalabalığın sesi daha da şiddetleniyor, tüm sesler tek vücut oluyor. Ama ben hemen yanımda koşmaya çalışan çocuğun dudaklarından dökülen kelimeleri seçebiliyorum. "Ümmun, Ümmun saadnii min fadlik!"
Çocuğun söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum. Bu kelimeler, bu sesler, bu yer hepsi bana yabancı. Çocuğun bedeninde dolaşan korku usul usul benim bedenimi de ele geçiriyor. Şimdi ikimiz de aynı duyguya ortak oluyoruz. Çocuk gözleriyle sürekli kalabalığı tarıyor. Her defasında amacına ulaşamayan gözbebeklerini umutsuza yere dikiyor ve ağlaması daha da şiddetleniyor. Elim istemsizce cocuğun minik elini kavrıyor, ve hapsediyor kendisine. Çocuk umut dolu bakışlarını yerden kaldırıyor ve bu sefer gözlerime dikiyor yaşla dolu masmavi gözlerini, umut yerini şaşkınlığa bırakarak. Dudaklarıma bu yerde çok eğreti duran bir tebessüm konduruyorum ve karşımdaki maviliklerin en derinine bakıyorum. Çocuk sanki bundan güç almış gibi içine derin bir nefes çekiyor ve elimin içindeki parmaklarını daha da sıkıyor. Ardından o da dudaklarına tıpkı benimki gibi bir tebessüm bırakıyor. Hiçbir şey söylemeden, birbirimizin kim olduğunu dahi bilmeden, fakat aynı duyguları paylaştığımızdan emin olarak koşmaya devam ediyoruz. Bombalar ardında yeni birer yıkım bırakarak durmak bilmeksizin patlıyor. Nereye koştuğumu bilmiyorum ama koşuyorum. Bir an, göreceğim manzaradan habersiz arkama bakıyorum. Gözlerim gördüğü manzarayı reddedercesine indiriyor kapaklarını, kenetliyor birbirine. Sımsıkı kapatıyorum gözlerimi tâ ki üzerimdeki şaşkınlık kılıfından kurtulana dek. Bir iki saniyenin ardından açıyorum gözlerimi ve yalancı cesaretle incelemeye başlıyorum. Her yerden siyah dumanlar yükseliyor arşa. Her yerde yerle bir olmuş binalar. En acı olanı ise son görevlerini yerine getirerek ruhlarını Hakk’a teslim etmiş bedenler... Her yerde çağlar boyu çağlayacak yara izleri; bir esir şehrin yarası... El parmaklarımın sıkılmasıyla gözlerimden yüreğime yol çizmiş acı görüntülerden ancak kurtuluyorum ve yanımdaki çocuğun masum yüzüne kaydırıyorum müşfik bakışlarımı. Gözlerimi bir çift mavi meraklı, endişeli göz karşılayınca farkediyorum, koşmayı bırakıp öylece dikildiğimi. Bu tuhaf atmosferden kurtulup yere, dizlerimin üzerine çöküyorum. Ardından çocuğun ellerini ellerimin arasına alıp dudaklarıma götürüyorum ve küçük bir öpücük konduruyorum minik ellere. Birbirimizi anlamasak da hareketlerimle herşeyin iyi olacağını, korkmaması gerektiğini, tüm bu kötü şeylerin mutlu sonla biten bir hikaye gibi mutlu sonla biteceğini anlatmaya calışıyorum. Gözbebeklerinin ışıltıları değiyor gözlerime, içten içe mutlu oluyorum. Cehennemin yansıması bu yerde yegane iletişim aracımızı başarıyla kullanmanın gururu okşuyor tenimi.
Çok geçmeden kulakları tırmalayan o iğrenç sesin dalgaları vuruyor bedenimize. Ya da ben sadece bunun olduğunu sanıyorum. İlginçtir, bunca hengâmenin içinde kulaklarım etin yırtılma sesini seçebiliyor. Daha ne olduğunu kavrayamadan elimin içindeki eller kayıyor ve ellerin sahibi boylu boyunca yere seriliyor. Taşlı zemine dağılan kırmızı uğursuz sıvı irislerime ulasıyor, beraberinde getirdiği ikinci bir şok dalgasıyla birlikte. Bedenim sarsılıyor. Ne yapacağımı, ne hissedeceğimi kestiremiyorum. Arafı yaşıyorum adeta. İsminin dahi ne olduğunu bilmediğim çocuk gözlerimin önünde kanlar içinde kalıyor. Ona söylemeye çalıştığım her bir söz, her şeyin iyi olacağına dair verdiğim vaatler zihnimin kapısını çalıyor. Bedenime katlanamayacağı acıyı işte böyle buyur ediyor zihnim. Dudaklarımın arasından acı dolu çığlık kopuyor. Bedenim acısını dışarı atmak ister gibi gözlerime yükleniyor. Oluk oluk akmaya başlıyor gözyaşlarım. Ama acım bir nebze dahi azalmıyor.
Olan biten her şeyi tekrar tekrar izletiyor aklım dram dolu bir filmi izletir gibi. Önce akmaya devam eden uğursuz sıvıyı izliyorum bir ruhun bedeni terkedişini izler gibi. Sonra ışıltılı maviliklere kayıyor gözlerim. Yavaş yavaş ışıltıların kayboluşlarını izliyorum tıpkı bir yıldızın kayıp yokolması gibi. Son yıldızda kayıp gidiyor beraberinde son ışıltıyı da götürerek...
Henüz birkaç saat önce tanıştığım bu mavilikler yavaş yavaş kapakların arkasına saklanıyor. Aciz bedenim daha fazlasına dayanamıyor bırakıyor kendisini. Dizlerim uğursuz sıvıya gömülüyor. Kaybolan maviliklerin sahibi küçüğüme dokunmaya çalışıyorum geri getirmek ister gibi. Yarı yolda kalıyor ellerim, daha fazla ilerleyemiyor. Karşısındaki masumluğu kirletmekten korkuyor belki de acımasızca kirletenlere rağmen. Birkaç damla düşüyor ellerime. Başımı kaldırıyorum gökyüzüne doğru. Sanki koca arş da benimle bir olmuş, yitip giden bu küçük bedeni hayırla gitsin diye ardından su dökerek uğurluyor, uğurluyoruz beraber Hakk’a doğru. Ardından gözlerimi kapatıp çocukluğumdan beri bedenim her acıyla sızladığında yaptığım şeyi yapıyorum;
"Gözlerini sımsıkı kapat, kapat ki kolay kolay açılmasın ve şimdi gözlerinin harelerini saymaya başla. Bir, iki, üç..."
.....dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz ve on. Bu son iki harf de dudaklarımdan döküldükten sonra gözlerimi aralıyorum lakin gözlerimi gökyüzü yerine odamın beyaz tavanı selamlıyor.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.