- 440 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Demokratik Deliler Devleti-19
Delileri seviyorum. Neden? Çünkü:
Çözmek için deli olmaya ihtiyaç duyulan, o kadar çok problem var ki!
***
Bu olayın şoku devam ederken bir şok daha yaşandı: İmparator’un bir yakın adamı da odasındaki karyolanın demirlerine kendini asarak intihar etmiş. Herkes şaşkındı, abuk subuk tahminlerde bulunanlar vardı; ama çoğunluk suskundu. Suskunluğun nedeni korkudan da öte bir şeydi...
Bu adamın karyola demirine kendini asarak nasıl intihar edebileceği sorusu akla gelmiyor değildi. Bir insanın kendini asabilmesi için ipi bağlayacağı yerin onun boyundan yüksek olması gerekmez miydi? Yoksa bu olay intihar süsü verilmiş bir cinayet miydi?
Bu soruların cevaplarını verebilecek yoktu. O nedenle “neyse” deyip geçelim. Bilinen şu ki; İmparator’un birlikte darbe yaptığı beş arkadaşından -firar edeni de öldü sayarsak- sadece bir tanesi sağ kalmıştı. O da “Tek Kulak”dı.
Tek Kulak, hastaneye gelmeden önce girdiği bir kavgada sağ kulağını kaybetmiş. Güçlü kuvvetli bir adamla alacak verecek yüzünden kavgaya tutuşmuş ve daha kavganın başlarında bir kulağı adamın ağzında kalmış. Kanlar içinde yere serilince, adam ağzındaki kulakla birlikte oradan kaçmış. Yaralı hastaneye götürülmüş ama kaçan adam yakalanamadığı için kopan kulak yerine dikilememiş. Günler sonra suçlu yakalandığında ise zaten iş işten geçmiş.
Bu olaydan sonra Tek Kulak’da anormal davranışlar görülmeye başlamış ve beş sene içinde kavgalar, yaralamalar ve en sonunda da iki cinayet birbirini izlemiş. Yargılamalar, yapılan incelemeler ve hastane raporları neticesinde de ceza verilemeyecek kadar ağır bir akıl hastası olduğu sonucuna varılmış.
Aslında Tek Kulak, İmparator’dan daha zeki bir adam, ancak onun kadar cesur değil. O nedenle hareketin liderliği İmparator’a kalmış. Tek Kulak, darbeden sonra başkanlık makamının kendi hakkı olduğunu düşünmüş ve İmparator’u bertaraf etmek için kendince planlar yapmış. Bu planlarının bir parçası olarak öncelikle İmparator’u yalnızlaştırarak güçsüzleştirmeye karar vermiş ve en yakınındaki bu dört adamını ortadan kaldırmasını sağlamış. İmparator zaten oldukça şüpheciydi, o yüzden bu arkadaşları hakkında Tek Kulak’ın anlattıklarına kolayca inanmıştı.
Akşam yemeğini haber veren zilin sesini duyunca yerimden kalktım. Kafamdaki onlarca soruyla yemekhaneye girdiğimde insanların sessizliğini görünce aklı karışanın sadece ben olmadığımı anladım. Yemeğimi hızla yedikten sonra, uyumak için yatakhaneye yöneldim. Büroda da uyuyabilirdim ama orada uyumak rahatsız ediciydi.
Uykuya dalmam fazla sürmedi. Birkaç saat sonra duyduğum çığlıklar tatlı uykumu böldü. Etrafı dinledim. Çığlıklar binanın içinden gelmiyordu. Daha iyi duyabilmek için camı açtım. Çığlıklar bahçeden de gelmiyordu. Kala kala bir tek yer kalmıştı: Hastanenin dışındaki ormanlık alan. Vahşi hayvan sesleri, çığlıklara karışınca bundan iyice emin oldum. Meseleyi anlar gibiydim: Demek ki gündüz bir şekilde kaçan adam, ormanda bir yerlere saklanmış. Gece saklandığı yerden çıkıp oradan uzaklaşmak istemişse de vahşi hayvanlar buna izin vermemiş.
Üzüldüm, irkildim, korktum, tir tir titremeye başladım. Çığlıklar ve vahşi hayvanların hırıltıları... Ne kadar sürdü, bilemem. Bildiğim sadece bana çok uzun geldiğiydi. Çığlıklar kesildikten sonra da bir müddet vahşi hayvanların hırıltıları devam etti. Öyle ya avı paylaşırken de aralarında kavga çıkması gayet normaldi.
O gece de uykusuz geçti. Sabahleyin bu olay anlatılmaya başlandı. Geceki çığlıkları duymayan çok azdı. Tabii yetkililer ve büyük bir ihtimalle İmparator da duymuş olmalıydı. O nedenle bir araca bindirilen altı güvenlik elemanı inceleme yapmak üzere ormana gönderildi. Bunlar geldiğinde ellerinde o adamın ayakkabıları ve pantolunundan kana bulanmış bir parça vardı. Bu keşif ve delillerin şöyle bir faydası da oldu: İmparator, bunları gördükten sonra rahatladı. Onun rahatlaması firar nedeniyle cezalandırılacaklarını düşünen ve korku içinde bekleyen birçok kişiyi de sevindirdi. Nitekim bu firar olayı yüzünden ceza alan olmadı.
Devrimin on birinci günü.
Bahçede bulduğum bir kâğıtta şunlar yazılı: “Beni bir yere bağlayın; bağlayın ki bir şeyler benden ayrılmasın, uçup gitmesin. Her şey benden uzaklaşmak hatta kaçmak istiyor. Hem de “Hoşça kal” demeden, vedalaşmadan. Gidenlerin peşinden koşacak gücü kendimde bulamadığım için bağlanmayı gönüllü olarak kabul ediyorum. Benim bu kabulüm hapsedilmeyi, işkence görmeyi, hatta öldürülmeyi gönüllü olarak kabul edenlerin yanında ne ki?”
Defalarca okudum yazılanları. Sonra da okurum düşüncesiyle kâğıdı cebime koydum.
Üç gündür hep aynı rüyayı görüyorum. Korku dolu bir rüya. Kan ter içinde uyanıyorum. Farkında değilim ama belki de çığlık da atıyorumdur. Kısacası bir kâbus, bir karabasan. Şimdi böyle diyorum yani gördüklerime mantıklı bir açıklama getiriyorum ama karabasanı görürken uyandığımda olanları gerçek zannediyorum. Rüya şöyle:
Her taraf toz duman içinde. Bomba seslerini ve can çekişen insanların feryatlarını duyuyorum. Bir savaş uçağı bana doğru geliyor. Sesi kulaklarımı patlatacak neredeyse. Elimi uzatsam değeceğim zannediyorum. Sanki o gürültüde pilot beni duyacakmış gibi bağırıyorum: Üstüme gelme! Git, öte tarafa git! Pilot sırıtarak bana bakıyor. Ben bu sırıtan yüzü tanıyorum. Evet o, bu yüz o. Yani İmparator. Üzerimden geçince arkasından bakıyorum. Uçak iyice alçalıyor, kuyruğu yere değmek üzere. Sonra dikleşiyor, havada bir tur atıp gene benim üzerimden geçiyor. İleride bir kez daha alçalıyor, sonra tekrar dikleşmek istiyor. Başaramıyor. Yere çakılıyor.
Kaçmam gerektiğine karar veriyorum. Oradan uzaklaşmak için var gücümle koşuyorum. Şiddetli bir patlama beni durduruyor. Dönüp arkama bakıyorum. Önce siyah bir duman yükseliyor, bunu kırmızı alevler izliyor. Pilot yani İmparator ölmüş olmalı. Buna rağmen panik halindeyim, koşmaya devam etmeliyim. Nereye ve ne zamana kadar. Bilmiyorum. Koşuyorum, koşuyorum, koşuyorum...
Bir siperin içindeyim, elimdeki uzun namlulu tüfekle kime olduğunu bilmeden ateş ediyorum. Oysa ben gerçek hayatta elime silah almış bile değilim. Yani ateş etmeyi filan beceremem. Yanımda iki kişi daha var. Biri vuruluyor, çığlık atıp ayaklarımın önüne düşüyor. Eğilip yüzüne bakıyorum. Pis pis sırıtan bir yüz. Evet o, bu yüz o. Yani İmparator. Pilottu, asker oldu ve vuruldu. Görünüşü ölüye benziyor. Üzülecek miyim, sevinecek miyim?
Bir binanın duvarının önünde ellerim arkadan bağlı bekliyorum. Karşımda bir manga asker sıralanmış, ellerinde silahları var. Az sonra omuzları rütbe dolu bir subay geliyor. Komutanları olmalı. Subayın yüzünü görüyorum. Pis pis sırıtıyor. Evet o, bu yüz o. Yani İmparator. Şimdi de beni kurşuna dizecek olan askerlerin komutanı oldu.
Hayret! Hiç korkmuyorum. Heyecanlanmıyorum. Sakin sakin karşımdakilere bakıyorum. İmparator’un verdiği komutla askerler silahlarını bana çevirinceye kadar bu halim devam ediyor. İmparator önce sağ elini havaya kaldırıyor ve sonra da indirirken bağırıyor:
-Ateeeeş....
Silahlardan çıkan mermileri görüyorum. Üzerime doğru geliyorlar. Mermi hızlı gitmez mi? Bunlar öyle değil. Bir müddet bana doğru gelişlerini izliyorum. İşte geldiler. Bedenimin her tarafına saplanmaya başladılar. Acı duymuyorum. Öleceğimi anladım. Bu yüzden korkmaya da başladım. Mermiler, mermiler, mermiler... Kaatillerim.
Ve uyanıyorum. Saatlerce rüyada yaşadıklarımın etkisi altında kalıyorum. Biraz sonra unuturum, diyerek kendimi kandırmaya çalışsam da unutamıyorum. Geçen saatlerde etkisi biraz azalsa bile bütün gün sürüyor. Bir gün ölümüm acaba bu katilin elinden mi olacak? Rüyalarımın yorumunu yapmaya çalışıyorum. Bana rüyamda bir işaret verildiği ve buna göre tedbirli davranmam gerektiği sonucuna varıyorum. Pekiyi nasıl tedbir alabilirim ki? Bu konuda elimden ne gelir? Belki de onun beni öldürmesini engellemenin tek bir yolu var: Benim onu öldürmem. Nasıl? Nasıl? Nasıl?
İşte aklımda üç gündür dolaşan soru bu: Nasıl? İşin içinden çıkamadım. Ama uygulamayı kesin olarak düşündüğüm karara göre, elime fırsat geçerse İmparator’u mutlaka öldürecektim.
Bankalardaki hesapların tamamı boşaltıldı. Paralar bana teslim edildi. Masaların çekmeceleri de doldu. Hatta iki kutuya da bir miktar para koymak zorunda kaldım. Anlayacağınız artık devletimizin oldukça zengin bir hazinesi var.
Bir diğer önemli değişiklik, güvenlik elemanlarının hepsine hem düdük hem de silah verildi. Artık durmadan düdük sesi ve arada da tabanca patlaması işitir olduk. Güvenlik elemanları düdük sayesinde yanlarına gitmeden, uzaktan kurallara aykırı davranan kişi ya grupları düdük çalarak uyarıyor. Birkaç kere düdük çalındığı halde kuralları çiğneme davranışı devam ederse işe silah karışıyor.
Silahlı müdahalede kişinin şanslı olması hayatının kurtulmasını sağlayabiliyor. Şöyle ki; güvenlikçilerin hepsi iyi nişancı değil. Şanslı olan kişi hedefi tutturamayan güvenlikçiye denk gelebilir. Yaralanan olursa az şanslı, tabii ölen olursa kötü şanslı demektir.
Silahla ilk müdahale edilen kişi, kulakları iyi duymayan yaşlı bir hasta oldu. Adamın prostat sorunu da bulunduğundan sıkışınca çişini tenha bir yerdeki bahçe duvarına yapmaya karar verir. Bir güvenlikçi onu görür, defalarca düdük çalar. Adam duymaz ve üzerine ateş açılır. Yaralanır, yani az şanslıymış. Tabii buna da şükretmekten başka yapabileceği bir şey yoktur. Ölebilirdi de...
(Devam edecek...)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.