- 1096 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
'anhedoni'
Karanlık basmıştı. Gün ışığı kaybolmuş, uçsuz bucaksız çölleri andıran karanlık her yanı dolduruyordu. Az önce yakınlarda gezinen biri ellerimi yıkamıştı. Aslında yıkar gibi yapmış, ıslak bir bezle silmişti. Fakat su sesi duyduğuma eminim. Acaba ellerimi silerken kullandığı bezi ıslatmak için mi su döküyordu. Peki, o su nereye dökülüyordu? Herhangi bir leğen koymuş muydu halının üzerine? Başımı aşağı doğru çevirip bakamıyorum. Bir şey engelliyor bu hareketi yapmam için. Üzerimdeki yorganın altında bacaklarım saran bir pijama olup olmadığını da bilmiyorum. Dalga seslerini duyabiliyorum. Bu demek oluyor ki pencere açık. Fakat pencere dalgalı havalarda açık olursa üşütür, hasta olurum.
‘Hey, beni duyan var mı? Kapayın şu lanet pencereyi! Size diyorum, hemen kapatın. Kimse duymuyor mu beni?’
Altımdaki çarşafın büzüşüp kasıklarımın altında biriktiğini hissediyorum. Sanırım bir elimi oynatıp hareket ettirebiliyorum. Çarşafı hissettiğim an sinir edici bir sıcaklık ve uyuşma sarıyor bacaklarımı. Pijama var ve bu pijamayı kim giydirmişse üstünkörü giydirmiş. Pijamayı bana ters giydirmişler. Tırnaklarım acıyor. Biri birkaç gün önce tırnaklarımı kesmişti. Elli defa söyledim derin kesme diye ama beni dinlemedi. Yırtıcı bir hayvanın pençeleri gibi güzeldi benim tırnaklarım. Onları uzatıyordum. Bazen çatal yerine onları kullandığım oluyordu. Çarşafımın üzerinde kırmızı lekeler olduğunu anımsıyorum. Bu lekelerin yemek yerken dökülmüş olduğunu söylemişti biri. O kadının elbisesi vardı. Siyah bir elbisesi ve üzerinde beyaz bir önlük vardı. ‘Hadi şunun kıçını temizle de, bahçede kahve içelim’ diyordu. Ufak tefek ve şişman diğer kadın bir yandan elindeki süngerle kıçımı temizlerken, diğer kadınsa ısıtıcıyı yanıma doğru yaklaştırıyordu. Isıtıcının çok uzun ve kalın bir kablosu vardı. O kablonun ucundaki fiş bir deliğin içerisine takılıyordu. Ufak tefek kadın diğer kadına ‘kablo sıcak mı’ diye sordu. Diğer uzun boylu, siyah elbiseli kadın fişten itibaren kabloyu tutarak ısıtıcıya kadar geldi. ‘Hayır, sorun yok’ diyerek ısıtıcıyı biraz daha yanıma doğru yürüttü. Belimden başlayıp kıçıma kadar ıslaklık vardı. Ufak tefek kadın hasır sepetin içerisinden aldığı havluyla belimden başlayıp, bacaklarıma kadar ıslaklığı silmeye başladı. Bastırıyordu. Yer yer acıyordu. Bunu yapmak zorunda olduğunu biliyordum. Gözlerim açık, onları görüyor ve duyuyor olmama rağmen benimle konuşmuyorlardı. Nerede olduğum dair tahmin yürütemiyordum.
Dalga sesleri hiç bitmeyecekmiş gibi, defalarca geri çekilip, tekrar kayalara doğru çarpan suyun çektiği acıdan farksız benim hüznüm. Nerede olduğumu bilmiyorum. İlginç bir şekilde bu hale nasıl düştüğümü hatırlayamasam da, katıldığım bir derste profesörün işçilerin sosyal hayata soğumalarında, yabancılaşmalarında asıl faktörleri incelediği ders pekiyi hatırlıyorum. Normalde üniversiteye pek uğramayan biriydim. Evet, bu gerçek, bu doğru; sonra hiçbir şey yapmadan kafelerin önünden ilerleyip, meydana vardıktan sonra yine hiçbir şey yapmadan, sadece yürüyerek eve dönüyordum. Bu benim hayatımın özetiydi; hiçbir şey yapmıyordum. ‘Bir’ diye bağırıyordu, ‘işçi var ettiği ürüne karşı yabancılaşır. Çünkü ürettiği ürünün gelecekte ne olacağına dair bir bilgisi yoktur. Onun geleceğine dair kanaati de yoktur.’ ‘İki arkadaşlar’ diye bağırıyordu. Profesör keçi sakallı, ihtiyar bir komünistti. Aslında köseydi. Onun yalnızca çenesinde birkaç tel kılı vardı. Bir gün fakülte binasının karşısındaki süslü çeşmenin önündeki bankta arkadaşla otururken, bana garip bir sordu. ‘Düşün, bir kız sana çıkma teklif ediyor. Teklif ettiği yer de loş, karanlık bir bar. Evine gidiyorsunuz. Önünü görmekte zorlanıyorsun. Sonra gece hatırlayamadığın kısa bir sevişme sonrası sabah uyanınca yanındaki kızın bıyıklı, keçi sakallı biri olduğunu fark ediyorsun. Ürperiyorsun. Üzerindeki yorganı hafiften çekiyorsun. Korkun çoğalıyor. Göğüsleri yok denecek kadar küçük. Daha aşağılara doğru elinle yoklamak istiyorsun. ‘ Gözlüklerimi çıkarıp, merakla arkadaşın dediklerini dinliyordum ve hala soruyu bekliyordum. ‘Sonra, o korku dolu saniyelerin endişesi siliniyor, kalp atışların yavaşlıyor, dengeleniyor. Gerçekten bir kız olduğunu anlıyorsun ama yüzüne bakma konusunda yine de büyük çekincelerin var. O gece onun yatıyorsun, sarhoşsun, hiçbir şey hatırlamıyorsun da ama kızı hamile bırakıyorsun. Ne düşünürsün böyle bir olay sonucu?’ Gözlüğümü katlayıp çantamın içine koyarken bir yandan da düşünüyordum. ‘Lanet olsun’ dedim, ‘böyle olduğum için Tanrı beni kahretsin. Ne pislik bir insanmışım ben!’ Gülüyordu. ‘Düşünsene’ diyordu, bebeklerin de bıyıklı, sakallı doğacak.’ Arkadaş iyice beni tiksindirmek için uğraşıyordu. Zaten derslere pek girmiyordum, bir de böyle arkadaş bozuntularıyla sınavlara yakın okula geldiğimde uğraşıyordum. Profesör devam ediyordu: ‘ İşçiler çalışma fiiline karşı yabancılaştırılır. Çünkü işçi ne yaptığının farkında olmasına gerek yoktur Kapitalist düzen çalışma sürecinin patron tarafından dikte edilmesini talep eder. Üçüncü olarak insan kendi türüne yabancılaşır. Çalışma prensiplerine göre bir değeri vardır ve bu değer hep standart kalır. Son olarak da arkadaşlar insan insana, insanlığa, dünyaya karşı yabancılaşır. İşçiler kendi etkinlilerini düzenleme hakkından uzak, üstlerindeki tiranların emri altında yaşarlar. İşçi hayatta kalmak için kendi zamanını ve dünyasını satmak zorunadır. Oysa hayat dedikleri bu olabilir mi arkadaşlar? Parlak solcu militan arkadaşlarınızda dahil, her bir arkadaşa söylediğim şudur ki, siz eğer bürokrasiye aldanırsanız, bir zaman sonra kendinizi kurtarmak için çabalarsınız. Partiler insanları kurtarmak için çalıştıklarını iddia edip dururlar. Yanılıyorsunuz, onlar yalnızca kendi egemen alanlarını muhafaza konusunda çaba gösteriyorlar. Bir sınıf toplumu eleştirisi geliştirebilen parti gördünüz mü?’ Profesör Marks’ın yabancılaşma teorisinden bahsediyordu. Dersimiz meta fetişizmi üzerine diyaloglar üzerine devam etmişti. Çıkışı unuttum.
Uyandığımda terlemiştim. Her yanım su içinde kalmıştı. Ufak tefek, şişmanca kadın halimi görünce telaş içinde odadan koşarak çıktı. Diğer kadınla beraber tekrar odaya girdiklerinde arkalarında iki tane adam vardı. Bu adamları daha önce hiç görmemiştim, tanımıyordum onları. Aslında birini, evet, nerede gördüğümü hatırladım rüyamda sağda duran adamı görmüştüm. Oydu, yavaş yavaş canlanıyor yüzü, resmettikçe, evet, oydu, o. Garip bir rüya görmüştüm.
‘Her şey yolunda, yola çıkacağız ve kurtulacağız buradan’ diyordu adam. Bu sesi hatırlıyorum. Evet, kurtulmamız için yola çıkmamız gerekiyordu ve kurtulacaktık. Nereye gideceğimizi kimse bilmiyordu. Adamın ceketini rahat görebiliyordum. Omuzları hafif bol bir ceketti. Astarsız ve ikinci el alınmış olma ihtimali yüksekti. Bir araya gelmedikleri uzun yılların ardınca, üzüntülerinden içlerinin içlerini yediği iki tanıdığın kederli sesine sahip biri olabilirdim. ‘Nereye’ gideceğiz diye soracaktım ama ne zaman ağzımı açıp, dilimle o ahengi yakalamaya çalışsam, biri çimdik atıyordu. Bu çimdiği karnımın içinde biri atıyordu, kasıklarımdan ciğerlerime kadar sıkışan ve göğüs kafesimi gerebilen küçük bir çimdik benim konuşmamı engelliyordu. Ceketli adam arkasını dönünce yüzünü gördüm. Kırmızı yüzlü, kel, sakallı, kendini beğenmiş birine benziyordu. Göbekliydi, gövdesi bacaklarından daha uzundu. Pantolonu çiftçilerin giydiği kalın kotlardandı. Benim bulunduğum yere doğru bakıyor ‘hazır mısınız’ diye soruyordu. Etrafımda başkaları da olmalıydı. Sevgiye benzer duyguları olan bir insanın söyleyebileceği sözlerle konuşmasına başladı. Onu dinlerken sağımda ve solumda birkaç burun, birkaç el ve yırtık ayakkabı içinde irili ufaklı ayaklar gördüm. ‘Arkadaşlar, dostlarım, sevgili yoldaşlarım! Artık bu savaşın bizi öldürmesine ve mahvetmesine engel olacağız. Topraklarımıza bomba yağdıran, evlerimizi, yuvalarımızı yıkan, çocuklarımızı, karılarımızı, yaşlılarımızı kıran bu savaşa karşı direnmemiz mümkün değil. Fakat son bir çarpışma olabilir. Bunu şimdi açıklıyorum. Bu vagonların kapakları açıldıktan sonra karşımıza çıkabilecek son ölüm olabilir. Bu yüzden size önümüzdeki birkaç saat boyunca son bir arzuyla direnmenizi istiyorum. Buralar bizim. Geri döneceğiz. Geri dönecek, tekrar tarlalarımızı süreceğiz. Siz Bay Rafal, siz değerli Albert, peki ya siz Bay Jakup? Buralara geri dönmek istemiyor musunuz?’
Rüyamda konuşan adam şu an beni kaldırıyor. Utanıyor muyum? İki adam birden beni tutup, havaya kaldırdılar. Nereye götürüyorlar diye merak etmiyorum. Ufak tefek, şişmanca kadın yatağı topluyor. ‘Of’ çekiyor ikide bir, diğer kadın bizim önümüzde yürüyor. Karanlık bir koridordan geçiyoruz. Odalar var. Çoğunun kapısı kapalı ama birkaç odanın kapısı açık ve loş ışığın altında yataklar görüyorum. Sesler duyuyorum, kadın sesleri. Bir odanın önünden geçerken sandalyeler üzerinde oturmuş siyah elbiseleri birkaç tane daha kadın görüyorum. Biri bağırıyor sanki:’ Kapatın şu kapıyı, kaç defa dedim açık bırakmayın diye.’ Bunu ben uydurmuş olamam. Kapı kapanırken, devam edip ilerliyoruz. Önümüzdeki kadın koridorun sonundaki demir bir kapıyı itekliyor ve lambayı açıyor. Lambalar tek tek açılıyor. Çok büyük bir oda burası, hayır, oda değil, garip bir yer. Teneşir tahtaları gibi yerden yüksek tahtalar var. Birine beni yatırıyorlar. Kadın adamlara ‘çıkabilirsiniz’ diyor. Öldüm mü diye merak ediyorum ama ölüm böyle olamaz. Kadın tek tek çıkarıyor üzerimde olanları. Bir pijamam var evet, sonra üzerimdeki gömleği de çıkarıyor. Gömleğin içine bir şey giymediğimi kadının elini göğsümde hissedince anlıyorum. Alt tarafımdaysa çıtçıtlı bir don var. Sesi duyuyorum, çıt sesi sonrası kadın hızla bezi çekiyor. Kasıklarım ürperiyor, üşüyorum. Yüzüne bakmaya çekiniyorum ama bakmalıyım. Neden burada olduğumu anlamış değilim. Ufak tefek, şişmanca kadının ayak seslerini duyuyorum. O geliyor. Artık onun ayak seslerini ezbere biliyorum. İçeri giriyor. Diğer kadın ‘hortumla sabunu getir bana’ diyor. ‘Tabi’ diyerek ufak tefek, şişmanca kadın gözden kayboluyor. Biraz sonra sabun ve hortumla geri dönüyor. Beni üzerine yatırdıkları tahta ıslak ve kokuyor. Sırtım yumuşak yatak sonrası ıslak tahtadan rahatsız oluyor. Beni yıkayacaklar. Süngeri eline alan kadın, ufak tefek, şişmanca kadına ‘bu geberiği yıkadıktan sonra, bir güzel pudralamayı unutmayalım’ diyor. Süngeri ıslatıp, üzerine sabunu sürüyor. Önce hortumdan akan suyla beni ıslatmalı ki süngere sürdüğü sabun adamakıllı köpürsün. Soğuk suyu hisseder hissetmez dişlerim titremeye, birbirine vurmaya başlıyor. Acayip soğuk bir su. Kaşları çatık kadın hortumla çiçek sular gibi vücudumu ıslatıyor. Bir yerde duruyor, sonra biraz aşağı ya da yukarı kayıp hortumdan vücuduma su akıtmaya devam ediyor. Sünger ıslak vücuduma değer değmez köpürmeye başlıyor. Fakat süngerle beraber acı hissediyorum. Bu acı gittikçe fazlalaşmaya başlıyor. Ufak tefek, şişmanca kadın atları tımar etmek içi kullanılan kaşağıyla diğer kadının süngerlediği bölgelerin üzerinde geçiyor. Kan kokusu almıyorum, hayır hiçbir yerimden kan gelmiyor ama acı çekiyorum. Bu yer yer dayanılmaz bir acı oluyor. Dudaklarımı ısıracak gibi oluyorum. Feci bir şaplak suratıma inerken, artık hiçbir şey hatırlamıyorum.
Karanlık, yine karanlık... Dalga sesleri daha hırçın geliyor kulağıma. Üşüyorum. Üzerimde hiçbir şey yokmuş gibi üşüyorum. Beni tekrar yattığım yere getirdiler. Kadın öyle bir tokat attı ki, o an bayıldım. Karanlıkta ayak parmaklarımın ucunu seçebilecek gibi oluyorum, o an gözüme bir ağrı giriyor, bakamıyorum. Bacaklarımda herhangi bir kıl yok. Aslında vücudumda kıl kalmadığının farkındayım. Kaşağıya benzer bir aletle tüm derimi soyuyorlar. Ceza verdiklerini düşünüyorlar ama aslında tımarlanan vücudum derisini atıyor. Yer yer etim ortaya çıkmış olabilir. Umurlarında değilim. Sanırım altıma işediğim için beni cezalandırdılar. Bu cezayı hak edip etmediğimi de bilmiyorum. Ara sıra bir kedinin üzerime çıkıp dolaştığı anlar oluyor. Gün ışığında onun küçücük deliğini görüyorum. O delikten yüzüme sıçabileceği ihtimali yüzünden acı çektiğim anlar oluyor. Defalarca gitmesi için yalvarmama rağmen beni duymuyor. Bazen göğsümde uzanıyor. Patilerini yüzüme uzatıyor. Ara sıra çiziyor. Zaten derisi olmayan vücudum onun tırnaklarıyla daha büyük eziyet çekiyor.
O gece içinde bulunduğum acıdan kurtulmak için pek çok şey düşündüm. Edebiyat fakültesinden o genç asistanla sohbetlerimizi hatırlayınca, mekân değiştirir gibi oldum. Evet, iyi gelmeye başlamıştı. Asi, nihilist, tanrı tanımaz bir asistandı. Nasıl tanıştığımızı da iyi hatırlıyorum. Bir gün elinde tutup okuduğu kitaba dikkatlice baktığımı görünce, ‘Bay Celine’yi hiç okudunuz mu?’ diye sormuştu. Şeytansı bir gülümsemesi vardı. ‘O kim’ dediğimde, ‘Sanırım edebiyata pek alakanız yok’ demişti. ‘Var, yani garip bir tez hazırlığı üzerine Dostoyevski’yle iç içeyim’ dediğimde meraklanmıştı. Kitabı okuduğu son sayfanın üst köşesinden kırpıp, kitabı kapattı. Bana doğru yürüyordu. ‘Nasıl bir tezmiş bu?’ diye meraklı gözlerle yanıma yaklaşırken, ‘Ekonomi bölümü öğrencisiyim, proletarya üzerine bağımsız bir tez çalışmam var. Raskolnikov bu tezimde önemli bir etmen olacak’ diyebildim. Saman sarısı saçları olan genç asistan lavanta parfümü kullanıyordu. ‘Demek Raskolnikov ha! Hah…’ Kahkaha atıyordu, iki büklüm olmuş, hatta dizleri kaburgalarını kırıp içine girmiş gibiydi. Uzun hırkasının içinde yer çekimin istediği şekliyle göğüsleri de sarkmıştı. Sarkmıştı diyorum, Tanrı beni neden cezalandırdı şimdi anlamaya başladım. Ben ceza mı çekiyordum? Tekrar kendine geldiğinde genç asistan ‘Raskol’ dedi, ‘Raskolnikov ile senin tezinin ne alakası olabilir’ dedi. Ekledi:’ Hem de ekonomiden bahsediyorsun.’ İyice birbirimize yakınlaşmıştık. O an aptal olabileceğine inandığım bir arkadaşın sesini duymuştum:’ Hey, ne yapıyorsun orada, gelsene ders kaçacak!’ Zaten derse pek girmeyen bir öğrencinin en büyük kâbusu sanırım böyle aptalca bir çağırmayla beraber, sohbet etmeye çalıştığı genç asistanın ‘hadi gidiniz siz ama mutlaka bu konu üzerine konuşalım’ sözleri sonrası acı kahkahasıyla devam etmişti. Sınıfa filan gitmemiştim. Arkadaşa küfrederken, fakülteden çıkıp, kafelerin önünden geçip, eve gidip yatağa kendimi bırakmıştım.
...
YORUMLAR
Öncelikle üslup harika... Bir de yazar nasılsa ulaşabildiğim yerde diye aklıma geleni sormak hakkımmış gibi davranacağım, bunun için bu seferlik kusuruma bakmazsan sevinirim. Hikayeyi kafamda bir yere oturtabilmek adına: Kahramanımız katatonik mi?
HakkınSesi
Saygılarımla.
dayım felç geçirdi, iki senedir yatalak durumda.öykünüzü okuyunca tasvirlerin hepsinin yerinde ve neredeyse abartısız gördüm. devrimcilerin işi bayağı zor denilebilir. tebrik ederim.
HakkınSesi
Saygılarımla.