- 598 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
'void'
ellerimi kapına çıkarabilir misin?
İnsan kendi kalbini kırabilme yetisini sevmeli. Böyle düşünüyorum diye herhalde cezalandırmazlar beni. Hem ne diye ceza verip duruyorlar ki düşünen insanlar için. Fiziksel şiddetin cezası konusunda hemfikir olabilirim ama düşünmeyi bir suç kategorisi içine almak bu çürümüş medeniyetin insanlarına layık bir şey olsa gerek. Malum ki çıktığım yeri beğenmemek gibi şikâyet değil bu, hem şikâyet ettiğimden dolayı da cezalandırmazlar ya! Nasıl söylesem, nasıl anlatsam elini öpüp başıma koyma aptallığını yaptığım yaşlı kadından duyduğum sözlere kızıp onu öldürürsem beni cezalandırabilirler ama bu yalnızca düşünce boyutunda kaldığında kimsenin canı yanmaz. Benim de yanmamalı. Kadını öldürme fikri sanırım Dostoyevski’nindi. Kendime fısıldayıp, var olan her şeyi yok sayabilirsem benim de bu cezadan sorumlu olmayacağım anlamına gelir. Feci olan her şeyden sorumlu olacağımı bilmem. Eğer o yaşlı kadını ortadan kaldırıp, ettiği şikâyetleri onunla beraber sonsuzluğa uğurlarsam, belki geride kalan paralarına da sahip olabilirim. Aynen Ras. gibi! Sevgili Rodion Romanoviç Raskolnikov’da kendini dahi mi sanıyordu? Ben öyle sanmıyorum. Tam tersi aptalın biriyim. Bunu lafı güzaf olsun diye söylemiyorum, ciddiyim. Deneyebilirim. Bu akşam, evet, işte bu akşam onu sevgili etinden uzaklaştırabilir, ruhunu yükseklere çıkarabilirim. Adlandıramadığım bir sıkıntı düşüncemi fiile geçirmeden içimi sarmış durumda. Hiçbir şeyi adlandırmamak lazım, küçücük darağacımda kendimi asacak kadar yer var ve her gece bu darağacı önüne gelip, kendimi hayal ediyorum. Sevgiliye şarkı söylemek gibi, oldu olacak bir de devinen deniz dalgaları, cıvıldayan kuşlar, tanrıtanımaz beyhude kalabalık arasında kalınan yalnızlığın da suçuna taşaklı bir ceza bulayım. Kafamı, sesimi, umutlarımı, doğuramadığım iyi dileklerimi bir kötülüğe değiştirebilecek güce sahibim. Başka birisi böyle bir güce inanmaz. Dokuz saniyelik bir orgazm için bir ömür ter döküp, çalışacak insanlar üreten varlıkların deniz fenerinin anlamsız çevreyi gerdiğinin de farkında değiller. Ne yazık, ben de içimi kemirirken, bir saat kadranı gibi çabuk, daha çabuk sonlanacak bir söylentiye hızla son vermenin yolunu kabaca kendi gözlerimde arıyorum. Bu gözlerin görebildiği, lekelenmiş şeftali rengi bir tenin suratında beliren, kulaklarında, gözlerinde, saçlarında, sırtında, göbeğinde, memelerinde, kollarında, bacaklarında, kıçında ve de onun bir aması sayılacak diğer boşluğunda bitime az kala seyrek bir hayır dağınıklığı geziniyor. İnsan kafasına sahip çıkmalı. Kendi kendini patlatarak öldürme yetisi bu sıkıntılarla eş olabilir. Yürekten bir sevginin salgılarla kemale erebildiği bir gerçeğin elbette sanatında da dağınıklık olur. Resmin en aldırmaz yanı, fırçanın anlamsızca darbelerinin altında yatar. Şükür bunu bilen bile bir zaman sonra bu anlamsızlığa anlam arama çabasına girer ve kendi öz yaratıcılığını yitirir. Çünkü anlam kazandırma utancına vurulabilecek o sessizliğin duygusunu yeşerttiği bıçak soğuğu an da, ölü bile ağzını açıp konuşmak ister.
İşte bu benim! Saçmalıyorum. Dolayısıyla kendimi tekrar ediyorum. Aynı şeyleri defalarca anlatmanın dâhilikle alakası yok. İnsanları sıradan ve sıra dışı olarak ayırmıyorum. Gündüz olunca penceremi açıp, dışarıyı birkaç defa derinden nefes alıp vermekle kokluyorum. Bu koklayış özleyen biri için ideal formdur ayrıca. Üstü başı kir, elbisesi terden büzüşmüş dahi olsa, özleneni koklayıp, o birkaç saniye deli gibi hasret çekilen beden üzerinde koklama eylemi gerçekleştirilir. Sanki zaman durur, o birkaç saniye özleyen oksijenini o tenin bağrından, derisinden alır. Okulu bıraktığım anda bir an için ben de kendime ‘dahi miyim’ diye sormuştum. Tepe gibi bir yükseltisi olan arazinin ortasında bulunan rektörlük binasından çıkarken, gerçekten de kuş gibi hafiflediğimi düşünüyordum. İki yüzden fazla sınava girmeme rağmen, sonuçta kendime ‘dahi miyim’ sorusunu soracağım bir pozisyon oluşturup, sıra dışı hissediyordum. Sıradan olmamak için toplumun basit değer yargılarına karşı çıkabilmek gerekiyordu. İyi bir amaç uğruna kötülük denilen eylem yapılabilirdi. Kendi dehamı sınamak için yaşlı komşumu öldürmem gerekiyorsa, bunu öğrenebilecek diğer komşuları da sırayla öldürmeliydim. Cinayetin beni bırakmayacağını anladığım an, kendimi de öldürüp, bu değer atfettiğim duygularımın da artık beni rahatsız etmemesini sağlayabilirdim. Yine de bir gerçek var ki, insan suçlarıyla yüzleşir. En ağır ceza budur. Müebbet yedikten sonra, yirmi beş, otuz yıl hapishanede kalmanın ceza olarak adlandırıldığı yer vatandaşlık bilgilerinde geçerliydi. Sabıkalı biri için tabi ki kapılar kapanır, kolu komşu açıkça rahatsızlığını bildirir. İşin en güzel yanı komşu denen rahatsızlığı kökten çözecek bir planımın olması. Herkesi öldüreceğim ama herkesi.
Yetişkin bir edayla göğsümden başlayıp, tüm vücudumun imana erdiği o sallanıştaki esrarı çözmek için çoğu zaman hiçbir şey yapmadan, düşünmeden yalnızca vaktin geçmesini bekledim. Bu süre zarfında oktanı yanma kalitesinin ve zor koşullara dayanma yeteneğinin ölçütü olarak bilmeme rağmen, pentanı da garip bir iftira içerisine sürükledim. Bana göre oktan sayısı benzinli motorlarda yanma kalitesini belirlerken, setan sayısı da dizel motorlarda yanmanın kalitesi için bir ölçüt belirtiyordu. Bu tanımlar yanlış mıydı, asla! Hayır, setan ile pentanı karıştırıyorum. Pentan dediğin şey, metan, etan, propan, bütan, pentan, hekzan gibi karbon miktarına göre adlandırılan alkanlardı. Oldum olası da bu organik kimyadaki sayıların söylenme şeklide hoşuma gitmiştir. Mono, di, tri, tetra, penta, hekza, hepta, okta, nona, deka… Nasıl olsa konuşanı kalmadığı için insanlar zırvalayıp, bunu bilimsel olarak hep hatırlayalım havasına mı girip çoğu bilimsel teori ve raporlarda sayısal ve sözel olarak Latinceyi kullanıyorlar? Sahi, gece on birdeki mesaisi için onda çıkıp, sabah eve tekrar onda geri dönen bir işçi için bu dediklerimin ne tür manası olabilir ki? İşin garip tarafı benim için de yok, aslında insanlar bugün yürüdüğümüz yolun felaket olduğunu fark edip, bu yolu terk etmeleri gerekiyor. Bu görev herkesin olmalı. Bunu yapmazsak, güç de olsa, iyiyi başarmak için uğraşamazsa kimse, zarar daha büyük olacak. Hayır, yok bunu yapmalıyız, şöyle olsa daha iyi olur, başarı, güç, bilumum şartlı süslü şeyler… Kimse kimsenin umurunda değil lan! Bunun farkında olmak için üzerinden kamyon mu geçsin illa!
Özkan kendi halinde oturmuş, benden aldığı sigarayı yakmış, feribot iskelesine doğru bakıyordu. Araba kazası geçirdiği günden beri yürümesinde bile değişme olmuş, gündelik normal yaşamına adapte olmakta güçlük çekiyordu. Yine de sendika işlerini takip ediyordu. Ülke çapı halka ilişkiler bölümünden sorumluydu. Ulusal olarak yeni bir sendika bünyesinde faaliyet gösterdikleri için ortaya koydukları amaçlar uğruna çalışmaları samimiyetle sürdürüyorlardı. Birden bana dönerek:’ Bu meledi bıraktığımı sanmıştım kazadan sonra ama tek tük yine otlanıp, içiyorum maalesef’ dedi. Cevap vermedim. Sigarayı bırakıp bırakmaması umurumda değildi. Kazada ölebilirdi. Bir an düşündüm, ölümü çok önemli olur muydu? Çocukları yetim kalmaması adına önemli olabilir ama beni ilgilendirmiyor diye düşünmeye başladım. Az ötede balık tutmaya çalışan insanlar vardı. Çoğu yaşlı bu insanların uzun saatler boyunca birkaç küçük mezgit, kefal avlamak için bekledikleri oluyordu. Özkan gülümseyerek:’ Bu balıkçıları anlamıyorum, hayır, ortak bir parayla gidin patlayıcı alın, atın denize, mayışsın balıklar avlayın işte’ dedi. Böyle bir şeyi mümkün olabilirliğini aklımda hesaplamaya başlayınca, kendimden tiksindim. Az önce oktan, pentan, setan muhabbetini bitirememiş bitkin içim için sıra balıkçıların balık avlama derdine gelmişti. Mayınla patlattıkları bir bölgeye ‘vira bismillah’ nidalarıyla oltaları iyice geriye doğru gerip, ileri hızlı bir hareketten sonra ağı o mayının patlattığı yere doğru atmaya çalışıp duracaklardı. Özkan durmadan yeni konular açıp, konuşmak istiyordu. ‘İçkiyi de bir kaza sonrası bırakmıştım. Sigara için de öyle düşündüm ama olmadı. Bu kez irademe yenik düştüm.’ Özkan konuşmasına devam ederken ben de kafamda hesap yapıyordum:’ Düğün salonu tutmaya gerek var mı? Aslında yok, yani düğün salonu dedikleri şey, düğün salonu sahibine kazandırılan paradan başak bir şey değil. İşte kapitalist dünya bunların müsebbibi! Yatak odası diyorlar ya, keşke tek yatak olsa. Onun bir de dolabı, komodini, aynası, lambası derken ıvır zıvır üç bin lira para. Oturma grubu dedikleri şey de saçmalık! Yahu üzerinde yatılmayan koltukları niye alayım? En iyi iki adamakıllı kanepe, yanında belki iki tekli koltuk, ha bir de zigon sehpa. İki buçuk da oraya gitti dersek oldu mu beş buçuk lira. Beyaz eşyası var en mühimi. Buzdolabı, fırını, bulaşık makinesi derken en az beş bin oraya. Ha çamaşır makinesi de var. Aslında bendeki beş kiloluk taş yetmez mi? Yok canım ne olacakmış yedi kilo! O da yetmezmiş sekiz ya da on kilo. Cadalozlar kulübüne hoş geldin canım benim! Yemek takımı dediğin şey el yakıyor. Perdesi aleti maleti, halısı kilimi paspası derken üç bin de burası en az. On üç buçuk lira sadece bu zırvalara gidiyor. İyi düşününce takı merasimi için gerekli yerin düğün salonu olduğunun farkındayım fakat trend şeyler de olmuyor değil. Kına gecesi malum bir evde hallettikten sonra, bir başka gün, hatta mümkünse sonraki gün bir kır düğünü ayarlıyorsun. Bunu genel de büyük şehirler yapıyor. Vermişler yeşillikli bir yeri özel işletmeye, adamlar, kadınlar neyse senden nakit üç bin alıp, bir saatlik düğün organizasyonu yapıyorlar. Ucuz, temiz iş diye seçenekler arasında bu da var. Kokteyl tarzı tabi bu işler. Kuru pastalar sarı siyah içeceklerle beraber her masada var.’
‘Şişt, sana diyorum, duymuyor musun? Ne olacak diyorum bu ülkenin hali?’
Özkan’ın ‘şişt’ dediği kişi ben olmalıydım. Gezegenin insanlar yüzünden uğradığı zararların ağırlığı ve boyutları haddini aşarak insanları öldürecek noktaya ulaşmışken, ‘şişt’ olan ben bu kronik arızaya çözüm bulacak insandım. Özkan’ın böyle bir şey düşünmediğini biliyordum. ‘Ülke değil de ben kendimi nasıl kurtaracağım’ diyecektim ki, ‘hadi gidelim, ben de eşimin yanına uğrayacağım, sen nereye gidiyorsun’ diyerek içimi ferahlattı. ‘Ben burada oturacağım, sen git, selam söyle Kezban ablaya.’ Dememle beraber, ‘oturup ne yapacaksın tek başına?’ diye sordu. ‘Eve gideceğim, az daha oturacağım, belki son bir sigara’ dedim. İstiyordu, son bir sigarayı da o da benden otlanmak istiyordu. Uzatırken başta ‘yok, istemem ya, kalsın, keşke hiç istemeseydim senden, kötü oldum hatta’ dese de, ‘neyse, tamam bu son olsun’ diyerek uzattığım sigarayı aldı. Her şey bir yana yanında yine de çakmak taşıyordu. Tokalaşırken elinin ıslaklığından tiksinmiştim. Terli avuçlarının avucumda, parmaklarımda bıraktığı nemi önce oturduğum bankın oturağına sürttüm. Sonra daha pürüzlü yüzeye sahip arkamdaki palmiyenin gövdesinde elimle birkaç defa daireler çizip durdum. Özkan iyice gözden uzaklaştıktan sonra benden ayağa kalktım. Biraz yürümek istiyordum.
Belediye binasının önünden geçerken gözüme iki afiş takıldı. Birinde ezhip sanatı üzerine bir konferans olduğu duyuruluyordu. Konuklar ve tarih afişin alt tarafında yazılıydı. İkinci afişte ebru sergisinin hangi tarihte açılacağını ve son olarak hangi tarihe kadar açık kalacağını belirtiyordu. Aslında biliniyordu ki, keyfi olarak tarih uzatılabilirdi. İnsanların keyfi düzenlemelerle sağlık bozabildiği bir dünyada bunlar normal sayılacak icraatlardı. Hayatımda hiç ezhip, ebru yapan biriyle yüz yüze oturup konuşmamıştım ama eğer böyle bir imkânım olsaydı çok fena sinirleneceğimi biliyordum. Erkekler de bu işle meşgul olabiliyorlar ama genelde yaşlanınca isim, prim yapıyorlar. Bir bayan seçeyim hayali olarak kendime.
-A a, siz bu sanatlara ilgi duymuyor olabilirsiniz beyefendi ama bu sanat ruhun iç güzelliklerini yansıtan bir sanat. Siz kendi kör kuyunuzda, karanlığınızda tabi ki bu aydınlığın farkına varmamış olabilirsiniz.
-Hanımefendi size bir şey söyleyeyim mi? Bir gün boyunca af edersiniz osurmadan durun bakalım, o zaman görürsünüz iç aydınlığı filan. Siz insanların zekâlarıyla alay mı ediyorsunuz? Tamam, o küçücük aklınızla bir şey başardığınızı düşünüyor olabilirsiniz ama lütfen büyütmeyin. Kendi küçücük mekânınız ve serginizle idare edin. Biz normal insanların artık ebru sanatından da, ezhipten de bir şeyler duyup, hatta yapıp, deneyip, onunla bir yerlere gelme isteği filan yok.
-Ay, çok nahoşsunuz! Sizinle nasıl bir muhabbet içine girdiysem… Hem benim sizin gibi bir çağdışı biriyle böyle konuşmam bile hata. Af edersiniz, ben kalkıyorum. Allah sizi ıslah eylesin! Önce konuşmayı, terbiyeyi öğreniniz. Sonra sanat yapan insanların icraatlarına dair konuşacak bilginiz de olsun. Hey, garson, buradan alırsınız ücreti, üstü kalsın!
-Gidiyorsunuz demek, tabi hakkınız. Güle güle efendim. Güle güle…
Yalnız haksızlık mı ediyorum ne? Ortada çoğu şeyin ümüğü sıkılmış, posası dolaşırken, yalnız bu iki sanat üzerine açık, baskıcı bir beğenmeme fikrini ortaya koymamdaki sebep ne ki? Şehirlerin ışıklarla kirlendiği bir dünyada, yıldızları ve gizemli gezegenleri görememenin verdiği bir asabiyet var üzerimde. O kozmik ayinin kitaplarda kaldığı, filmlerde bahsi açılan görüntülerin mevcudiyeti artık etkileyemediği bir coğrafyadan bahsediyorum. Hadsiz bir yığılma var sanayileşme içerisine. Bu yıkımın karşısında kim durabilir ki! Gölgemden çekinen bir ben olmamalıyım bu şehirde. Şehirlerin dili olsaydı eğer, insanlardan daha fazla acı çektiklerini söyleyebilirlerdi. Ne yol, ne asfalt varken burada, genç kızların henüz filizlenmiş memelerinin kederli bir hapse gömülüp, taze süt yolları açılacağı zamanların geldiğini dile getirebilecek tek katlı ahşaptan evlerin yerinde dilsiz kaldırım taşları var. Beyaz bir akıntı mı görüldü, sonbaharın toplanan ardıç fayda verir elbet. Süt mü az geliyor, mercimek çorbası pişir. Adamın canı mı sıkkın, suyu ısıt, içine tarçın koy. Genç kızın saçları mı soldu? Yosunla sar, beklet bir gece, sabaha zeytinyağıyla yıka ama durulurken az su kullan. Üç gün sonra derenin soğuk suyuyla yıkayıp, gür eyle. Kartlaşmasın karının cildi, hıyarı sür bolca her bir yanına. Gelip geçen araçlar yolda oynaşan çocukların kayıp tahta oyuncaklarının hangi toprak altında olduğunu nereden bilsin? Onlarda bugünün oyuncaları! Bu hissizlik duyguların körelmesinden; ufuk nerede acaba? Görmek için insan dağlara çıkmaya korkuyor. Çıksa da korkuyor, çıkmasa da. Aslında insan bu dünyada yaşamak istemiyor. Bunu defalarca söylemenin ne gereği var, bu oyunu oynamamızı isteyen biri var. Yakalanmışız. Ellerimiz, ayaklarımız özgür olduğunu sanan aklımızın esaretinde, ruh dediğimiz paçavra bir başka esirliğin mağduru. Yine de ben dâhil herkesin küçücük aklıyla hep bir var olma mücadelesinde ektiği, göremediği bir şey var. Hep bir başkasının gücünden şikayet ederken, aslında kendi varlığımızın pis, kirli yanlarını da görmemek için de ağzımızdan boşanan kelimelerde masumiyet karinesinin tutanağına doğru tırnaklarımızı uzatıyoruz. Kurşun ve et seven vahşi beynimin bir yerlerinde kesilmemiş ağaçların altında gölgelenebileceğim bir yer olduğunu biliyordum.
çok sonra anlarsın merhametimi
bilindik sular olmadığını bu denizlerin
gidilecek bir yerinde olmadığını
nasıl sevmek gerektiğini
bunu nasıl yaparım diye merak edip durursun da
ama her insan bir kırığı olmalıdır hayatta
bir zayıfı, belki de yutanı; sıfırı
sonra herkes üzerine alınır saf haliyle
gelişigüzelce giyilmiş bir gece pijamasını andırır anlattıklarım
umursamaz ve hatta yastığının altında bile olmaz
çıkardığın an saçlarını saklayan karanlığı
ışık cehennem gibi yalnız hissedilir
çünkü cennet yakışmaz böyle savruluşlara
lütfen, koy cebine paranı ve geri dön
iki kişi çekilmez bu yolculuk
Allah belasını versin! Kuşun biri, şiiri yazmaya çalıştığım kâğıdın ortasına sıçarken, mutlu bir gak sesi duymuştum. Bir karganın boku olmalıydı bu. İyi de kokuyordu.
Eve döndüğümde nerede uyuyacağıma karar vermek için bir süre amaçsızca evin içinde dolaştım. Güney tarafında uyumanın vakti değildi. Öğleden sonra güney tarafı sabah altıya kadar sıcak oluyordu. Kuzey tarafındaysa üç yataktan hangisinde yatacağıma bir türlü karar veremiyordum. Yol gürültülerinin olmadığı bir sıkıntı alnımın tepesindeki otları çekiştiriyordu. Biraz olsun kendimi kaybedebilmek adına Gaspar Noé’den bir film açtım. İrreversible an için fazla gelirdi, ‘seul contre tous’ yerine de ona giriş filmi sayılabilecek ‘carne’ de sıkıcı gelebilirdi. Nihilist, ensest bir adamın bir ara kasaplığını düşünmenin faydalı olacağını, böylece onu farklı düşünemeyeceğimi planlamıştım. Fakat insan ihtirasları uğruna hayatını darmadağın edebilir. Onu sapık olarak düşünmekten alıkoyamıyorum ama bir yandan da bebekliğinden itibaren baktığı çocuğuna karşı kanıyla, etiyle yakın bir ilgi duyuyor. Gaspar belki ‘boşluk filmiyle o derin boşluğa karşı çare sunabilirdi ama tamamen yalandı. Elime alacağım bir baltayla ya da bıçakla komşuları öldürüp, sonra da kendimi öldürecektim. Buna sebep, bisikletimi apartman girişindeki bodruma giden aralığa koymama karşı gösterdikleri tepkiydi. Her şey bir yana Raskolnikov’un bir Sonya’sı vardı. Benim kimsem yok. Kendime çektireceğim cezanın suçla bir alakası varsa da, içimde yaşadığım daha büyük azaplar için ölüm bile buna çare olamazsa diye korkuyorum.
Geniş göğüslü, saçları uzun atlar görüyorum. Önce kafalarına bir uyuşturucu iğnesi ya da kurşun yiyecekler. Sonra keskin bir bıçakla şah damarlarını yırtacaklar. Her taraf kan olacak. Yüzlere, ellere, ayaklara bulaşacak. Yıkanılsa da geçmeyecek o koku!
'void' Yazısına Yorum Yap
"'void' " başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.