- 901 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
saten hikayesi
“Her günahın bedeli vardır”
-ÖNSÖZ-
Burada anlatılanların ya da kendini yavaş yavaş yazdırmış bu uzun hikâyede yaşananlar bilmiyorum sizlerin ne kadar ilgisini çeker;
Bir iş yerine yeni atanan memura sorulan ilk soruyu bilirsiniz ,yörük müsün,çerkez mi?
Tatar mısın ?Laz mısın?Kürt müsün yoksa?Arap?Hıc Ermenimisin diye soran olmaz ,yada ben Ermeniyim denmez..
Bu mirası yaşamanın hikâyesini anlatmalıydım.
Kimliklerin kaybolmadığı bir dünyada yaşamak umuduyla!
-Tavanarası-
2015
Eskişehir-TÜRKİYE
-NECİP-
Ben tavan arasında,kitapların arasındayım sevgilim!" diye bağırdı aşağı doğru. "Eski kitaplar bugünlerde çok para ediyor. Bir bakmak istiyorum onlara." Son sözlerimi duydu mu? "Orası çok karanlıktır; dur, sana bir fener vereyim." iyi. Mesele para değil aslında okuduklarımı tekrar tekrar okuyacağım.
Bütün hayatımca sürekli bir ilgi aradığımı söylerdi birisi bana. Gülümsediğimi gösteren bir ayna olsaydı; biraz da ışık. "Bir yerini kırarsın karanlıkta." Delikten yukarı doğru bir el feneri uzandı. Fenerli elin ucundaki ışık, rasgele, önemsiz bir köşeyi aydınlattı; bu eli okşadı. El kayboldu. Ne düşünüyor acaba?Eminim kaçık oldugumu düşünüyordur,kırkından sonra öğrenciliğe soyunmam ve pis yerde kitapların arasında pineklememden dolayı aslında haksız da sayılmaz.
Yıllardır bu tozlu, örümcekli karanlığa çıkmamıştı. Işığı gören bazı böcekler kaçıştılar. Korktu; fakat, yararlı olacağını düşünmek kuvvetlendirdi onu. Belki de hiçbir şey söylemeden başarmalıydım bu işi. Geçmişi araştırıp yazmalıydım,nerden geldiğini bilmemek en az nereye gideceğini bilmemek kadar kötü bence.
Bilmiyorum,aslında kafam karışık,araştırmak emek ve zaman demek, bazen karıştırıyorum; özellikle, başımda uğultular olduğu zamanlar,işte resimler; annesiyle babasının resimleri. Aralarında eski bir ayakkabı torbası, diz çöktü, yan yana getirdi onları,eski kitaplar ...
"Ruhumun yarısı"defalarca okudugum tren yolculuğu.
onlara bir yer bulabilir miyim? Koridorda, sandık odasında? saçmalıyorum,Neslihan nerdeyse burda dahi istemiyor kitapları;evin düzenini hızla gözünün önünden geçirdi.Aslında başlamaktan korkuyorum,belki anlaşılamamaktan,belki de gülünç olmaktan;ama korkarak yaşanmaz!başlamak bitirmenin yarısı olduğuna göre en uygun zaman başladığın zamandır düşüncesi ağır bastı diyelim,hem hayatın karşımıza neler çıkaracağını bilmiyoruz,mesleğimizi,yaşadığımız şehiri yada doğup büyüdüğümüz memleketimizi terk etmek zorunda kalıyoruz.Sadece çocukluk anılarımızı,sokaklarında koştuğumuz,köşebaşlarında dirseğimizi yaslayıp gözlerimizi kapatarak ona kadar saydığımız duvarlara veda etmiyoruz,ilk aşkımıza da veda ediyoruz,ilgisini çekmek için saçlarını çektiğimiz yolda yürürken düşmesi için çelme taktığımız,onun için öğretmenden azar işittiğimiz ilk aşkımıza da veda etmeyi öğretiyor hayat. işte alıp bir köşede unuttuğum kitap;Aytmatovdan "Gün olur asra bedel"uzun süreden beri okumayı istediğim bir kitaptı acaba "Beyaz Gemi" kadar sevecekmiyim bilmiyorum zira bir çocuğun iç dünyasını "Şeker Portakalı"kadar güzel anlatmıştı.Bu arada yazar Mihail Bulagakov’un doktorluğu bırakması da beni çok etkiledi,kitabını tamamlamak için mesleğini bırakması sanırım hayatındaki birinci önceliği yazmaya ayırdığını gösteriyor, yazma isteği o kadar güçlü ki toplumdaki konumunu,insanlara yardımcı olmak için büyük özveri gerektiren işinizi bırakıp hayatınızı tamamen yazmaya adıyorsunuz ancak yazdıklarınız baskıcı kominist rejim tarafından yasaklanıyor gerçekten çok üzücü olduğunu düşünüyorum.Yazmak bir çeşit hastalık yada bağımlılık ama zararsız bir alışkanlık olduğu kesin,çok okumanın doğal sonucu da olabilir zamanınızın büyük çoğunluğunu okumaya ayırıyorsunuz ve belirli bir zamandan sonra okuduklarınızı aktarmak isteğini hissediyorsunuz,devamlı damlatan musluğun altına konmuş bir kova misali artık taşmaya başlıyor ve siz taşan su damlaları ziyan olmasın diye koyduğunuz yedek kap gibi okuduğunuz cümlelerin satırların yada uzun sıkıcı tasvirleri dahi kağıda dökmeye başlıyorsunuz bu bazen karşılıksız sevilene yazılan uzun mektuplar şeklinde bazen anılar yada denemeler şeklinde olabiliyor.
Bir öykü yada roman yazmakla ilgili en çok merak ettiğim konu yazarın giriş gelişme ve sonuç kısımlarını hafızasında tasarladıktan sonra yazmaya başladığımı yoksa yazarken aniden fikir değiştiriyorlar mı bu sorunun kesin bir cevabı olamaz ama imkan olsa bununla ilgili bir anket yapmak isterdim tüm yazarlarla yüz yüze konuşmak imkanım olsaydı elbette... hepsi günümüzde yaşamadı ama büyük çoğunluk bence öyküyü zihninde şekillendirip sonuca bağladıktan sonra yazmaya başlamıştır.Öyküyü zihinde tasarladıktan sonra yazmaya karar verdiğinden emin olduğum bir kitap bana göre "Beyoğlu Rapsodisi" üç yüz seksen beş sayfalık kitapta katilin kim olduğunu son sayfalara saklayarak olayları akışına bırakmadığını düşünüyorum,kitabı bitirmek için oldukça sabırlı olmak gerekiyor yazarın diğer kitaplarına göre daha az sevdiğim bir polisiye romanı ben kendisini günümüzün Peyami Safası olarak görüyorum ,halk kütüphanesinde en çok yıpratılan kitaplar Ahmet Ümit’e ait olduğundan okumak için temmuz sıcağında yürüyerek gidip ödünç aldığım kitap oldu.İkinci olarak sokak ışıklarında okuduğum "Kağıttan Kadınlar "da tamamen aynı denebilecek derecede benzerliklere sahip, bu nedenle aynı zamanda ikisini de okumak itiraf etmem gerekirse sıkıcı oldu.Bu sıkıcı ortamdan neşeli ortama geçiş yapmak isteyenler varsa -aynı zamanda sayfaları çevirirken tebessüm etmek isterseniz- "Aslan Asker Şvayk"aradığınız güzellikte,polisiye romanlardan sıkıldığım bir zamanda elime geçti ve hafta sonunu tüm parasızlığıma rağmen neşe içinde geçirmemi sağladı bu nedenle yazarı Yaroslov Haşek’e bu güzel hafta sonu için teşekkür etmeliyim.Arka planda birinci dünya savaşı olmasına rağmen karakterleri seçiminde ve yalın cümleleriyle asla sıkmadan okunan eğlenceli bir kitap.Askerlik günlerimi anımsadım,zaman ne kadar hızlı!
Askerlik,evlilik,sosyal hizmetlerde yaşadığım meslek anılarım...
O yıllarda yaptığım ziyaretlerin hepsi de hayata sağlıklı olarak başlamış yaklaşık kırk yılı normal bir insan gibi yaşamış ve sıcak yatağında en fazla bir hafta iki dünya arasında gidip geldiikten sonra ruhlar alemine göçeceğini düşünen insanlardı.Hepimiz sabah erkenden kalkıp homurdanarak işe giderken bu günün "özürsüz"geçireceğimiz son gün olabileceğini bilmiyoruz,kafamızda faturalar,taksitler,ödenmemiş senetler,iş arkadaşları,açılamadığımız sevgililerimiz var.Hayatınızın kırk beş yılını memur olarak geçiriyorsunuz,iki kızınız var onları üniversite çağına kadar getirmişsiniz bir baba olarak vazifenizin büyük çoğunluğunu tamamladığınızı düşündüğünüz anda bir sabah uyandığınızda kollarınızda uyuşukluk hissetmeye başlıyorsunuz,bu hayatınızda önceden geçirdiğiniz kısa süreli kramplara benzemiyor ve karşınızda oturan kel kafalı beyaz önlüklü adam size beyin hücrelerinizin gayet istikrarlı bir şekilde öldüğünü milyonda bir yada iki kişide rastlanılan adını bile aklınızda tutmakta zorlandığınız bir hastalığa yakalandığınızı ve sayılı günleriniz olduğunu söylüyor.Beyninizde bir ur yok sağlıklı hücrelerin etrafını sarıp onları birer birer yutan kanser hücreleri yok ama önce kollarınızı sonra ayaklarınızı kaybedip yatağa mahkum bir hayatı sürmeye başlıyorsunuz,yaşadığımız her günün sağlıklı geçirdiğimiz son gün olabileceğini hiç düşünmeden zamanımızı hoyratça harcamaya devam ediyoruz,ben bu satırları yazmama imkan sağladığı için Allahıma şükrediyorum...
Düşüncelerden sıyrıldı sonra resimlerden birini aldı; feneri yere bırakmıştı, hangi resmi aldığını bilemedi. Yüksekçe bir yere koydu onu. Biraz telaşlanmıştı; dizini bir tahtaya çarptı. Sendeledi, yere düştü; hafif bir düşüş. Kalkmaya cesaret edemedi; emekleyerek fenerin yanına gitti. Bir torba daha. Boşalttı: Eski fotoğraflar!
Parmağını ıslattı diliyle; tozlar önce çamur oldu, sonra...onun resmini buldu ismine her zaman güldüğü siyah beyaz resimde kenarı mühürlü resim;işte geçmişten kalan son kişi;ve araştırması gereken oydu:SATENIK KIRKIRYAN.
Çocukken abisinin sık sık babasına aynnı soruyu sorduğuna şahit olmuştu;dedemin neden kimsesi yokmuş,baba?sonra üstünkörü cevapları hatırladı kimi zaman da sert bakışlarla bu konuyu açmamasını belirten yeşil gözler...
Kardeş apartmanında çocuk olmak demek kavgalarla büyümek demekti.Dört kardeş ve dört daire ve altı farklı "küsme"ihtimali,en üst kat en alt katla,ikinci kat birinci katla ikinci kat üçüncü katla üçüncü kat dördüncü katla...vs..vs..en üst katta gümüştaş ailesinin en büyük ferdi yaşardı yani teyzem,Cumhuriyet ilkokulunda okuyan ailenin en büyük ferdi,okulun ne kadar eski olduğunu düşünürdü hep Necip,teyzesi ile aynı okuldan mezun olduğu için,dördüncü katta yanlız yaşardı,yaşamının yarısına yanlız yaşayarak geçirdi,ayrıldığı eşinin gece geç saatlerde elinde içki şişesi ile sokak lambasının altında bağırıp mahalleyi ayağa kaldırdığı günler olurdu,bu adamın çok ünlü bir hafız olduğu söylenirdi bir zamanlar,ancak belirli zamanlarda akli dengesini kaybeden ileri derecede hasta bir haafız,kimine göre askerdeyken attan düşüp kafasından yara aldığı kimine göre doğuştan olduğu söylenen bir akıl hastası,ancak bin dokuzlü yıllaraının Türkiyesindeki bir güney doğu kasabasında elbette tanışarak evlenilmezdi.İlk zamanlarda ruhsal dengesiiniin yerinde olduğu zamanlarda çok zeki olduğu Kuranı defalarac hatim ettiği gür sesiyle dinleyenlere bir ziyafet veren bu din alimi köylerde ünlü bir hoca olarak nam salmıştı,ancak yaz mevsiminde elli dereceye dayanan sıcakların etkisinden belki ruh sağlığı bozulduğu zamanlarda bir elinde ayetler diğer elinde içki şişesi ile kasabanın meydanında bağırırdı.Bu kişi iile evlilik hayatını yürütmek çileye katlanmak demekti teyze için,dört çocuğunu büyüttükten sonra varın yoğunu satıp savuran bu akli dengesi bozuk hafızdan boşanmayı başaran teyze tek başına hem anne hem baba olmanın zorluğunu yaşadı,parasızlıktan Osmanın en büyük ağabeyi Hakan’a baktı,yokluk içinde hayata tutundu ve ikibinonlu yıllarda hayata veda etti,yaşamının son yıllarında bir anne için mümkün olabilecek en büyük acıyı yaşadı ,ilk evladını kırklı yaşlarda akciğer kanserinden kaybetti,bu darbeyi ilerleyen yaşında kaldırmak zordu,yanlız yaşadığı hayatında yalnız başına veda etti yaşama,necip defalarca çıktığı teras katında anneannesinin yakınlığını yaşadı ancak Osmanla koşup oynadıkları zaman fdazla gürültü çıkardıkları için teyzeleri tarafından sık sık uyarılırlardı,yıllar sonra ilkbaharın kendini hissettirmeye başladığı bir pazar günü anneanne bir hafta boyunca iki dünya arasında gidip geldikten sonra hayat gözlerini yumduğunda artık ailenin en büyüğü teyze olmuştu,o pazar günü teyzenin küçük ve büyük dayının ve annnesinin ağladığı gündü,bir asırlık ömrünü noktalamaya çalışan anneannenin "diğer tarafa"huzur içinde gitmesi için kasabanın ünlü din alimlerinden görüşler alınmıştı,çocukları barışmalı ve can çeken bu yaşlı kadının kulağına en büyük çocuk "Ana,çocukların barıştı"demesi gerekirdi ve barışın gelmesinden bir kaç gün sonra anneanne gerçekten yaşama veda etmişti.bir anne için ruhunu teslim etmeden önce bu cümleyi işitmek önemliydi elbet,ergenlik yaşına yeni girdiği yıllarda aklında kalan ise annesinin büyük ağabeyinin elini öpmesi ve "benim babam sensin" demesiydi,Osmanın babasının bir çocuk gibi ağlaması onun duygularının olması ve ölümün her yaştaki insan için acı olduğunun farkına varmıştı Necip.Anneanne öldüğünde Osman kasabada yoktu,Tıp eğitimi almak için ayrıldığı kasabaya bir daha dönmedi,ağabeyleri Teoman ve Hakanda üniversite eğitimi almak için gittikleri şehirlere yerleştiler,seksenli yıllarda her dairede en az üç çocuğun olduğu apartman yavaş yavaş boşalmaya başlamıştı,gurbete gidenler ve ahirete gidenlerle...
Okuduğu her kitabı yaşama yeteneği veren gizemli adam beyaz kürelerin bir araya gelerek oluşturduğu şekille son kattan sarkan ablasının üstünde belirdiği günden bu yana tekrar görünmedi Necip’e ama bu kabiliyet kitapların dünyasını açmıştı.Cumhuriyet ilkokulunda mızıka çalan öğretmeninin hediye ettiği kitap okuduğu ilk kitaptı ve kısa düz siyah saçlı esmer kız da ilk aşkı,okul bahçesinde "yağ satarım bal satarım ustam ölmüş ben satarım "oyunu oynanırken hep mendili Özlemin arkasına bırakırdı Necip ,onun kendisini kovalaması için ve yakalaması için ,hayatındaki en mutlu anları onun yanında oturup plastik fasulyelerle birlikte oynadıkları,defterlerine defalarca "Ali gel"yazdıkları andı,ve sekiz yaşına girdiğinde okul kapısında beklediği beyaz arabanın gelmediği an ise en üzücü andı,ileriki yaşlarda yine aşık oldu elbet ama çocukluk gibi ilk aşk da sadece bir kere yaşanırdı.Yıllar sonra evlenip baba olduktan sonra aşktan gözü kör olunca karısını ve oğlunu terk etmeye karar vardiği zaman okudu "Beyaz Gemi"yi.Babasız büyüyen bir çocuğun yanlızlığı anlatılıyordu,sayfalar ilerledikçe kendini kitapta buldu Necip.Yüksek bir tepeden denize bakarken...
İlerden kuğu gibi süzülen beyaz gemiyi gördü,acaba babası o geminin kaptanımıydı?birgün dönecek sıcaklığını hissettirecekmiydi?baba yeri gelince arkadas yada ağabey olabilirmiydi yoksa asık suratlı sık sık azarlayan kimi zaman döven anlayıştan uzak bir adam olabilirdi,aslında baba ne demekti?sözlük anlamını bildiği halde bu kelimenin anlamı zihnine yerleşmiyordu,kitaptan sıyrılıp hayatına döndüğünde ekmek almak için babasından aldığı parayı harcayıp eve döndüğünde babasının kulağından tutup parayı geri almak için harcadığı mağazada yediği dayağı hatırladı,on sekizine bastığında sabah erkenden kalkıp babasından para çalıp deniz kıyısına garsonluk için kaçmayı planladığı günü hatırladı,son anda yakalanışı ve kapı önünde tekrar yediği dayağı.."Adam olduğunu mu sanıyorsun ?"sorusunu yanıtsız bırakmıştı,adam olmak belki de on sekizine basmak değildi,kendi ayakları üzerinde durmak,o deniz kasabasında garsonluk yaparken sadece bir gün çalışıp ikinci gün kaçmak değildi adam olmak ve itiraf etmek gerekirse adam olmak çok zordu,bu uçsuz bucaksız maviliği izlemenin dalgaların sesini dinlemenin bir bedeli vardı.Bu bedeli ödemek için yeterli gücünün olmadığını hissetti Necip,Osmanın her yaz anlattığı yaz tatili öykülerinde bıkarak dinlerken bir taraftan da merak ederdi,deniz ne kadar büyüktü ve ne kadar derindi?Osmanın babasının fabrikasındaki mercimek yıkama havuzundan büyük müydü ve su sarı mıydı acaba ,her yaz tatilinde dayısının Osman’ı kucağına alıp havaya kaldırdıktan sonra denize fırlattığını biliyordu artık,kırmızı renkli arkası geniş arabanın içine yığdıkları eşyalarla sabahın erken saatlerinde yola çıkarlardı,yaz tatili kuzeni için kum ve güneşti ama Necip için farklı işyerlerinde çalışmaktı,-hayatı öğrenmek için - akraba çocukları yakınlardan birinin işyerine çırak olarak verilirdi.
Bu köhne yerde geçmişe dalıp gitmişti;bir ara dağa çıkan çocuklardan dahiler çıkabilir projesini başlatmak hayali vardı öğretmenlik yıllarında;bu cümleyi duyduğunda elindeki kitabı bırakıp serin bir yaz gecesi yıldızları izleyerek uyumaya çalışan bir genç çizdi ; kimilerine göre özgürlük savaşçısı kimisine göre terörist ...
son otuz yıldır hep gündemde olan gençler onlar;acaba bu gençler aşk hakkında ne düşünür?İlişkiye girenlerin infaz edildiğini anlatan bir röportaj okumuştum oysa serin bir yaz gecesi çimenlerin üzerine uzanıp sevgilinle birlikte yıldızları izlemekten başka ne vardır ki dünyada?
sosyal hizmetlerde çalıştığım yıllarda,hayatıma giren farklı insanlar vardı o yıllarda ...kocasından şiddet gören yada içki parası için satılan kadınlar,dayak ve tacize uğrayan genç kızlar,evden kaçıp kamyon şöförünün tecavüzü yüzünden kadınlığa özenen parlak delikanlılar Hayatımda eğitime ara verdiğim ama öğrenmeye devam ettiğim yıllardı,gece nöbetlerinde güvenlik görevlisi kanepede horlarken yatakhanede yorganın altında terk edildiği için sessizce ağlayan çocuk bana hayatı öğretti ve gençliğinde top peşinde koşarken kas erimesi sonucu yatağa mahkum olan iri mavi gözleri ile dağ köyündeki evinin penceresinden arabamızın geldiği yolu gözleyen Hüseyin de öğretti hayatı bana,hayatın hep düz olmadığını,hepimizin engelli adayı olduğunu öğretti,Hüseyin yatalak olunca tam bir kitap kurdu olmuştu,her ay ziyaretine gelirken ona kitap getirirdim,onu yaşama bağlıyan sadece kitaplardı ve ben onun okuma hızına asla yetişemezdim.Taze beyinlere zihnin en açık olduğu sabah saatlerinde karmaşık formülleri öğretmekle;aynı saatlerde televizyonun karşısında yeni uyanmış olmasına rağmen tekrar kestirmeye başlayan bir yaşlının sağlık durumunu sormak arasında kalmıştım aslında,bu kararsızlıkta egoistliğinde payı vardı ,neden mi?Çünkü gecede iki kitap bitirdiğim oluyordu ,daha önce yarım bıraktığım romanları penceremden serin havanın getirdiği çiçek kokusu ile birlikte heyecan içinde okuyordum,galiba okumak içinde yazmak için de tek koşul yalnız olmaktı.
Bu çatı katında geçmişi yeniden anımsarken teras katında sık sık ziyaretine gittiğim hayatının son yıllarını yaşayan ve hep türküler söyleyip ağlarken bulduğum beni kocasının adını ağzına almamak için "Necmettiiin"sen mi geldin kalıplaşmış sorusu ile karşılayan kişi aslında benim gençlik yıllarımda gerçek anlamda dostumdu,sanırım onun vefatı ile birlikte benim ilk dönem gençliğimde sona erdi.Ondokuzuncu yüzyılın başlarında doğmuş olan arkadaşım adeta yaşayan tarihti,işgalci askerlerin koca şapkalarını hala hatırlardı,çocukluğunda bulduğu altın kolyeyi babasının hep akıllı kızı olduğunu eski ve yeni alfabe ile adını yazmasını hep hatırlarım.Kangren nedeni ile ayak baş parmağı kesilmiş ve yukarı doğru kavis yapmıştı.Yaşadığımız kasaba adeta çöl iklimi diyebileceğimiz kurak yazın gölgede kırk dereceyi aşan kış mevsiminde ise batı şehirlerimizde ancak ilkbaharda yada yaz başında göreceğimiz havaya sahip güneşin yüzünü eksik etmediği gökyüzünün hep açık mavi olduğu bir yerdi ve bindokuz onikide bu kasabaya kar yağmıştı.Kar yağışının tüm gün devam ettiğini evlerin çatılarının hizasına ulaştığını dinledim ve bir çocuk için en mutlu anlardan biridir kara hasret kalmışken sabah uyandığında etrafın beyaz gelinlik giymiş olması ve saatlerce süren oyunun sonu kangren ile neticelenmişti,çocukluğunda kaybettiği iki parmağı evlenme çağı geldiği zaman sık sık karşısına çıkmıştı,hayatında unutamadığı kişi yedi yıl süren nişanlılık döneminden sonra ayrıldığı Mustafa ....
Bu dünyada doksan iki yılı bitirmek üzereydi ama hala ona olan öfkesi bitmemişti,onu dinledikçe ilk yıllarda insanların devrime daha bağlı olduklarını gözlemledim.Başkentten uzak güney kasabasında çarşafla gezerken bekçi bizi çağırdı dedi birgün annem ve ben korktuk,acaba suçumuz nedir diye sorduğumuzda artık çarşafla gezmek yasaktır dedi bekçi,sanırım bekçi devrime sıkı sıkıya bağlı görevini aksatmadan yapan bir memleket sevdalısıydı.Anıları arasında yeni harflerinde yeri vardı,babam bir gün beni dizine oturup yeni harflerle "Bahriye"yazdı derdi ve bunu aynı heyecanla anlatırken havaya adını yazardı.Adaşım olan eşinden hep kötü anılarla söz ederdi çoğu zaman dayak yediğini sadece kendisini değil aynı zamanda çocukları da dövdüğünü anlatırdı özellikle dayımı satırla kovaladığını sokakta araya giren esnafın sainleştirmesi sayesinde o yıllarda ilkokula devam eden dayımın ölümden döndüğünü anlatırken korkudan ım nefretten mı bilmem titrediğini hissederdim.Dayımı sadece merdivende inerken yada daha yavaş tempoda çıkarken görürdüm,onun hakkında her şeyi dostumdan öğrenirdim ne kadar azimli olduğunu okumayı çok sevdiğini ve hep dört çocuğun içinde en kıymetli evladının dayım olduğunu sık sık tekrarlardı,annemin yada teyzemin yada küçük dayımın ikinci planda evlatları olduğunu belirtirdi.Büyük dayımın onun için neden bu denli önemli olduğunu anlayamazdım ancak azimli biri olduğu kesindi,vekil öğretmenlik yaptığı yıllarda çalıştığı okuldaki "asil"öğretmenlerden tarafından bir şekilde hor görülmesi nedeni ile odaya kapanıp günlerce çalışarak öğretmen okulunu başarı ile bitirmesi ve bu küçük kasabanın ünlü dava vekilinin öğretmen kızı ile evlenmesi onun fakir ve kısmen yetim olduğu delikanlılık yıllarının ardından varsıllık yıllarının başlamıştı,bir çok açıdan hareketleri ile ilklere nasip olmuştu,kasabamızda ilk telefonu ve ilk arabası olan sayılı fabrikatörlerdendi,üstelik çoğunluk tarafından tanınırdı,bu şöhretin sebebi yardımseverlikti,poşetlere böldüğü bakliyat çuvallarını fakirlere taksim eder kurban bayramında yine yardım dağıtma ve toplama faaliyetlerinde bulunurdu ve şimdi kanser ile boğuşmaktaydı,gençliğinin teras katında orta yaş döneminin ise çatı katında geçmesi ne tuhaftı!
Beni etkileyen iki renk vardır,çocukluğumda basketbol müsabakasının oynandığı zeminin rengini beyaz sanırdım,o nedenle ilk kez sarıdan etkilenmiştim,ikinci renk ile on yedi yaşında tanıştım güneyde bahar aylarında yeşil bir denizi andıran buğday tarlası...
Hafif rüzgar ile salınan buğday filizlerinin yaz mevsimi ile renk değişmesine şahit olmuştum,ve çocukluğumda çalıştığım baklava ustasının yanında sıcak şerbetin dökülmesi ile birlikte sarı dilimlerin tepside hop oturup hop kalkerken yufkaların arasında ince bir çizgi gibi süzülen antepfıstığının yeşiline de şahit olmuştum ama yaşadığım coğrafya beni gökkuşağının bu renginden mahrum bırakmıştı bununla birlikte doksanlı yıllarda hepimizin hayatına yeni girmeye başlayan yetmişlerdeki sayfiyelerin yerini almaya başlayan -elbette ilk olarak yüksek gelir düzeyli insanların- sahip olduğu yazlık evler.
Gerçek anlamda yüksek gelirli bir aile ile tanışmam duvarların yıkıldığı ve birinci körfez savaşının yaşandığı yılda gerçekleşti.
Bu zengin aileyi bir yaz günü ziyaret ettik,ergenlik çağında hepimizin zorlandığı anlar misafirlikte geçirilen sıkıcı dakikalardan ibarettir çünkü büyüklerimizden yönergeler alırız,"Hoş geldin"desene,amcanın yada teyzenin elini öpsene,misafire terlik yada kolonya tutsana...vs.Beni her zaman sıkan bu sohbetler aşırı resmi bazen de aşırı sahte gelirdi,ayrılmadan önce adeta kader arkadaşı gibi dertleşen bayanların kapı önünde uzun sohbetlerin ardından dış kapının kapanması ile birlikte adeta birer düşman haline gelmesi ve bu büyük dönüşüme şahit olmam bu sahte dostluklardan ve dolayısı ile misafirlikte bulunmaktan nefret ettirmişti ancak buyur edildiğimiz geniş salonda balkon kapısının önünde hafif açık bırakılan tül perde rüzgarın etkisi ile hareketlendiğinde vurulmuştum adeta,bu renkle daha doğrusu bu rengin bu tonu ile ilk kez karşılaşmıştım,demek yaşamda farklı tonlar vardı,zenginlik belki de buydu,biz fakirlerin görmediği tonları görmek,evet ben laciverti o gün sevdim,çünkü ilk kez denizi gördüm.Uçsuz bucaksız denize bakarken NEslihan ile evleneceğim zaman yapacaklarımı hayal ederdim ve sayfalar dolusu mektuplar yazardım ve şimdi ondan kaçmak yanloız kalmak için kitaplar resimler arasında sessizliğin ve karanlığın tadını çıkarıyordum;artık mektup yazmak aşkımız gibi demode oldu galiba...kısa ve de büyük bir hızla yazılan üstelik yazılırken de telefonun tuşlarına bakmadan yazılan mesajlar sevgilinin kokusunu aldığınız,günlerce postacının yolunu gözlediğiniz günleri tarihe gömdü.Arşivde artık aşk mektupları,bayramdan yada yılbaşından önce atılan simli kartlar,altmışlık yada doksanlık olarak ikiye ayrılan kasetler,içini açıp tekrar sarmak için saatlerce uğraştığım,kayıt yapmak için üst kısmındaki boşlukları pamukla doldurduğum,televizyonun yanına koyduğum hoparlöründe gökkuşağı gibi renkli ışıkları olan kasetçaların içinde ağır ağır dönen kasetler.Öğretmenlik yaptığım günlerden birinde arka sıralardan gelen müzik sesini duyduğum zaman "Şu teybi kapatın "dediğimde teybin ne olduğuna dair en ufak bir fikri olmayan gençlerin sorgulayan bakışlarına maruz kalmıştım,onların haklı olduğunu unutmuşum,walkman ile yaptığım uzun yolculukları,gecenin sessizliğinde horlayarak uyuyan orta yaşlı göbekli yolcularla dolu,ayak ve nefes kokusunun karıştığı bir ortamda ,hayatımın on sekiz yılını geçirdiğim güneydoğu kasabasından üniversiteli olmak amacıyla ilk kez batıya "açıldığım"yaklaşık bin kilometrelik uzun yolculuğu hatırladım.O yolculuk hayatımda bir devrin kapanması demekti benim için,aslında tüm gençler için de sanırım aynı anlamı taşır,bağımsızlık demektir üniversite hayatı,evden uzaklaştıkça türlü hayaller kurarsınız,ilk hedefiniz bir kız yada erkek arkadaş bulmaktır,artık kendi ayakları üzerinde duran birey olduğunuzu sandığınız için özgürlüğün ilk koşulu hemen sevgilinizle eve çıkmaktır.karşı cinsten arkadaş bulmak hayatınızın birinci öncülüdür,okulu kaç yılda bitireceğinizin önemi yoktur,arkadaş bulmak için kantinde tek başınıza saatlerce etrafa baktığınızda olur,derse girip sınıfta gözlerinizle uzun süren aday arayışlarınız da olur.Çocukluğumu geçirdiğim kasabanın etkisinin ne kadar çok olduğunu ilk kez üniversite hayatımın ilk günlerinde fark etmiştim.medeni cesaretimin ne kadar az olduğunu,insanlarla diyalog kurmak için çok zamana ihtiyacımın olduğunun farkına vardım.Sınıf arkadaşlarımın arasında çok hızlı kaynaşıp gönül ilişkilerinin başladığının farkına vardığımda ben daha yeni yeni selamlaşma ve hal hatır sorma aşamalarına gelmiştim ama şunu da belirtmeliyim ki en hızlı kurulan ilk üç ilişki de mutlu sona ulaşamadı,okul bittiği zaman herkes bahsettiğim altı kişinin nikah masasına oturacağını sanıyordu ama her üçü de beş yıl süren bu ilişkilerin ayrılıkla noktalanması da ben dahil bir çok arkadaşım için sürpriz olmuştu.Üniversite yıllarımı lisans ve yüksek lisans yıllarım olarak ikiye ayırmam gerekecek,yüksek lisans yada diğer adı ile yanlızlık yıllarım gündüzleri lisede öğretmenlik yaparak akşamları ise üniversite kütüphanesinde kitap okumakla geçti.Lisans dönemi arkadaşlarımın büyük çoğunluğu artık yoktu,sanki bana büyü yapılmıştı ve bundan sonraki yıllarımı hep üniversite kütüphanesinde geçireceğimi sanmaya başlamıştım,ne tam olarak öğretmen olduğumun farkındaydım ne de öğrenci,gündüz resmi kıyafetimi giyip,derslerime girdikten sonra ceketime ve kravatıma veda edip kumaş pantolonun yerine kot pantolonumu giyerek akşam yemeğinden sonra kampüsde dolaşmaya başlardım,beni çok etkileyen üç kitabı bu dönemde okudum.Üst ranzada güneşin batışını izlerken jostein gardner’in ünlü Sofinin Dünyasının sayfalarını büyük bir merakla çeviriyordum,sanki yeni bir dünyaya adım atmıştım,artık onaltı yaşında girdiğim büyülü alacalı matematik dünyası yerini çekici ve gizemli felsefe dünyasına bırakmıştı,"Kimsin?"sorusu ile başlayan bu kitaptan sonra edebiyat öğretmeni arkadaşlarımın ilköğretim yıllarında okuduğu "Simyacı"sayesinde artık kütüphanede sadece QA bölümüne bakmanın her akşam aynı yemeği yemek ile eşdeğer olduğunu fark ettim.Bu iki büyüleyici kitaptan sonra bir çocuğun tertemiz yüreğini kusursuz şekilde anlatan "Şeker Portakalı"nın son cümleleri ile hüzünlendim.Bu üç kitap sayesinde artık edebiyat raflarının önünde gezmeye başlamıştım ve bu rafların en üst sırasının büyük çoğunluğu bana göre Türk halkının tüm özelliklerini iyi tanıyan,kalemi çok güçlü olan Aziz Nesin kitapları ile dolu idi.
Yanlızlığım sayesinde daha çok okumaya başladım,oda arkadaşlarımın hepsi lisans döneminde olduğundan belki de çok fazla ortak noktam yoktu bu nedenle sohbet etmekten çok okumak daha cazipti,hayatımda askerlik dönemine kadar bu sistem devam etti,askerlikle birlikte kitap okuyacak zamanımın olmayacağını sanmıştım,ilk aylar için bu sanı doğruydu ama temel eğitimden sonra gece çalışmak zorunda kaldığımdan uzun kış geceleri yine okuyarak geçirmeye başlamıştım .
ilk okuduğum denemeler kitabı Montaigne idi hatta bu kitabı çocukluğumda okuduğumdan başka denemeler kitabı görünce kendi kendime Montaigne’in kitabını çalmışlar diye düşünürdüm elbette denemelerin bir tarz olduğunu anlayacak yaşta değildim !günümüz insanının en büyük sorunu bu "tembellik" koşmadan spor yapmadan zayıflamak ,okumadan araştırmadan öğrenmeye çalışmak,kısa zamanda zengin olmak için şans oyunlarına yada kumara başvurmak,artık birçok şehirde şans oyunları oynatan "cafe"ler var okumaktan nefret eden insanlar masa başında homurdanarak spor gazeteleri okuyup atların sağlık durumlarından futbolcuların sakatlık durumuna kadar her türlü bilgiyi almak için kütüphane kadar sessiz bir ortamda saatlerce ders çalışıyor bu enerji bilime harcansa ülkemiz epey ilerleme kaydederdi!Ortaöğrenimimi yeni tamamladığımda anket yapmak amacıyla gittiğim güneydoğu vilayetlerinde en fazla gördüğüm kıraathanelerdi,hepsi dolu olan ve ikisinin arasında en fazla dört işyeri olan bu mekanların fazlalılığı sanırım sorunu anlamanız için yeterlidir bu sorunu tamamlamak için yıllarca akademik kariyer yapıp rapor yayınlamaya yada iktidara yakın olmak için şu anki muhalefet iktidara gelirse ülkemiz için felaket olur şeklinde tamamen "yalakalık"yapmak amacıyla beyanatlar vermeye gerek olmadığını düşünüyorum.Bu şehirler hakkında hatırladığım devamlı tepemizde dönen helikopterler ,aile çay bahçesinde okey oynarken dizlerinin üstündeki silahı masa örtüsü ile örten insanlar ve ilginç bulduğum Midyat şehridir. Müslümanlar ile Hıristiyanların bu kadar iç içe olması ve boynundaki haçla özgürce dolaşan genç kızlardı aynı manzarayı yıllar sonra Rumeli caddesinde görmüştüm.bir şehirde farklı inançtan olan insanların olması çok güzel o ülkenin ne kadar hoşgörülü olduklarının bir kanıtı,sanırım minareye bile tahammül edemeyen ve her fırsatta medeni olduğunu ileri süren Avrupaya da verilecek en güzel cevap ülkemizde farklı inanç ve mezhepten olan insanların bir arada yaşaması.Osmanlı imparatorluğu zamanında atalarımız bunu kusursuz bir şekilde uygulamışlar sanırım çağdaş değerlere en çok sahip çıkan imparatorluğun gerilemesinin dahi üç yüz yıl sürmesi buna bağlı sanırım saray entrikaları olmasa daha uzun yıllar imparatorluk Akdenize hakim olmaya devam edebilirdi,saray entrikaların çok güzel anlatan Ann Chamberlain’den Safiye Sultan serisini okumanızı tavsiye ederim,kendi yazarlarımızdan Hıfzı Topuz’un "Meyyale"si de bana tarihsel romanı sevdiren ilk kitap olmuştur.Tarih ilkokul yıllarından beri sevdiğim bir dersti özellikle savaşların yapıldığı tarihleri ezberlemek hoşuma giderdi bu nedenle ilkokul öğretmenim bana "kronolojik çocuk"adını vermişti,sanırım rakamlar o yıllarda bana cazip gözükmeye başlamış,gözüme hoş gelen rakamların Araplar tarafından keşfedildiğini ise ancak lisans öğreniminde bilim tarihinde öğrenmiştim.Bu dersde Georges İfrah’ın "Rakamların Evrensel Tarihi"adlı serisini okumuştuk bir matematik öğretmeni olan yazar birgün derse girdiğinde öğrencisinin "Hocam,rakamlar nerden geliyor?"sorusuna yanıt aramak için mesleğini bırakarak dünya turuna çıkmış gittiği şehirlerde bulaşıkçılık yapıp geçimini sağlayarak bu kitabı oluşturmuştu.Şimdi bu kitabı kitapçıların "ucuz kitap"bölümlerinde görünce itiraf edeyim ki hüzünlendim.Sanırım öğretmenlerin hayatında öğrencilerin ne kadar rolü varsa aynı şekilde öğrencilerin hayatında da öğretmenlerin etkisi var,düşünsenize Gauss’un matematik öğretmenin başı ağrımasa belki bu deha daha geç farkedilecekti,hikayeyi duymayanlar için kısaca anlatayım,ders anlatmak istemeyen matematik öğretmeni öğrencilerin meşgul olmasını sağlamak amacıyla birden yüze kadar olan sayıları yazıp toplayın sonucunu bana getirin der zavallı adam yaklaşık on saniye sonra Gauss’u elinde defter ile masanın yanın da dikildiğini görünce acaba ne hissetti cevabın beşbin elli olduğunu biliyorsa nasıl bu kadar çabuk buldu deyip şoka girmiş olabilir eğer öğretmen cevabı bilmeden bu soruyu sordu ve cevabın doğru olduğunu görünnce o zaman şoka girme süresi biraz gecikmiş olacaktır.Her iki durumda da onun yerinde olmak istemezdim,bu olay seksenli yıllarda bizim ülkemizde olsa zavallı Gauss öğretmenden temiz bir sopa yer yerine otururdu sanırım.Aramızda herkes matematikçi olmayabilir bu nedenle Gauss metodundan kısaca bahsedeyim.Sınıf arkadaşları önce bir ile ikiyi toplarken o bir ile yüzü toplamış ve yüzbir bulmuştur,sonra iki ile doksandokuzu toplamış gene yüzbir bulmuştur,sonra üç ile doksansekizi toplamış gene yüzbir bulmuştur bu şekilde elli tane yüzbire ulaşacağına karar veren Gauss elli ile yüzbiri çarpmış ve cevabı bulmuştur:Beşbin elli sanırım o sırada arkadaşlarının bulduğu en büyük rakam en fazla ellibeştir.Galiba deha olmanın sırrı burda saklı belirli bir sıra ile toplamak yada planlı hareket etmek yerine özgün olmak hiçbir kalıba girmemek...
Geçen gün arkadaşlarımla şehir merkezinde buluşacaktık ve ben bir saat içinde her zaman oyun oynayıp bitince bribirimizi çekiştirdiğimiz kafede olmalıydım,hava aydınlıktı bu güzel havayı yürüyüşle değerlendirip zayıflamaktı niyetim,belki faydası olur, aç yürümek dedim kendime ama çok da uzatırsam geç kalıp „nerde kaldın?"sorusu ile muhatap ılmak ye rine artık kullanlımayan -yani artık defin yapılmayan- mezarlıktan geçip yolu kısaltmaya kara verdim.
Yaşamin insana dayattığı ihtiyaçlar ruhumu sıktığında tek gezinti yerimdir.Çünkü yaşadığımız dünyanın bencil ve gürültülü ortamında ,öteki dünyanın ihtiyaçları unutturan huzurlu bir yapısı vardır.Ahiret hayatının tertemiz ikliminde ne hırs ne de kıskançlık vardır orada Allah’tan başka herşeyden uzaklaşırım.Varlığını mezarlığın ortasında hissetmek kimi zaman bebek mezarlarına bakıp sadece bir yıl yaşamış diye matematik yapmak bu mezardan her geçişimde zararsız bir alışkanlık haline gelmiştir.Yolu kıasltmak için seçtiğim bu kullanalımayan mezarlığın sanki eski bir krater gibi yapısı var,ilerledikçe daha da derine iniyorsunuz şehir merkezine giden en kestirme yolun burdan geçmesi benim kimi zaman „silistreli Ayşegül KARADENİZ"yazısını kimi zaman yarısı silinmiş „Hüvelbaki" yazısını okurken diğer taraftan da elimde bilmem hangi üniversiteden emekli olmuş yabancı bir felsefe profesörünün hayatını anlattığı pek de kalın olmayan mavi kitapl ı kitabında sayfaları hızlı çevirmeye başlamıştım,daha geçen hafta ;ülkemizde bir üniversiteden emekli olan felsefe hocasının beşyüz sayfa boyunca akademik hayatında meslekdaşları ile didişerek geçirdiği yılları ve bilmem hangi vilayetin köyüne bir kır evi yaparken karşılaştığı zorlukları anlattığı ve yazılırken araştırma yapılmadan emek harcanmadan yazıldığı her hali ile belli olaN KELEPİR KİTaplar kısmından ucuza aldığım bu kitap nerdeyse beni felsefeden soğutacakti bu mavi kitap isabet oldu da en azından emek verildiği anlaşılan samimi olarak felsefeyi seven bir yazardan okuma şansına ulaşmıştım.Sağım solum sessizlik örtüsüne bürünmüştü.Kimi zaman kuş sesleri bu güzel bahar havasında bir yandan yaşama isteği uyandırırıken şehir sesleri yine de rahatsız edici hünerini gösteriyordu.Burada hayat namına ne varsa yok olmuştu ben dekendi sessizliğime dalmıştım.Hepimiz şüphesiz ölümü tadacağız karşı tepedeki mezarlara bakarak şöyle dedim:"Merak etmeyin ,yakında ben de aranızda olacağım"Mezarlığın genişiliği gözlerime kıyamet alameti gibi gözüktü ,zihnimde bir resim canlandırdım;kefeni üstünde sayısız ceset üstüme doğru gelirken ben bu kraterin en derin yerinden yükseklere çıkmak için çabalıyordum,heyhat!çamurlu ayaklarım geçen gece sabaha kadar yağan
Yağmur ile işbirliği yapmıştı ,her denememde netice aynıydı tekrar çukurun dibinde buluyordum kendimi;çocukluğumda lavobadan çıkmaya çalışıp her seferinde düşen hamamböceği gibi...
Zavallı ölüler en dipteki çukurda mahşer yerinde toplanıyor sanki hesap vermeye hazırlanıyordu;birden benim gibi kestirme yolu tercih eden baba ve çocuğu görünce düşler aleminden uyandım.Sesimi duyana kadar yaklaşınca „Selamin Aleyküm!"dedim.
LÜBNAN,1915
-Alpinaryan Kırkıryan-
DAR SOKAKLARI kerpiç evleri olan bir sokakta çarşaflı kadınların bir köşede dedikodu yaptığı bir topluluk içindeydi ,parası yoktu.dileniyordu. Caminin önündeydi. Büyük bir camiydi bu. Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı pencereleri filan hepsi tamamdı. Özellikle avlusu: dilenenler için en önemli yer. Bir kenarda duruyordu. Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipliği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarısızlığına üzülecek kadar düşünemediği için dilenirken de başarısızdı. Küçük kaplar içinde mısır satmadığı için, çocuklarla ve kuşlarla birlikte,şarkılar söyleyip başkaları adına sevap işleyemezdi,konuşamadığı için, bu bakımdan da başarı kazanması oldukça güçtü. Caminin duvarına yaslanmaktan başka ilgi çekici bir eylemde bulunmuyordu. Hatta henüz avucunu açma teşebbüsüne bile geçmemişti. Bununla birlikte, güvercinlerin ve mısır kaplarının ve caminin eğimli bir duvar çıkıntısına dizilen dinsel kitapların ve halkı bazı toplumsal kötülüklere karşı uyaran-ve makbuz mukabili iyilik işleriyle uğraşanların yoğunlaştığı sırada, onu sakat sanan başörtülü ve çarşaflı kuru bir kadın, bu gönülsüz dilencinin avucunu çevirerek içine biraz para koydu. Belki de o sırada oldukça yüksekte duran güneş yüzünden gözlerini kırpıştırdığı için paraya bakmadı; belki de gözü, caminin iç avlusunda oynayan çocuklara takıldığı için avucunu kapamayı unuttu. Bütün bunlar, günün ilk hayırseveri biraz uzaklaştıktan sonra olmuştu. Kadın onun yüzüne bakarken, bilerek ya da bilmeyerek hiç oynatmamıştı gözlerini. Bu yüzden ilk müşterisi onu kör sanmıştı. Avucuna düşen başka bir paranın sesiyle kendine gelir gibi oldu: Kendisi gibi elbisesi yırtık, sakalı uzamış bir adam gördü başını kaldırınca. Sonra, eski bir halıdan yapılmış torbasını sinirli hareketlerle karıştırarak bozuk para çantasını arayan genç kız çıktı karşısına; büyük bir para elini ağırlaştırdı, öteki bütün paralan kapadı. Kucağındaki kundak çocuğuyla karanlık bir kadın çömeldi yanına. Bir süre, iki leke gibi, duvara dayalı durdular. Sonra, açık leke avlunun ortasına doğru yürüdü. Kara cüppeli ihtiyarın kulübesinden bir baston uzandı bacaklarına; neredeyse düşecekti. "Beni şadırvana kadar götürüver," diye söylendi ihtiyar, aksi bir seste. Kulübesi, tekerleklerin doğrultusunda itilince, "Oraya değil," diye tepindi ve dışarı çıktı; istediği yöne çevirdiler tekerlekleri.
İhtiyar, kulübesinin açık yanını hırsla örttü; başka bir duvarından küçük bir pencere açtı. Oradan öfkeyle baktı avluya. Gölgede bıraktı ihtiyarı; gitti duvara yaslandı ve paralarını seyretti. "Sağlam adamsın; utanmıyor musun dilenmeye?" Şişman bir adam duruyordu yanıbaşında: "Bir iş verilse çalışmazsın." Şişmanın yerde duran bavuluna baktı, iki eliyle tutup kaldırmaya çalıştı yükü; başaramadı. Sonra bir hamal gördü uzakta, becerikli. Onun gibi yaptı: Çömelerek sırtını bavula dayadı, sapı kavradı; olmadı. Şişman adamın da yardımıyla yüklendi sonunda. Yolda, "İki buçuk liradan fazla vermem," dedi ince sesiyle şişman. Yan yana yürüdüler. Rıhtıma yaklaşınca sırtındaki yükle birlikte yere çöktü. Bavul sahibi durdu ve bir süre kararsız kaldı; sonra uzattı parayı. Galiba ona biraz acınmıştı. Vapura da girebilirdi ayrı bir ücretle; fakat, hamallar örgütünün duvarım yaramadı. Sonra, vapur iskelesinin duvarında dilendi biraz. Yeniden yük taşıma ihtimali belirince kenara itildi. Biraz hırpalanmıştı, hafifçe sallanıyordu olduğu yerde. Onu, günün bu saatinde sarhoş olmakla suçlayanlar çıktı; gene de oldukça iyi iş yaptı. Sonra gene bavul, sandık filan (rıhtıma kadar). Onu sağlam sayanlarla sakat sananlar arasında gitti geldi. Belki daha çalışacaktı. Fakat, iyi giyimli bir bay, ona para vermek için tam elini cebine soktuğu sırada, yanlarından geçen bir kadının kucağındaki çocuk bu kılıksız adama bakarak ağlamaya başlayınca parayı beklemeden yürüdü; hemen karşı kaldırıma geçti.
Cami avlusuna gelince bir kemerin altına girdi, loş ve serin duvarın dibinde parasını saydı; sonra karşı duvardaki simitçiye bütünletti, biraz da bozuk para kaldı. Yürüdü, kalabalık bir sokağa çıktı; insanların arasına karıştı yeniden. Yorgun ve terli iki hamalın ortasında duran oymalı, yaldızlı büyük bir boy aynasında kendini seyretti: Ceketi yoktu, gömleği parça parçaydı. İstemeyerek iki serserinin kavgasına karıştığı, onlara aracılık ettiği bir sırada yırtılmış olan gömleğinin parçalarını üst üste getirdi aynaya bakarak; pantolonunu tutan ipi çözdü, daha sıkı bir düğüm attı. Sonra aynayı götürdüler; yırtık pantolonunu ve çorapsız ayaklarına geçirmiş olduğu lastikleri seyredemedi. Yavaş yavaş yürüdü; dar ve kalabalık sokaklardan, dar ve kalabalık sokaklara geçti. Yürüyen insanların gürültüsüne sokak satıcılarının sesleri katıldı. Sonra satıcılar, belirli ve sabit yerler almaya başladılar kaldırımlarda: Önce kısa ayaklı tezgâhlar göründü; tezgâhlar yükseldi, sırıklar ve tentelerle donandı. Güneş kayboldu; sıcak azaldı ve sokakların üzerinde yürüyecek yer kalmadı. Nereye asıldıkları belli olmayan elbiselerin ve kumaşların arasına sıkıştı; durmak zorunda kaldı. Rüzgârın ya da gelip geçenlerin salladığı beyaz bir manto süründü yüzüne. Uzun ve aydınlık bir manto. Kloş etekli, kocaman düğmeli bir hayalet; geniş yakalı, serin. Hafif bir rüzgâr çıktı; iriyarı, esmer ve görünüşü taşralı satıcının elbiselerini belli belirsiz dalgalandırdı. Yalnız beyaz palto kımıldamadı; ağır bir kumaştan yapılmış olmalıydı. Onu seyreden satıcı, sessizliği bozdu sonunda: "Ne o? Satın mı alacaksın?" Karşılık vermedi. Gülümseyerek yere tükürdü satıcı; yüzünde yarı kurnaz, yarı ilgisiz bir ifade vardı.
akıcı bir güneş vardı. Adımlarını yavaşlattığı halde, alnından kayan ter damlaları sakalını ıslatıyordu. Büyük bir köprünün üstünde parmaklıklara yaslanarak bir tarak satıcısının gölgesine sığındı. Mantosuyla, sakalıyla ve gelip geçenlerin üzerinden aşan bakışlarıyla satıcıya yaran dokundu; işsiz güçsüz takımından, onu seyretmek için duranlar oldu; ağır yük taşıyanlar, tam orada dinlenmeyi uygun buldular. Birkaç tarak satıldı bu arada. Hareketsiz, ifadesiz, öylece durduğu için önce yanma yaklaşamadılar. En çok konuşulan yabancı dildenbildikleri birkaç kelimeyi onun üstünde deneyenler çıktı. "Bu adam turist değil," dedi birisi. "Kendini yutturmaya çalışıyor." Bir başkası da yabancı dilden bir küfürle yokladı onu. Karşılık alınamadı. Cebinden Amerikan sigaraları görünen bir tombalacı, "Yok yahu, bu herif ingiliz,belki de ajandır " dedi. Sonra ona dokundular, çekiştirdiler; canlı olduğu anlaşıldı. Yürüdü, oradan uzaklaştı. Köprü uzundu; başka satıcıların yanında da dikildi bir süre. Hatta bir tanesi, filtreli sigaralar satan kasketli bir genç, kendi yerine bıraktı onu, çişe giderken. O kısa süre içinde beş paket sigara, üç kibrit satıldı. Satıcı dönünce de birer filtreli sigara yaktılar kendi tezgâhlarından; parmaklıklara dayanıp, balık tutanları seyrettiler konuşmadan üst iki düğmesini çözdü, gene de serinleyemedi. Alnına biriken sildi. Köprünün ucuna çevirdi gözlerini; karanlık sokaklar vardı orada ;eliyle belirsiz bir hareket yaptı satıcıya ve ayrıldı oradan.
dar bir sokakta bir vitrinin önünde durdu. Kendini seyretti. Kumaşların, elbiselerin ve satıcıların dükkânlardan taştığı bir sokaktaydı. Müşterilerin yolu kesiliyordu. Bir süre sonra, vitrinin gerisinden gözetlendiğini sezdi. Şişman dükkân sahibi, düşünceli küçük gözleriyle onu süzüyordu. Sonra, geniş bir gülümseme kapladı yuvarlak yüzü; gözler kısıldı, kayboldu. "Baksana sen buraya," diye seslendi, şişman gövdesiyle kapıyı tutarak. "Nereden buldun onu" Baktı; karşılık vermedi. Başka birisi yaklaştı o sırada yanına, kolundan tuttu. "Hey mister!" dedi. Anlamadığı dilden bir şeyler anlattı. Olmadı. Sözlerini elleriyle destekledi; ayrıca, kollarıyla da açıklamaya çalıştı ne istediğini. Olmadı. Yerde duran bavulunu açtı, saydam kâğıtlara sanlı gömlekler çıkardı içinden eline tutuşturdu. Parmağını mantonun büyük düğmelerinden birine dayadı, "Sen turist," dedi.
Onu vitrinin önünde öylece bıraktı, sokağın köşesine gitti. Şişman adam, dükkânının kapısında sonucu bekliyordu. Biraz sonra , göğsünün kıllan gömleğinin çiçekleri arasından kara bir çalı gibi fışkıran bir genç durdu önünde; gömleklere baktı: "How much?" dedi. Genç adamın yüzüne bakıldı sadece. Sokağın köşesindeki asıl satıcı hırsla ayağını yere vurdu. "Herif esrarkeş," diye homurdandı. Kıllı genç müşteriyi kaçırmamak için yanma yaklaşarak, "Sağırdır," dedi kırmızı pantolonlu genç. Asıl satıcı, mantolu adamın yüzüne öfkeyle baktı; kararsız durdu bir süre, sonra kulağım onun ağzına dayadı.
"Ben dilinden anlarım."
"İçeri gelsene biraz." Durdu, düşündü: "Öyle ya, anlamaz." Bavullu Satıcının yolunu denedi: "Sen gelmek dükkân burda," dedi ve daha fazla beklemeden onu kolundan tutup içeri çekti. Tezgâhtarla birlikte bir süre çevresinde dolaşarak ondan ne yapabileceklerini düşündüler. "Herif de manken gibi duruyor ortada. Eline kumaş topunu verip sattıramam ya!" Bir süre daha çevresinde dönüldü. "Manken," dedi şişman dükkâncı gene, başka söz bulamadığı için. Bir süre de tezgâhtarla birlikte söylendiler "Manken, manken," diye ve çok sonra akıl ettiler onu manken olarak kullanmayı. Bir süre de "Canlı manken!" diye bağırdılar sevinçle. Sonra onu vitrine doğru ittiler, orada durması için (ona başka türlü söz dinletilemiyordu ki). Tam vitrinin çıkıntısına doğru adımını attıracaktan sırada, "Ayakları çok kirli, pantolonu da öyle," diyerek patronunu uyardı tezgâhtar. Onu durdurdular. Ayakkabılarının üstüne ve pantolonunun alt tarafına biraz beyaz bez sarıldı. örtemediği kısımlarıyla müzedeki bir mumyaya benzer gibi oldu. Kollarından tutup vitrine çıkardılar. "Böyle put gibi durmasın," dedi tezgâhtar. "Güzel bir poz verelim ona." Gene düşündüler. "Kollarını açalım," dedi patron. "Vitrini doldursun." "Yorulur, kollarını oynatıp durur." Naylon iplerle tavana asmaya karar verdiler sonunda kollan. Bir kolu ileri uzattılar, bağladılar ve ipi vitrinin üstündeki bir çiviye tutturdular. Öteki kolu da, duvarda boşalttıkları bir rafa yerleştirdiler. Onların çalışmasını seyretmeye başladı birkaç kişi. Sonra, vitrinin önünde birikenlerin sayısı çoğaldı. "Cansız bu, kukla," diyenler çıktı. Tezgâhtar, kapının önünde bağırıyordu: "Canlı manken mağazasına buyurun! Serinletici kumaş çeşitlerimizi görün, işte, büyük fedakârlıklarla getirtmiş bulunduğumuz Mankeni, bu sıcağa ancak hafif kumaşlarımızı giyerek katlanmaktadır. işte, koca palto dahi onu terletmemektedir. Kumaşlarımızla bir kuş gibi havalarda uçarak sizlere en canlı ve en gerçek reklamı yapmaktadır. ’Saran Kumaşları’ yalnız mağazamızda.
O gün öğle tatiline kadar iyi iş yapıldı. Tezgâhta yemek için oturup sefertaslarını açtıkları zaman, "Ona da bir şeyler vermeli," dedi patron. "Yığılır kalır sonra." Vitrine gitti, onu çözdü, serbest bıraktı. Altına bir tabure çektiler tezgâhın önünde. Sefertasının kapağına biraz humus koydular; iki küçük parça ekmeği çatal gibi kullanarak yemeğini yedi. Dükkânın arkasındaki lavabodan, musluğa elini uzatarak biraz su içti. Yere oturdu;sırtını tezgâha dayadı; ona bir sigara verdiler. Biraz saygı uyandırmış olmalı ki, patron yaktı sigarasını. Sonra omzuna vurdu ve tezgâhtara döndü, "İşimize yaradı, değil mi?" diyerek güldü. "Yoruldun mu?" dedi tezgâhtar, patrona bakarak. Karşılık vermediği için onunla konuşmak zor oluyordu. Sigarasını bitirdi, bir süre daha oturdu. Sonra yavaşça doğrularak kalktı, kapıya yöneldi. "Nereye gidiyorsun?" diye bağırdı patron. "Fena mı, para kazanıyorsun işte." Durmadı. Arkasından koştular, cebine biraz para sıkıştırdılar. Patronun, mantonun üstünde unuttuğu iğnelerle ve kollarından sarkan iplerle, beyaz bezler sanlı ayakkabılarını sürükleyerek yürüdü gitti. Omzunda kalan küçük bir kumaş parçası da sokağın köşesini dönerken yere düştü.
Dik bir yokuşun başına gelince durdu. Kaldırımın kenarına oturdu. Elinin tersiyle alnına biriken terleri sildi. Çevresine baktı: kalktı, bir iki adım attı, gene durdu. Tezgâhtarın ayağına sardığı bezler çözülmeye başlamıştı. Belindeki ipi çıkardı, yere koydu. Kaldırımın kenarında duran bir taşla ipi ortasından ezerek ikiye ayırdı, sargıların üstüne bağladı yürürken, üstünden pantolonunu çekiştirdi durdu. Bir yoğurtçu geçti yanından; durağın arkasındaki eski bir evin kapısından girerken ona çarptı. adam sendeledi, kapıya baktı; karanlık bir avluda kayboldu yoğurtçu. Sonra esmer, kara gözlüklü, dökülmüş siyah saçları yağdan birbirine yapışmış bir baş çıkmaya başladı kaldırımın içinden,baktı: Birkaç basamakla inilen bir boşluk gördü yerin altında. Gözlüklü kafa büyüdü, yükseldi; bir adam oldu. Kolunda bir sürü kemer taşıyan eskimiş bir adam. Koyu renkli bir kemere uzattı elini dilenci,düğmelerini çözdü; fakat, kemeri geçirecek bir yer bulamadı pantolonunun belinde. Biraz yukarı çekiştirmek istedi pantolonunu; alt taraftaki sargılar, ipler izin vermedi. Ümitsizlikle kemerciye baktı; sonra da kemere baktılar birlikte. Kemerci, çıktığı deliğe yöneldi, bir süre kayboldu. Kocaman çengelli iğnelerden yapılmış bir zinciri tutarak çıktı ortaya. Pantolonunun beli iç kısmına bu iğnelerle tutturuldu. "Üstüne takarsın kemeri artık," dedi gülerek, cebinden çıkardığı kâğıt paralardan birini uzattı. Kemerci paraya baktı, sonra aldı ve yandaki bakkala girdi. Paranın üstü, bir şişe ucuz şarapla çıktı birkaç yudum içtikten sonra adama uzattı şişeyi. Onun almadığını görünce, tekrar yerin altında kayboldu. İçerken insanı ağzını kesmesin diye kenarları düzeltilmiş boş bir teneke kutusuyla döndü. Teneke, şarapla dolduruldu adam için. Deliğe inen merdivenin duvarına oturdular, ayaklarını aşağı sarkıttılar, birlikte içtiler., biraz ferahladı. Gülümseyen adama tatlı gözlerle baktı. Kendisine bakılmadan gülümsendiğini anladı sonunda.
Alpinaryan’ın Beyruttaki ilk günüydü.,ayaklarındaki yaralar Halfeti-Beyrut yolunu katetmesinin bedeliydi.Yorgun adımlarla sehir dışına doğru yürümeye başladı,hemşerileri kilisedeydi.
Yol boyunca Abdullahı düşündü;hayatındaki en büyük acıya sebep olan Abdullah.
Saylakkaya-Halfeti-TÜRKİYE
1914
-ABDULLAH-
Dün gece eve dönerken köpekler arkamdan havladı. Bizim mahallenin köpekleri. Bir ikisi de peşime takıldı; adımlarımı sıklaştırdım. Daha önce onların böyle bir davranışıyla karşılaşmamıştım; korktum. Her zaman beni miskin gözlerle süzerlerdi; fakat aramızda bir gerginlik olduğunu da sezmiyor değildim. Yalnız ne var ki, uzun sürmüştü bu gerginlik; alışmıştım. Arkamdan yürümeye başladıkları zaman havlayan köpek ısırmaz gibi, bana zayıf ve düşünülmesi utandırıcı gelen atasözlerinden birini hatırlamak zorunda kaldım. Köpekler yüzünden kendime karşı küçüldüm. Belki de bir rastlantıydı ama, tam bu sırada, birisi hakkında kötü şeyler düşünüyordum, onu içinden çıkamayacağı zor durumlara düşürerek dişlerimi gıcırdatıyordum. Hayır, köpekler bu gıcırtıyı duymuş olamazlardı. Belki de sessiz bir gıcırtıydı, manevi bir gıcırtıydı bu. Artık eski şakacılığımı da kaybetmiş olduğum için, şimdi hissettiğim istihzayı da duymuş olamazdım. Fakat, köpeklerle aramızdaki gerginliğin de böyle bir sırada patlak vermesi iyiye yorumlanamazdı. Bütün bunlar, benim sokağa yakın olmuştu; evlerin kalabalık olduğu son sokakta havlamışlardı bana. Köpekler evimin kapısına kadar gelemezler diye düşünüyordum; benim sokakta üç ev vardı, yani üç çöp tenekesi vardı. Hayır, orada barınamazlardı. Bu sokakta ancak ben barınabilirdim. Benim de sebeplerim vardı. Köpeklerin böyle sebepleri olamazdı, onlar düşünemezlerdi. Ben, kendime göre durumu açıklayabiliyordum. Başkalarına anlatılması güç de olsa, bu açıklama düzenim, öyle her insanın kolayca ulaşabileceği cinsten değildi. Ayrıca köpek meselesinde olduğu gibi, bazı durumlarda kökten sarsılıyordu bu düzen. Bu nedenle, köpeklere gereğinden çok kızdım; bu kızgınlığımın büyük bir kısmı da havlamalar bittikten sonraki döneme rastladı. Tahmin ettiğim gibi, benim sokağa girmeye cesaret edemediler; o pis zayıf köpek, arkamdan bir iki adım geliyormuş gibi yaptı, boynunu uzatarak son defa havladı; sonra hep birlikte dönüp gittiler. Üç evli sokağımı düşüncelerle geçtim, birden kapımın önünde buldum kendimi.
Benim evim daha doğrusu ahırın bir kısmını kendime ayırıp eve çevirdim artık ne kadar ev denirse o kadar evdir arkada saman balyaları ve hayvanlarımız vardır, ben ön tarafta ışık alan odamda küçük tandırım ve keçi postumla sarılır yatarım, evde gelinlik çağa gelmiş bacılarımla bir göz odada yatamadım, yukarıda anam sobadan külleri çekiyor; seslerden belli ;artık bizim büyükbaşlardan birini vereceğiz başlık parasına ilaveten, Meryem’i almak için ,sabah namazından sonra derede bulaşacağız, yün yıkamaya inecek anasıyla, ben de artık bu ahırda kalmaktansa rahata ereceğim, ama burada hatıralarım çok, çocukluğumuzda hep Alp ile buraya saklanırdık, çaldığımız fıstıkları yiyip kabuklarını tandır ateşine atıp kararmalarını izlerdik birlikte, sonra Alpinaryan eşeğin nasıl teptiğini anlatmamı isterdi ,anlatırdım gülerdik, gene böyle anlatırken ,sen ne amaçla eşeğe yanaştın deyip, renkli gözleri ile baktı bana, şalvarını sıyırmıştı, gölde yüzdüğümüz zaman süt beyaz tenine nasıl takıldığımı bildiği için gene gözlerimin takılmasını istemişti, davet eder gibi bakmıştı , sanki neden eşeğe uçkur çözdün der gibi, ve cesaretle elini birden şalvarımdan daldırıp erkekliğimi okşadığında kendimizi daha fazla tutamayacağımızı anlamıştık, güreş tuttuğumuz çocukluk anılarımızda onun kasıtlı olarak altıma yattığını düşünürdüm, sertliğimi hissetmek için kalçalarını yaslar, yosun yeşili gözleri ile öpülmeyi bekleyen bir kadın gibi bakardı bana, ama artık bu sapkınlığa son vermeliyim, Alp sabah kahvede gene ahıra gelmek istediğini söyledi onun için yanlış olan hiçbir şey yok ,belki gavur olduğundandır, ama evlenme yaşımız geldi de geçer oldu, aslında ne kadar şanslı olduğunun farkında değil!
Köyün en güzeli Satenik ile nişanlı, Allah beni affetsin kimi zaman gavur olup alasım gelir içimden, neden dersen ermeni kızları altın saçlı ve pamuk tenli olur, bazen sabah namazında camide soğuk çulun üstünde ayaklarım karıncalandığı zamanda Alpinaryan’a özenirim.
Acaba onlarda bize özenir mi ? bu köyde islam olaydık,rahata ererdik dedikleri zamanlar olmuş mudur?
Aslında çocukluk arkadaşım olmasına rağmen Alp ile din konusunda pek konuşmayız, çocukluğumuz fıstık toplayıp gölde ter atarak, bulduğumuz yerde güreş tutarak geçti, asker dönüşü de kahvede sohbet ederek, onun için evlenmek daha kolay olacak,başlık vermeyecek hem zaten bahçeleri de yıllarca yetecek kadar iri taneli üzümleri, incirleri ve fıstıkları var ,ama gene de acırım bazen ,bu oğlan evlendiğinde ne yapacak diye, şimdiye kadar Allah beni affetsin ben alıştırdım onu belki de bu günahkar işe ,bazen bizim ahırda mum ışığında onunla günah işlerken gölgelerimize bakardım,Alp sanki İslam olmuş da namazdaki gibi önümde eğilmiş ama mum ışığında gölgesinden anlarım aslında erkekliği de vardır.
Necip-
Bazen kendime neden yazmak yerine hikaye okumaktan hoşlandığımı sorarım;öyle ya okuduğunuz zaman kimse size para vermez,ama yazarsanız ve de popüler olursanız maddi açıdan güzel günler sizi bekliyordur.Okumak belki daha çekicidir tamam da hele okuduğum hikayeleri neden tekrar tekrar okurum,onu anlamış değilim,neden Sait Faik Abasıyanık ve Aziz Nesin kitaplarını tekrar tekrar okurum?
Galiba hikaye denen şey bende psikanaliz etkisi yapıyor,hem daha hesaplı!Başım çok ağrıdı yada o gün kendimi çok bunalmış hissettiysem ,hemen aç bir Nesin öyküsü ,mesela her açılışa davet edilen imam efendinin öyküsünü okuyunca sıkıntı yerini kahkahalara bırakıyor,ruhum tatlanıyor,sonra hayatın katı gerçekliğine sıkıcı günlerine devam ediyorum.Hepsi olmasada kimi Nesin hikayelerini tekrar tekrar okurum.Bu hikayeleri okuduğum zaman yetmişli yılların sıkıntılı günlerine geri dönerim,onun bu ülkenin yazarı olduğunu ve bu toprağın yarattığı insanların esaslı bir parçası olduğunu düşünüyorum.Aziz Nesin öleli yirmi yıl oldu,onun kırk yıl önce yazdığı öyküleri okuduktan sonra kendime "Ne değişti?"derim;galiba yanlızca öykü yazım tarzı ve kullanılan kelimeler değişti,yoksulluk,gericilik,devlet aynı kimi zaman komik bir durumla karşılaştığımız zaman tam Nesinlik bir öykü deriz açıkça söylemek gerekirse yoksulluk umutsuzluk ve insan haklarının yerinde sayması gibi durumlar (ki - bunu 13 yasında bir cocuğun derste tutuklanmasını örnek verebiliriz)günümüzde sıradan demode duygu sömürüsüne açık çok işlenmiş konular oldu.Atatürk’ü savunanlar yobaz basma kalıp düşünen örümcek kafalı insanlar etiketine sahip olurken hilafeti geri getirmeye çalışmak yada en azından meyilli olmak ilericilik oldu!İşte bu durum da gerçekten Nesinlik bir durum!
Nesin hikayelerinde derin bir yoksulluğu bu yoksulluğun yanlızlaştırdığı ,umutsuz insanların bu durumdan kurtulmak için -kimi zaman da kurtulmamak için-yaşadıklarını mizahi bir dille anlatır.Ezilenler ile birlikte ezen portrelerindeki sağlamcılık,kolaycılık da dikkat çekicidir.Eğer ezenin gücünü anlarsak yoksulluğu da anlarız.
Ülkemizde ezilenlerin hiçbir zaman örgütlenemeyeceği - ki ben bunun genlerimize aykırı olduğunu düşünüyorum- ve hakkını aramayacağını bilir bu nedenle gereksiz pembe tablo çizmez.Palavracılık dolandırıcılık konularında "usta" bir toplum olduğumuzu bütünü kavramak yerine günü kurtarmanın daha karlı olduğunu düşünen insanların büyük bir tesadüf sonucu tamamının bu coğrafyada toplandığını okurken şaşarsınız. İnsanlarımız iyi niyetli yoksul insanlar olsalar da altın kalpli değildir.Kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde aynı partinin üyelerinin menfaatleri uğruna toplandıkları partide bir anlık karanlıkta nasıl eski hesapları açıp birbirlerinin kafalarını yardıkları ,aydınlanmaya yeniliğe ne kadar kapalı olduklarını etkileyici bir şekilde ve en güçlü silahı olan mizahı kullanarak adeta aklımıza kazır,işte bu tozlu karanlık tavan arasında bu nedenle onun kitaplarını tekrar okuyorum ve satır aralarında kimi hikayeler beni hayatımda uzun zaman önce tanıdığım birini hatırlattı.
Onu tanıdığımda eşim ikinci çocuğumuza hamileydi,staja yeni başlamış ,yaka derinliği uzun olan beyaz önlüğü ile sık sık eğildiği için gözlerimin sık sık takıldığı ve galiba onun da bu çapkın bakışları farkederek-ertesi gün önlüğünün yaka derinliğini azalltığı günlerdi.
Otuzlu yaşlara kadar bekarlık hayatı yaşayan mesleğinde başarılı olamayan ,ekonomik sıkıntılarla boğuşurken hayatındaki en büyük hedefine ulaşamadan ,hep küçümsediği bir şehirde çalışmaya başlayan ben aynı zamanda anti depresan ilaçlarla yeni tanışmıştım.
Rumumun perişanlığını size sezdirmiş olmalıyım sanırım, Aslında bu geceyi size çok daha sonra yazmak istiyordum. Nasıl oldu bilmiyorum -telaş ve heyecandan herhalde- araya sıkıştı galiba. Fakat şurasını belirtmeliyim ki, sizi üzmek istemem ama, o gece bir bakıma hayatımı altüst etti.Eşimin uyku hazırlıkları yaptığı sırada tam on yıl sonra ondan mesaj almıştım Burada onu suçlamak, hatta gücenmek aklımın köşesinden geçmez. Yalnız, o geceden sonra, günlük hayatıma girmiş birçok ayrıntıdan nefret etmeye başladım. O günlerde evimi biraz düzenlemeye niyetliydim; bu yeni çıkan duvar boyalarından alıp, eve yeni renkler vermek istiyordum. Sahaflar çarşısından bir mobilya dergisi alarak sayfaları arasından bir iki oda seçmiş ve yatak odamın da iki duvarını boyamaya başlamıştım. Gerçi ilk kat boya biraz dalgalı olmuş ve biraz da tavana bulaşmıştı; fakat bu işlerden anlayan bir tanıdığım, ikinci katta bunların kapanacağını söylemiş ve bana biraz yardım ederek cesaretimi artırmıştı. Pencerenin altındaki küçük duvar parçasını tamamen bitirince benim de bu işe aklım yatmaya başlamıştı. Bu arada tabii, sevgilimin -bu münasebetsiz kadına da sizin yanınızda sevgilim demeye utanıyorum- sanki evlilik hazırlıkları yapıyormuşum gibi düşündüğünü belli eden mesajları ortada dolaşıyordu. Bir bakıma onu güzel bulduğum anlar da oluyordu. Ne bileyim, biraz karanlıkta, belirli bir açıdan bakıldığı zaman ona belki güzel denebilirdi. Bazen de hiç öyle görünmüyordu. Sonra, belki hemşire olduğu için-plastik cerrahi ile hep şikayetçi olduğu burnunu küçültüp yeni yüz yaptırmak gibi sözler ederek beni çileden çıkarıyordu. Onun evinde geçirdiğim anları unutamadığımı da ifade edeyim . Sözün kısası, sabah kalktığım zaman yan boyalı duvarlar ve dolayısıyla sevgilim olacak şimdiden heyacanla bekliyorum.
Tam on yıl sonra onunla yeniden yazışmak -çok kısa da olsa-güzeldi her ne kadar onun cevap olarak yazdıkları olumsuz ifadeler olsa da geçmişe gittim
Onu peygamberler diyarında, tanıdım bu şehrin benim hayatımda ayrı bir yeri var, birincisi babamın köyü olan Cibin yada yeni ismi Saylakkaya köyü bu şehire bağlıdır,bununla birlikte ilk kez köye gitme sebebim taziye amaçlı olup meslekte onuncu seneyi tamamlarken nasip oldu.
Bu şehrin ikinci özelliği ise ilk defa şehirler arası otobüse binmeme vesile olmasıdır.Birinci körfez savaşının yeni başladığı yıl küçük ablamın evlenip bu şehirde yuva kurması nedeni ile sık sık yapılan ziyaretlerde büyük ablam ve annemin yanında refakatçi vazifesi ile elimize tutuşturulan kısıtlı miktarda para ile kasabanın çıkışındaki şehirler arası yola çıkar beklemeye başlardık,yaklaşık on dakika sonra bir ayağını kaybetmiş simsar yanımıza gelir,hep aynı soruyu sorardı,bu adamın sol ayağının yerinde kalın tahta çarpası ve bu tahta parçasının ucunda çivilenmiş bir lastik parçası vardı,topal simsar gelmezse hiç bir otobüs durmazdı,kasaba zaten Urfaya yakın oldugundan vereceğimiz para için düşük rampaya inmeyi gereksiz bulurdu şöförler ama topalı gören şöför hemen dururdu,bu nedenle bu topal simsar ile üniversitedeki İzmirli kız benim için eşdeğerdi,parasızlıktan otostop yaptığım talebelik yıllarımda sınıf arkadaşım olan bu güzel İzmirli kızı görenler hemen durur ben de arka koltuğa geçer "yancı"olurdum,bu nedenle topal simsar yanımıza geldiği zaman çok mutlu olurdum.O yıllarda 302 denilen yeni nesilin tanışma şansı bulamadığı araçlar vardı,bu araçlarda çoğu zaman boş olurdu,bu nedenle şöför dün geceden başlayıp ertesi gün öğleye doğru tamamladığı yolculuğun son kilometrelerinde yorgunluk atmak amacı ile yol kenarından roman vatandaşları alırdı ve yolculuk "canlı müzik"eşliğinde devam ederdi
bununla birlikte bu canlı müzik annemin hoşuna gitmediği için muavini yanına çağırdı,başında şiddetli bir ağrı olduğunu ve bu gürültüye son vermelerini söyledi böylece benim keman ve darbuka eşliğinde başlayan yolculuğum Suruç ilçesine varmadan bitti.Bu şehire öğretmen olarak atandığımda 302S’lerin yerini koltuklarının arkasında mini televizyonların olduğu otobüsler almıştı.Şanlıurfa’da bir kaç kişi ile edindiğim tecrübelerin neticesinde doğum yerim olan kasabayı söylemek yerine babamın köyünü kendi memleketim olarak belirtmenin daha yararlı olacağı kanaatine ulaştım.Beni bu davranışa iten olay ise urfasporun ligden düşmesine sebep olan takımın Antepspor olmasıydı,ikinci sebep de fıstığa anteplilerin sahip çıkmasıydı.Halfetili olmak benim için de bir gizeme kapıları açmak demekti,kenarı sararmış babamdan yadigar o siyah beyaz fotoğrafda umutsuzca geleceğe bakan o kadının doğup büyüdüğü köye biraz daha yaklaşmıştım ama bu daha çok manevi bir yaklaşımdı.Babamın köyünde ilk dikkatimi çeken şey insanların İskandinav ülkelerinden gelen turistlere benzemeleriydi.Bu köye taziye amaçlı gelmiştik,babamın eski nişanlısının babası vefat etmişti.Taziye evinin avlusunda temmuz ayına rağmen serin bir gölge vardı.Babam çay servisi yapmak amacı ile erkekler tarafına kapı girişinden tepsiyi uzatan ve bu işi her defasında farklı bir kadının yapmasından bulduğu cesaret ile eski nişanlıyı görme umudu ile ;bir yandan elham okurken bir yandan da çay servisine bakan hanımları incelemekteydi.Ben babama eski nişanlıyı dünya gözü ile yeniden görme konusunda pek şans tanımadım çünkü o kaadr genç kız varken babasını kaybetmiş yaşlı bir hanımın kalkıp avlunun diğer yanındaki erkekler tarafına bir tepsi dolusu çay servisi yapması kınanacak bir olaydır.
Kel Müslüm’ün evine misafir olduk. Allah rahmet etsin, Müslüm Bey, çok misafirperver bir insandı. Bizi, en iyi şekilde ağırladı. Taziye günü ile aynı anda yabancı bir ülkeden dönen bir hemşireleri de vardı,bu nedenle köyde ziyaretçi sayısı artmıştı.Bu arada köyde "Arogilin oğlu gelmiş" diye duyan herkes Müslüm Bey’in evine doldu. Kimisi Armen’e dokundu, kimisi isim verip, tanıyıp tanımadığını sordu. Cibinlilerin Müslüm Bey’in evine doluşup, Armen’e aşırı ilgi göstermelerinin hikayesi şu idi:
Armen’in ismini aldığı dedesi, Armenag Aroyan 1878’de Cibin’de doğup büyümüştü. Çok sayıda ağaçtan oluşan bir fıstıklıkları vardı, hali vakti yerinde insanlardı yani. Hovannese Aroyan pek ileri görüşlü birisi olduğu için, oğlu Armenağ’ı yürüme mesafesi birkaç gün olan Merkezi Türkiye Koleji’ne Antep’e göndermişti. Armenag, Merkezi Türkiye Kolejine giden ilk Cibinli olmanın yanısıra, başarı ile Koleji bitirmiş, öğretmen olmuş, köyüne geri dönmüş ve öğretmenlik yapmıştı. Tarih bu sırada 1898’zi gösteriyordu. Daha sonraki yıllarda, Armenag çalışmak üzere Mısır’a gidecek, orada Antepli Gülenla ile tanışıp evlenecekti. Bir çocukları olunca, bebeği anne ve babasına göstermek için Armenag tekrar yollara düşecek ve Cibin’e gelecekti. Ancak, burada büyük bir talihsizlik eseri tifüse yakalanacak ve Dr. Shepard’ın tavsiyesi üzerine ailesi ile geri Mısır’a dönmeyecek, Antep’te kalıp, ölümünü bekleyecekti.
Bütün bunlar 1915’den önce olmuştu. 1915’te tehcir kararı çıkınca Cibindeki Ermeni ailelerin büyük kısmı, kızlarını bilemedikleri, tehlikelerle dolu çöl yollarına götürmek istemediler. Müslüman komşularıyla araları gayet iyiydi. Tahminen 30 kadar Ermeni kız çocuğu bu şekilde geride kaldı. Müslüman aileler tarafından büyütüldüler ve o ailelerin erkek çocukları ile de evlendirildiler. Böylece, çoğu Cibinlinin annesi Ermeni olmuş oldu. Tabii, bu kızların hepsi Müslüman oldular ve Türkçe isimler aldılar... Cibin’de Ermeni bir anneye sahip olmak, utanılacak bir şey olmadığı gibi, suçlanacak veya dedikodu konusu olacak bir olay da değil. Amerika’da görme şansım olmuştu ve baba Aroyan, gözleri, bakışları ve sarışınlığığla tipik bir Cibinliydi.
Evet, Armen Aroyan’ın Cibin’le bağı işte buradan geliyordu. Cibinlilerin deyişiyle "Arogil’in oğlu" neredeyse yüz sene sonra onları ziyarete gelmişti, çok önemsiyorlardı. Müslüm Bey, bizi Arogil’in fıstıklığına götürdü önce... Armen pek heyecanlandı: "yahu burası tıpkı ailemin bana anlattığı gibi... Kırmızı ve verimli toprak. Üzerine otursanız, sonra üzerinizi silkeleseniz, toprak katiyen yapışmıyor. Hava güzel, gökyüzü masmavi, insanlar güzel... Ne şanslı insanım ben, Allah, burayı görmeyi kısmet etti bana..." dedi.Gerçekten güneş bütün gücü ile kırmızı verimli toprağı ısıtırken,babam ile mezar ziyaretlerine başladık.
Haziran ayında Cibinde ki diğer bir durağımız nüfus cüzdanına ismi "Hanım" olarak kaydedilen Satenik Kırkıryan’dı. Satenik o zaman, 88 yaşında, kınalı saçlı, son derece konuşkan, muhteşem bir hafızaya sahip çok şeker bir kadındı. Etrafındakiler Satenik’e "Arogil’in oğlu gelmiş, seni görmek istedi" dediler. Konuşmaya başlarken Armen’i yanına otutturdu. Onun kolunu tutarak, " senin deden benim öğretmenimdi. Bana neler neler öğretti" dedi. Ve, öğrendiği "Rab çobanımdır" cümlesi ile başlayan İncil’den bir parçayı okumaya başladı. Armen bu sırada gözyaşlarına boğulmuş, kendisini kontrol etmeden özgürce ağlıyordu. Bir süre konuşmaya devam ettiler. Derken, Nuri Güngören’i getirdiler odaya. Nuri Bey, Annesi Ermeni olan bir başka Cibinliydi. Gözleri doğuştan kördü. Ermeni dayısının yardımıyla Beyrut’ta ve Halep’te körler okuluna gitmişti. Öğrendiği ama hiç konuşmadığı Ermeniceyi Armen’in köye gelişiyle yeniden hatırladı. Başladı Ermenice konuşmaya, eski şarkılar söylemeye... Armen’in kendinden geçip, "bir tane daha söyle, biraz daha konuş" diye rica ettiğini hatırlıyorum. Ben ise, hiç de farkında olmadığım bir kültürle, olaylarla karşılaşmış olmaktan son derece şaşkın, meraklı bakışlarla etrafı süzüp, mümkün mertebe olayları hafızama kaydetmeye çalışıyordum bir kaç yıl sonra tekrar Cibin’e gittik. Benim, Cibinli olarak tanıdığım insanların hepsi ölmüştü.
Bu duyguyu ilerde gene hissedecektim,huzurevinde müdür yardımcısı olarak çalıştığım zaman tanıdığım tüm yaşlıların beş yıl sonraki ziyaretimde hayatta hiçbirinin kalmaması gibi....
Arogil’in fıstıklığına yine gittik,giderken mezarlığın yakınından geçtik. Orada yatan ne çok insanı tanıyordum ben... Hüzünlendim tabii... Ama, hayat böyle değil miydi? Satenik gözümün önüne geldi.
Yakup bize, babasının kendisine söylediği bir cümleyi nakletti: "şu ağaç var ya, işte onu Arogil’in babası eliyle dikmiş. Ben çocukken çok büyük bir ağaçtı bu. Zamanla yaşlandı, dallarını rüzgar kırdı ve sadece bu gördüğünüz gövdesi kaldı. Hatıra diye, kesmek istemiyoruz ağacı..."
Eski sevgilime geri dönersek;
On yıl önce bu şehirde tanıdım onu ;onsekizine yeni girmiş mesleğinin başlangıcında bir gençti,ilk zamanlar bir çok mesajını görmezden geldim,ya geç cevapladım yada hiç yazmadım,evli ve çocuklu olduğumu anlattım ama pes etmedi ve kazandı ama tayinimle beraber ordan ayrıldm.
İnce ince yağan yağmur altında tanış¬mamız okul avlusunda oldu. Hemen hemen onyedi yada onsekizli yaşlarda olmalıydı. Gençliğin ve çizgilerin hoşluğunun yalnızca bulanık bir vaat olarak ortaya koyduğu şeyi başarmak için sanki saçlarının ağarmasını beklemiş bir yüzü vardı . Geç kalmaktan korktuğu için koşmuş gibi nefes nefeseydi. Önsezilere inanmam, ama uzun zamandır inançsızlıklarıma olan inancımı da yitirdim. "İnanmıyorum artık," gibi kesinlemelerden daha aldatıcı bir şey yoktur. Ayaklarımın altındaki yiyeceklerden kalanları (tost kırıntıları)toplamaya çalışırken az kalsın düşüyordum. Hayli gülünç olmuştum. "Bırakın." "Üzgünüm, üzüldüm, affedersiniz..." Gülüyordu.Genç yaşına rağmen gülümsediği zaman gözlerinin çevresinde ihtiyarladaki gibi kırışıklıklar oluşuyordu "Hasar o kadar önemli değil, daha beterleri de olur..." diyerek bir espri yapmaya çalıştım yerden plastik çay bardağını alırken;arkasını dönmüştü bile, ben en kötü şeyden korktum: görgü ve saygı kurallarından yoksun biri gibi tanınmak, ’kaba’ bir insan izlenimi uyandırmak.
Bu okulda hoca olmak tavırları ile örnek olmak demekti..imdama yetişen anatomi hocası oldu. Dudaklarında hafif bir gülümsemeyle bana doğru eğildi. "Affedersiniz hocam,müdüre hanım ders proğramını vermek üzere sizi odasına bekliyor",Odası nerdedir, söyleyebilir misiniz lütfen?"
Gri renkte bol bir manto giymişti. Ciddi ve kaygılı olmaktan çok alaycı bir tavırla: "Fen lisesinde çalışan bir matematik öğretmenin sağlık meslek lisesinde görevlendirilmesi sizin için kötü galiba..." dedi. Dışarıdan bakıldığında pek göze batmayan biri oldu¬ğumu sanıyordum. Damatlık takımımı giymiştim.öğrencilerin gözünde sorumluluk duygusu taşıyan ve okuma alışkanlığı olan sakin görünüşümü korumayı düşünüyordum.. Etkileyici bir fiziki görünümüm vardı: güçlü omuzlar ve insanın içine işleyen bakışlar.Geçen her dakika beni benden alıyordu,gözlük camlarının altındaki iri mavi gözleri etkilemişti.Okuldaki ilk günümden sonra bu şehirde tekrar bekarlık günlerine mecburen döndüğüm için erkenden ablamın evine dönmek yerine merkezdeki beyaz yüksek binanın teras katındaki kafede urfa manzarası eşliğinde çay içmenin uygun olacağını düşündüm.
Oturak kısmındaki hasır liflerden birkaçı kırılmış olan bir İskemle aldım.. Bir kül tablası vardı sadece masada,sipariş için bir garson yaklaştı Yakası kalkık beyaz önlük vardı üstünde, çapkınca sağ göz üstüne yıkılmış geniş kenarlı eski bir gözlük , şakaklardan aşağı bırakılarak özenle taranmış saçlara sahipti.Kafenin yanında sinemada Gina Manes ve Jean Smith isimli oyuncuları rol aldığı bir aksiyon filmi için gençler bilet kuyruğuna girmişti.Afişte aktörün tutarlı, şeytansı bir burnu vardı, burun delikleri şahaneydi. Siyah zeytin rengi gözlerinde Casanova’nın bilmem hangi çapkınlığı okunuyordu. Ve sıkıntılı bakışlarıyla çelişkili burnu yardım aramak için öne doğru atılmıştı;sanki sirkte hayvan eğitimi numarası yapıyordu.. Dünyaca tanınmış bir ünlü olmak kimbilir insanda nasıl bir ruh hali yaratıyodu?Bu düşüncelere dalmışken nazik bir merhaba ile irkildim.Sabah avluda çayımın ve az kaşarlı tostumun kırıntılarıının yere dökülmesine neden olan sevgili son sınıf öğrencisi ve arkadaş grubu,onlara zamanları varsa oturmalarını birlikte çay içmeyi önerdim bu nazik davetim yaklaşık üç ay sonra kabul edildi,aynı kafede bu kez sadece ikimiz çayımızı yudumlarken yeşil gözleri ile en azından bir kerede olsa bana bakması için ona ısrar edecektim.
Bunu nasıl yaptığımı hiç bilmiyorum..." "Küçük bir intihar girişimi," dedi. Gülümsemeye çalıştı. "Bu olmalı. Bana kızmamalısınız. Bazı anlar vardır ki..." "Herşeyden ve özellikle de hiçten çok. Biraz daha birlikte olabilirdik;" "Mutlu olmak için hiçbir istek duymuyorum artık ."
"Size mutluluktan söz eden kim ki Deniz?Evli olduğumu biliyordun, Yalnızca flört olarak kalacağını sanmışttım senin bu derece tehlikeli davranışlarda bulunmandan korktuğumdan söz ediyorum." "Çok iyi gördünüz ki ben lüzumsuz biri değilim." artık 18 yaşındayım "Kuşkusuz, insan bu işi kutıu kutu antidepresan ilaçlarını içiyormuş gibi yaparsa.. "O kadar katı olmayın beni yargılarken..." "Rica ederim!" Kravatı cebime tıktım. Sevişmeden sonra kravat bağlamak hep kaba bir davranıştır.
sevişirken hala karımın resmine bakıyordu... karıma karşı Hiçbir sitemde bulunamam o günlerde ikinci çocuğumuza hamileydi ve annesinin evindeydi . Belki de daha önceden bitmiştik biz ikimiz. Denize kızmak için belki de bir mazaret arıyordum onun intihar girişimini her sıkıştığımda kullanırdım evet evet ,gerekli ;bu mazeret gerekiyor bana..."
Yüzünü dizlerine dayadı Sonra başını kaldırdı. Gene sert eleştirilere uğramış biri gibi bakmaya başladı. "Böyle durumlarda uzaklara gitmek gerekir," dedim. Sonunda dudaklarında bir parça zevk duymaya hakkım oldu.
Bunlar son öpücüklerimizdi."Eskişehir?" "Eskişehir." "Çok uzak, çok çabuk gitmem ve kafede söylediğim gibi,doktoramı tamamladıktan sonra geri dönmem gerekiyor." Mutfağa gidip bir şişe su ve bardak getirdi." İçtim. Dostça bakıyordu bana. "Yeni mi bu?" "Ne?" "Bir kitabıma baktı hiçi bir şey yokmuş gibi." Saatime baktım.Bir süre birlikte kaldık, sonra terk etti beni. Kapıyı açtım:çıkarken hafif alnını okşuyordu bu onu son görüşüm oldu.Yıllar sonra onun hayatında değişen birşey yoktu,babamın köyünde de ...Ama yıllar halfetiyi değiştirmişti,artık yenilenmiş bir kasaba vardı,benim kasabamdaki tarihi mozaiklerin su altında kalması gibi eski Halfeti de artık sulara gömülmüş sadece minarenin bir kısmı su yüzeyinde kalmıştı.On yıl sonra tekrar yazıştığımızda hayatında değişen hiç bir şeyin olma<dığını yazdı ve ekledi:
"Mümkünse tekrar yazma!"
Terk edilmelerin ya da kaçınılmaz terk etmelerin acısını yıllar geçtikçe farklı yüzlerle taşımayı da öğreniyordu bir yerden sonra insan. Bazı görüntülerin ardına gizlenmenin büyüsünü de keşfedebiliyordunuz zamanla... Neleri, nerelerde bıraktığınızı arada sırada, bir yalnızlık, bir geriye dönüşsüzlük zamanında içinizdeki insana da söyleyebiliyordunuz.... İçinizdeki insana da... Kendinizi tüm ’çoğalmalara’, beraberliklere karşın tek başınıza, tüm savunma alanlarına karşın korunmasız, tüm giysilere karşın çırılçıplak hissetseniz de... Anlatamayacağınız, o insanlarla,dilediğinizce gerçeklerinize sahip çıkarak, ayak basamayacağınızı bildiğiniz o yerleri, kendi zamanınızda, yalnızlığınızla yaşayabilmeniz için bu yolun varlığına inanmak zorundaydınız biraz da zaten. Alışılagelmiş, beylik, biraz da içi boşaltılmış bir söyleyişle, oyunun kuralıydı, bu. ’Ötekiler’oradaydı çünkü. Ötekiler oradaydı... Tüm ’bilinen’ hikâyelerdeki gibi... Başka zamanlarda, iklimlerde,duygu dünyalarında, hayal edildiğince yaşanamayan şehirlerde olduğu gibi... Ötekiler oradaydı... Yer değiştirseler, başka yerlere gitseler, size görünmeseler de hep orada kalacaklardı. Başka yerlere gitseniz, başka coğrafyaların keşfine içinizdeki sınırlarla çıksanız da orada kalacaklardı, sizi terketmeyeceklerdi. Oyun, sizin oyununuz, sahneyse herkesin hazırlığını özel odalarda yaptığı, özel odalarını başkalarına taşımamayı yeğlediği, aynaların çoğu kez görmezlikten gelinmek istendiği,seyircilerin oyuncu da olduğu, olmaktan kaçamayacağı sahnelerdendi. Hazırlık hep birilerinde, birileri için yapılıyordu. Hep birilerinde, gerektiği gibi doğurulan günler için... Oyunlarla çoğaltılan, daha doğru bir deyişle de biriktirilen geceler için...Küçük doğa yolculuklarıyla, küçük gidişlerle, küçük adımlarla yetinerek yaşadığınız, paylaştığınız hafta sonları için. Sessiz, herkesin bildiği, ama hiç kimsenin yüksek sesle sorgulama yürekliliğini göstermediği bir anlaşmayla...O çok eski günlerde de böyle yaşanmıştı büyük bir olasılıkla. Temelde değişen, gerçek anlamda değişen ne vardı ki, ne olabilirdi ki zaten?.. Utkuların, yenilgilerin, kırgınlıkların, pişmanlıkların, size zaman zaman farklı ölümlerle dönen ayrılıkların görüntülerini düşünebilirdiniz. Ama o anlarda herkesten çok özleyişinin, arayışının nedenini daha iyi anlayabilmek için, tüm bu olasılıkları denemenin yanı sıra, direnmeye, yaşananları, yaşanabilenleri savunmaya, doğrulamaya yönelik bir hikâyenin sınırlarına ulaşmayı da bilmek gerekiyordu.Sınırlara ulaşmayı ya da birilerine tedirgin adımlarla da olsa ilerlemeyi göze alabilmek... biraz da korkarak... O uzun yalnızlık gecelerinde, kimlerin nasıl, hangi görüntüler, kokular ya da seslerle anımsandığını, o hayatlara ancak bir yere kadar alınmış, kabul edilmiş bir konuk, bir oyuncu kimliğiyle tam anlamıyla öğrenmem, bütünün parçalarını gerektiğince, o insanların yaşadığınca,isteyebileceğince birleştirebilmem işte bu yüzden pek kolay değildi. O dehlizlere ben de inmek istemiştim ama tüm o anlama ya da anlatma çabalarına karşın, birbirlerinin engeli, gözcüsü de olabiliyordu oralarda insanlar. Bazı görüntüler ile bazı duygular, o hayatların bir başka bölgesindeydi.Bu bölgenin önemini zamanla ben de anlayacaktım. Ben de... O insanlarda ilerlemeyi bir ölçüde, tümyan çizmelerime rağmen öğrendikten sonra... Geriye bir kez daha ipuçları, ipuçlarını yakalamayı bilmek, ipuçlarının ya da ayrıntıların ardına, yeni, beklenmedik bir yerde gizlenmiş hikâyeleri yaşamayı, en azından yaşıyormuş gibi yapmayı deneyerek, bir hayalde yürümeyi göze alarak düşebilmek kalıyordu bu durumda... Yalnızca gösterilen, gösterilebilen sahneleriyle, duyurulabilen konuşmalarıyla başkalarının karşısına getirilmek istenen bir oyunun ötesine bu yoldan geçebilirdiniz.
Onun arzusunu yerine getireceğim,bir daha yazmayacağım!
cibin-1914
-Köy kahvesi-
-Abdullah-
büyük dut ağacının gölgesindeki iskemleden birini altıma çektim.Koyu gölgenin dışındaki alanda yakıcı bir güneş vardı.Sarı bir tepsiye dizdiği ince belli bardaklarla çay dağıtıyordu Ökkeş.
"hoş geldin"dedi;masama bırakırken.
İlk yudumu alırken Arogil eşeği ile beraber belirdi birden yanımda;semeri alıp yere indirdi,çimenlerin üstüne bıraktı çamur olmasın diye;kollarını açıp güneşe karşı uzun uzun gerindi,yüzü her zaman olduğu gibi kırmızıydı,sabahın bu erken saatinde nasıl olduysa ter içinde kalmıştı.Kimbilir belki de oduna gitmişti gün ağarmadan,önce beğeneceği bir masa aradısonra hemen yanıbaşımdaki iskemleden birini aldı,ayaklarını öne doğru uzattı.Kalktı yan masadan iki iskemle daha aldı kollarını iki yana açıp iskemlelelrin arakalıklarına koydu;Ökkeşle gözgöze gelince çay istedi.Bu fırsatı değerlendirip bende ikinci çayı istedim.Uzattığı kolu omzuma değecek kadar yakındı.Elinin üzerinde tutam tutam sarı tüyler vardı,keyfine diyecek yoktu,çayını höpürdeterek içiyor dünyaya büyük bir gururla bakıyordu,belki varsıl olduğundan kendine güveni her zaman tamdı,her gören iri yapısından ürkerdi;o da bunun farkındaydı,insanların kendisine bakması gururunu okşuyordu.Cebinden bir sarma çıkardı,dudaklarının arasına sıkıştırdı;keyifle tüttürmeye başladı.Bizim sarışın elinde kibrit kutusu ağzında sigarası ile donup kalmıştı;bir ayağını önündeki iskemleden çektiğini gördüm,omzuna asılı ceketin bir kolu sarkmıştı.uzakta elinde torbası;Antepten mektebi bititren oğlu kahveye doğru yürümekteydi.
sararmış parmaklarıyla mısır yaprağı sigarasını sardı; dudaklarına götürüp, salyasıyla yapıştırdı. Ardından, masanın üstünde duran bıçağa uzandı, alıp sevecenlikle kınına yerleştirdi. Ağzında sigara, kendi kendine usulca şarkı mırıldanmaktaydı: "...yükselir parlayarak yüreğime düşer ... çalar söylerim dünyamı..." "Başım niye hiç söylemezsin ki,APO?" "Niye mi?.. Iğmm... Bir dakika ..."sigarasını kibritle tutuşturdu, keyifli keyifli tüttürerek rafta gelişigüzel duran içki şişelerine göz attı. Bakışları gaz lambasıyla karşılaştığında gözlerini kırpıştırdı; çünkü lambanın alevi canlıymışcasma, az önce biten şarkının ezgisine ayak uydurur gibi zıplıyordu gülümsemek için dudaklarını yamulttu, tezgâha yaslanıp dirseklerini işlenmemiş ağaca verdi. "Başından hoşlanmıyorum işte. Kim şarkıda yükselir de birinin kalbine düşer? Olmaz, böyle şey. nehre girip, Fırat suyuna korkusuzca dalar,balıkları kaçırtırlar..." Yeniden gülümseyip, herkesin tanıdığı o bildik narayı patlattı: "İyeyyt!" Sonra sessizce sigarasından nefes çekerek, çevresindeki yüzlere bakındı. Bir hayli olmuştu görmeyeli onları. "Yıldızlardan daha güzel şey olamaz!" diye söylendi. Uzakları görmüş Hasan aynı fikirde değildi. Kestane kırmızı bıyıklarının sert uçlarını burarak, küçümseyen bir edayla: "Denizi gördün mü hiç sen,Alp?" diye sordu. "Yoo, hiç görmedim".
"O zaman nasıl böyle söylersin? Deniz!... Ondan güzeli yok işte! Tann dünyayı elleriyle yarattı; ama denizi... onu gözleriyle ...". "Saçma! Deniz ile Fırat arasında ne fark var ki?" "Nehrin sahip olduğu her şeye, hatta hatta, daha fazlasına deniz de sahiptir. Boz kumsalı vardır... dalgalan, ılık suyu... Yel sıcacıktır, esmesi de tükenmez. Bitmeyen bir türkü gibidir hep." "Fırat ’da da bu var, ya!" "Hadi ya! O, upuzun sırça bir yılandan başka şey diil! Karşılık veremedi. Yüreğinin kıpırtısı dindiğinde, şiirsel coşku da yitmişti beraberinde. Sözlerine ciddi bir endişe sinmişti artık
"Arogil geliyor" diye bağırdı Abdullah.Alp hoşnut, güldü: "İyi akşamlar, herkese!" "Hele şu potine de bak!" "Bilgiç bilgiç hava atıyor. Bi sene şehirde kalmış, az biraz İstanbul ca öğrenmiş; Ermenice tek sözcük bilmez artık!" "Eğer bunda direteceksen , hâlâ biliyoruz yani: ateriambu!" "arıenna!" diye yanıtladı Apo. Herkesçe bilmen narasını öykünerek selamlamak için elini uzattı . "İyeyyt! "
"Şimdi burda köyde kalıp, çıplak dolaşarak geceleri kahvede bezik mı oynayacaksın?" "Bilmem." "Bilmem de ne demek, seni düztaban seni? Bilmem, bilmem, bilmem! Bir adamın söyleyeceği daha akıllıca şey yok mu?" güldü. O da şimdi tezgâha dayanmıştı. 4 bardak alarak biraz içki doldurdu. "İster misin, Apo?" Dikkat et de çarpılma,bize serbest de size yasak!deyip sırıttı.
bardağa henüz yeni sarılmış eli yakaladı. "Çıldırdın mı sen ? Sofular eğer seni satarken yakalarsa, hapı yuttuğunun resmidir!" "Zevzek! Şehirden geliyo be!"
"Üstelik, bir şey değilim; hiçbir şey. Yüzüme bak bir!" Konuşurken bardağım bırakıp, hızla ufak lambayı kaptı. İşık bu yüzde, onlara göstermek istediği yerde, dalgalanarak gelip hareketsizleşti; açığa çıkardı onu. Soluğunu sıktı. Çehresi durgun ve tuhaf bir güzellikteydi; ama bu değildi göstermek istediği şey. Düşünceleri varlığının ikili karakterinin girdabında çalkalandı: "Bakın böyleyim! Bu, benim. Hiçbir şeyim. Hiç kimseyim ben. Ne renkli, ne beyaz. Hiçbir yere ait olmayan bir insan. Günahsız bir insan. Yaptığından sorumlu tutulamayacak biri. Bir melez. Ne beyaz, ne de yerli... Hiç." Yavaşça gaz lambasını yerine koydu. Yüz çizgileri mekanın loşluğunda sönüp gittiler. Bardağı kavradı, ama şimdi onu ağzına götürecek isteği yoktu artık susacağını biliyordu. Yazgısını kabullenişi akşamını zehir etmişti. Apo sessizliği bozarak, sıkıntılı havayı dağıtmaya çalıştı. "Seni hangi rüzgâr attı, ? Hanidir evden çıkmazdın?" kırmızımsı diş etleri belirdi, kurnaz küçük gözleri kırışıklar araşma gizlendi: "Özlem, belki de..."
Apo tırnağıyla tezgâhı kazıdı. "Sen ve özlemek! Şair diilsin ki sen! Hadi hadi, doğruyu söyle!" "Yemin ederim ki, özlemiştim. Nehir yükselince, Birecikten ayrıldım. Balığa Fırat’a indim. Kayığıma sordum: ’Dolaşalım mı biraz?’ diye. O da ’Evet’ dedi. Ve birlikte buraya geldik. Melekler bile nehir yukan kürek çekmezler, bilirsiniz, ama karşınızdayım işte." Sıska, pörsük derili, sarımtırak tenli, görüntüsünü bozan ve çenesine de hiç mi hiç gitmeyen birkaç tel sakallı ihtiyar sohbete karıştı: "Bir ağacı kesmek için, ötede, karşı kıyıdaydım, o sırada, nehir sapağından seslenişini işittim. Hayrola, dedim kendi kendime, gerçekten de geliyor ! Bugün meyhanede taze haberler var, gitmelisin oraya! Sakalımla balıklan ürküterek, işte bu yüzden nehirden beriye geçtim."
"Ayıpsın , sen o gümrah sakalını bir araya getirsen balıklara yem bile yaparsın!"Balıkçı düşünceli düşünceli çenesini kaşıdı: "Acele etmeyin! Acele etmeyin! Sakalım uzar elbet!"
"Ya, işte böyle, oğlum. Sen geçerken balıkçıllar bile birbirine ’Bakın, geliyor!’ diye çığrışırlar! Kimse şaşırmaz. Bense şaşırdım ve sana sormak istiyorum. Söylesene bana, ne işin var senin burda?" "Amma yaptın, ha! Tarla yapmak için. Mısır, incir zeytin, ..." neşeli neşeli ellerini oğuşturdu. "Vay canına!.. İnanılır gibi değil. Tanm yapacak, bir şeyler ekecek balıkçı ! Yakında yine zıkkımlanacak bir şeyler olacak demek o zaman.
"Hey, hey, senin şaşacağın daha bir sürü şey var burda! ’
Şişine şişine kafasını salladı " tembelliğe veda mı ?" "Şimdi bile kimse bunun olduğunu öne süremez. Buraya gelmeden önce biraz kıçını sıkıp çevreyi dolaşsaydın, kilisenin onanldığını, büyük avlunun temizlenip etrafındaki bütün yabani otlann ayıklandığım görürdün..."
Görüyorsunya , pek yakında artık Halfetiye gitmen gerekmeyecek...Apo ve Alp az önceki yerinde yoktu.Balıkçı demlenirken onlar çoktan çamurlu yola düşmüşlerdi.Bu son kez olcak ,Alp bak beni bır daha zorlama dedi Abdullah.Sen de artık Satenikten başkasını düşünmemelisin,yapamayacağını sakın söyleme,biliyorum ,yapabilirisin ,gerçi çocukluğumuzdan beri hiç bir zaman rolleri değişmemizi teklif dahi etmedin.Evlenmezsek köylünün ağzı torba değil büzesin,ikimizde erkek de olsak bunlar ahır diplerinde ne iş tutarlar diye sorarlar,artık büyüdük,bunu çocukken oynadığımız oyunlarla karıştırma!
Alpinaryan -ciddi anlamda-ilk birlikteliklerini hatırladı,sabahın ilk ışıklarına kadar sürmüştü,bir ara gözyaşlarına hakim olamamıştı,bununla birlikte içinde tuhaf bir mutluluk hissi de vardı,belki ilk bir kaç deneme sadece "alışmasını" sağlamıştı,gece yarısı ve sonrasında ki birleşmelerden dolayı artık içinde hissettiği ıslaklık Aponun sabaha karşı daha kolay girmesini sağlamıştı ,ayrıca yaklaşık üç saattir oynadığı role ısınmıştı,sanki sıkıntılılı geçen saatlerin ödülünü almaya başlamıştı.O günlerde çok mutluydu ama artık "erkeğininin" devamlı ayak diremesinden yorulmuştu,yaptığı teklifler çoğu zaman reddedilmekteydi.Bir çok kez kendi inancında bu yaptıklarının cezasının ölüm olduğunundan söz edip Lut kavmini anlatmaktaydı,Abdullah;oysa iki insan arasında ten uyumu varsa cinsiyetlerinin aynı yada farklı olmasının bir anlamı olamazdı.Bununla birlikte artık yolun sonuna gelinmişti,kendisini kullanılmış hissediyordu;birden durdu Alpinaryan;"Ben eve dönüyorum,bu şeklilde olacaksa hiç olmasın "tek tük düşen kar taneleri kasketine usul usul inerken bu tepkiyi beklemeyen Abdullah donup kalmıştı,bir süre ardından baktıi,sonra o da üç evli sokağının yolunu tuttu.
Günün ilk ışıkları ile uyanıp yukardan közlenmiş odun almak amacıyla paltosuna sarıldı,hazırlıklar tamamlanmıştı .Meryem bu gece onun kadını olacaktı.Alpinaryan’ın küsmesi çok da önemli değildi ;zaten yakında o da dünya evine girdikten sonra isteseler bile görüşmeleri kısa sürmeliydi,evlilik hayatının sorumlulukları bu şekilde davranmayı gerektirirdi.Düğün yorgunluğunu atamadan Meryem iki adım arkasında olmak koşulu ile-namaz kılmaya başladılar.Mutlu olması gereken düğün gecesinde Abdullah huzursuzdu,eşini aldatmış gibi suçluluk duygusu ve arkadaşını kaybetmenini n verdiği üzüntü ile birleşmişti.Meryem ile olan birlikteliği sanki vazifeyi yerine getiren bir asker edası ile gerçekleştirdi.Kanlı bez aile büyüklerine gösterildikten sonra derin bir uykuya daldılar.Hayatında son iki gün bu şekilde geçecekti.
-ALPINARYAN-
CİBİN- 1914
Hayatınızda bir değirmenin içini gördünüz mü?Ben gördüm,belki yüz yıl sonra yeryüzünde değirmen kalmayacak ama benim gibi siz de dokuzyüzlü iseniz görmenizi tavsiye ederim.Değirmenin pencereleri tavana çok yakındır ve de çok küçüktür be nedenle içeride rahat olabilirsiniz ,sizi kolay kolay kimse göremez;yamulmuş duvarlar her an üstünüze yıkılacak gibidir.Bir kösede üst üste yığılmış duran ekin çuvallarıKARŞIDA beyaz çuvallara doldurulmuş unlar...ve yayılan mis kokusu...
Ortadaki mihenk taşının etrafında devamlı ince zerreler uçuşur diğer taraftan da kulakları tırmalayan ses varıdr ortamda.İşte bu tozlu gürültülü ortamda ilk birli,kteliğimizi yaşamıştık un çuvalları üzerinde karanlık değirmende titrek mum alevinin eşliğinde Apo ile birlikte olurken bu dünyaya kadın olarak gelmediğim için kendime lanet ediyordum artık o hayatımda olmayuacak onu geri kazanmak için elimden geleni yaptım,anamdan gizli şeker çalıp koyunlar otlarken ahıt yapıp kıllarımı bile aldım tek isteğim beni istemeseydi artık UMUDUM KALMADI yarın evleniyor ve benden istediğini yapamam..sadece kendi zevkim için eşimi harcayamam,onun bu kadar alçalacağını bilmiyordum ...demek ki başından beri tek amacı Satenikle birlikte olmaktı.İlk zamanlar ahıt yaptığım zaman Apo memnun kalmıştı gerçek karı gıbı olmuşun derdi,onun bana her dokunuşunda ruhum bendenımden ayrılır adeta bır kadının bedenıne gırerdı,Meryem’in yerinde olmak için neler vermezdim!Terk edilmek başta zor geldi gücüme gitti..ta ki o geceye kadar..
Kucuk sarı tuylerimden bir tane bile kalmayana kadar almıştım o gece ,değirmende sıcak yatağımda yorganı üstüme aldım uykuya varmak ıcın kapadım gözlerimi,kalın kalasların sallandığını hissettim,o yukardaki minik pencereler kapanıverdi de sadece sduvarlar kaldı kalın duvarlar üzerime üzerime gelmeye başladı birden üzerimde bir erkek hissettim.güçlü kolları vardı ve üstümdeydi,görmediğim halde hissettiğim güçlü kollar..işte Aponun yerini alan erkekle o gece ilk gecemdi,islamların her zaman dediği gibi tek başına ve çıplak yatma!Saten ile evlendikten sonra bu durumun sona ereceğini sandım ama yanlız gecelerimde özellikle yine tüysüz kaldığım gecelerde varlığını hissettim,Saten neden karı gibi kıllarını alıyon demişti kimi zaman,değirmendeki o geceden sonra artık Satene ilgim kalmadı ,o her yanıma geldiğinde kollarımı kaldıramaz olmuştum,etraftakiler artık çocuk yapın demeye ,Saten ise karı gibi herifsin demeye başlamıştı,Apo ise hayatından memnun zoraki selamlama ile geçiştirirdi karşılaşmalarımızı...Derdimi kime anlatacağımı bilmez oldum,inanacaklarını da sanmıyordum,ne bizim papaz efendi ne de islamların imam efendisi ...Sırrımı paylaşabileceğim tek bir kişi vardı:Abdullah.
Eski günlerdeki gibi onların ahırında buluştuk,beni yanlış anlamış gene kendisi ile birlikte olmak istediğimi sanmıştı.Durumu anlattığımda alay eder bir ifade takınmadı,panik yapan bir yüz ifadesi de yoktu,sizin inancınızı bilmem dedi aapo ama bizde buna karabasan derler cinlerin de bzim gibi kafiri islamı ve hatta oğlancısı vardır,sen bana parlak görünmek için tüysüz yattığın gece oğlancı inblislerden biri sana musallat olmuş Alp! dedi.Bu işler hep benim yüzümden başına geldi,kardeşim,seni okutmamız lazım ama hocasya ad gıtsek dedikodu alır gider,yarın gece değirmende bulusalım ben abdest alıp kuran la gelcem sen de İncil al gel yanına birlikte okuyalım,olmadı birecikteki hocayha gider derdini alatırız"
Ertesi gece geç saatler kadar kahvede oturduk,sonrada ikimiz değirmenin yolunu tuttuk ;vakit gece yarısına yaklaşmıştı,devamlı arkamıza dönüp baktık,değirmene varmadan İslamların mezarlığından geçtik ;Apo geçerken ellerini iki yana açmış mırıldanıyordu,hafif ay ışığı ile birlikte elimizdeki gaz lambası ancak bir adım ötesini aydınlatmaya yaramıştı .Değirmeninin kapısı gıcırtı ile açıldı ;
"Sana burda musallat oldu değil mi,İblis ?"O nedenle gene burda onu kovmaya çalışacağız,Allah muvaffak etsin, kardeşim,dedi.Apo.,ve sonra elindeki bez torbanını askılı iplerini aşağı sarkıtarak anasının iğne ile tutturduğu bağı çözdü,değirmenin yukardaki küçük pencerelerinden ay ışığı az da olsa yüzüne vurdu ,Aponun,o anda ürperdim birden yüzü kireç gib olmuştu,sanki hiç kan yoktu, zavallı arkadaşım ...
uzaktan gelen kurt ulumaları ve baykuş seslerinden kireç gibi olmuştu.
Sonra Arapça okumaya başladı,çocukken her sabah erken camiye giderdi Apo,ordan çıkışta göle yüzmeye giderdik,gölde dibe dalıp minik sürtünmelerin devamı ise ya ahırda ya da bu değirmende ateşli git gel hareketlerine dönerdi,bitirdikten sonra Amin deyip iki avucunu alından başlayarak çenesine doğru adeta süpürdü,ne okuduğunu sordum,
- Kul e’ûzü birabbinnas
Melikinnâs
İlâhinnâs
Min şerrilvesvâsilhannâs
Ellezî yüvesvisü fî sudûrinnâsi
Minelcinneti ven nas
her cümleden sonra duraklamıştı,sanki boğulur gibiydi balgam boğazına yapıştı sandım ,sırtına vurmak için yaklaştığımda küçük göz bebeklerinde kırmızı rengi gördüm;eli ile yaklaşmamı işaret etti,sonra Türkçe yine her cümleden sonra derin nefes alarak ve daha az öksürerek;
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle.
De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine,
İsanların hükümdârına,
İnsanların ilâhına,
O sinsi vesvesecinin şerrinden.
O ki, insanların göğüslerine vesveseler fısıldar.
Gerek cinlerden, gerek insanlardan
şimdi de hoca efendinin türbesine gidip mum yakalım dedi,Apo.Türbe,değirmenin ardındaki tepedeydi,nedense duası bittikten sonra nefesi düzelmiş yüzüne bir parça renk gelmişti ,ama gözlerindeki küçük kırmızı noktalara anlama veremedim,değirmenin karanlığında bana öyle gelmedi diyerek düşüncelere dalmıştım,bazen burada ben un çuvallarında destek alıp eğildiğim zaman Apo arkamdan erkekliğini açıp sertçe girdiğinde inlemeler ve nefeslerimiz birbirine karışırdı,daha çok tahrik olmak için gölgelerimiz izlerdim,ve onun gölgesine baktığım zaman değirmendeki ışık oyunlarından olacak sanki tırnakları bir aslanın pençeleri gibi uzardı;ellerini omuzlarıma bastırırken ,onun önünde çok aciz zavallı bir gölgem vardı.Elbetteki benim inancımda da cin kavramı mevcuttu,size biraz bilgi vermem gerekirse;
O gece sadece cinsel ilişkiye girmemiştik belki de o iblis yada adı herneyse içime girmiş olabilirdi benim inancım olana Hristiyanlıkta bir cin, hatta birçok cin bir kişinin içine girebilir. Bu cinler içine girdikleri kişinin içinden çıkarılabilirler; Hıristiyanlık’ta cin çıkarma " elbette vardı; insanlara cinsel yaklaşımları (seks), sahte tapınmayı desteklemeleri (dinsel) ve insanlara eziyet etmeleri (sadizm-şiddet).farklı yaklaşım tarzlarıydı.Yeni ahitte insanları falcılık, büyücülük, ruh çağırma, sihirbazlık, ölülerden medet umarak onlara yaklaşmak gibi cinlerle ilgili faaliyetlere karışmak konusunda uyarılar vardı. Cinlerin üstün yetenekleriyle insanların beyinlerini etkileme güçleri olduğuna inanıyorduk ve Cinlerin rüyaları kendi mesajlarını vermek amacıyla kullanabileceğine.....
Hıristiyanlık inancında cinler kudretli varlıklardır, insanları aldatırlar ve bazı insanları aracı -medyum- olarak kullanırlar. Buna göre bu medyumun söyledikleri eğer bu cinler medyuma doğruyu söylüyorlarsa doğru olabilir. Zira Kitabı Mukaddes cinlerin İblis gibi yalan söylediklerini belirtir. Ayrıca insanlara zarar verebilirler, bu nedenle Kutsal Metin onlarla ilgili şeylerden, ruhçuluğun her türünden uzak durulması gerektiğini söyler. İblis şeytan ile aynı kişiliktir,şimdiye kadar papaz efendiden cinlerin kadınlara musallat olduğunu duymuştum ama bir cinin oğlancı olabilecğiini düşünmemiştim.Oğlancılık deyi nce hep aklıma padişahlar gelir,çoğu zaman köyümüzdeki İslamların gücüne gitsede kimi padişahların oğlanlara düşkün olduğu söylenir.Bu konuyu açtığım zaman Apo dışındaki tüm islamlar bana kızar sen kendi dedlerine bak!deyip ben eski yunandan gelmilşim gibi konuyu kapatırlardı.Aslında cin çıkarmak bizim inancımızda da vardı. Cin çıkartmak (cinlere insanların içinden çıkmalarını emretmek), Müjdeler’de ve Elçilerin İşleri Kitabı’nda çeşitli kişiler tarafından uygulanıyordu: Mesih’in talimatlarını (Matta 10) yerine getirmenin bir parçası olarak İsa’nın öğrencileri tarafından; Mesih’in ismini kullanan başkaları tarafından (Markos 9:38); Ferisiler’in çocukları tarafından (Luka 11:18-19); Pavlus (Elçilerin İşleri 16) ve cin çıkaran bazı kişiler tarafından (Elçilerin İşleri 19:11-16).
İsa’nın öğrencilerinin cin çıkartmalarının amacının Mesih’in cinler üzerindeki egemenliğini göstermek (Luka 10:17) ve öğrencilerin de O’nun ismiyle ve O’nun yetkisiyle hareket ettiklerini kanıtlamak olduğu anlaşılmaktadır. Bu olay ayrıca onların imanını ya da imanlarının eksikliğini de ortaya koyuyordu (Matta 17:14-21). Cinleri kovma etkinliğinin öğrencilerin hizmeti için önemli olduğu açıktır. Ancak, cinleri kovmanın öğrencilik sürecinde gerçekte nasıl bir rol oynadığı açık değildir.
İlginçtir ki, Yeni Antlaşma’nın son kısımlarında cinlerle savaş konusunda bir değişiklik gözlenmektedir. Yeni Antlaşma’nın öğretici kısımları (Romalılar’dan Yahuda’nın sonuna kadar) cinlerin etkinliklerinden söz eder ancak onları kovma etkinliklerini ele almaz ve inanlılara böyle bir şey yapmaları da öğütlenmemektedir. Bize onlara karşı durmak için Tanrı’nın silahlarını kuşanmamız gerektiği söylenmiştir (Efesliler 6:10-18). Bize iblise karşı durmamız (Yakup 4:7), ona karşı dikkatli olmamız (1 Petrus 5:8) ve hayatlarımızda ona yer vermememiz (Efesliler 4:27) söylenmiştir. Ancak bize o ve cinlerini başkalarının içinden nasıl çıkartmamız gerektiği, hatta böyle bir şeyi düşünmemiz gerektiği bile söylenmemiştir.
Efesliler Kitabı, kötülüğün güçlerine karşı savaşta yaşamlarımızda zaferli olma konusunda bize açık talimatlar verir. İlk adım, Mesih’e iman etmektir (2:8-9) ki bu, "havadaki hükümranlığın egemeni"nin üzerimizdeki yönetimine son verir (2:2). Bundan sonra yine Tanrı’nın lütfuyla, Tanrı yolundan uzak alışkanlıkları üzerimizden sıyırıp atıp Tanrı yolunda olan alışkanlıklar giyinmeliyiz (4:17-24). Bu cinlerin kovulmasını değil, düşüncelerimizin yenilenmesini gerektirir (4:23). Tanrı’nın çocukları olarak O’na nasıl itaat etmemiz gerektiği konusunda birkaç pratik talimattan sonra ruhsal bir savaşın var olduğu bize hatırlatılmaktadır. Bu savaş, cinleri kovarak değil, cinler dünyasının hilelerine karşı durabilmemize yardım eden belirli silahlarla savaşılır (6:10). Cinlere karşı, gerçek, doğruluk, müjde, iman, kurtuluş, Tanrı Sözü ve duayla dururuz (6:10-18).
Tanrı Sözü tamamlandıkça, Hristiyanlar’ın ruh dünyasıyla savaşmak için ilk Hristiyanlar’dan daha fazla silahları olduğu görülmektedir. Cinleri kovma rolünün yerini büyük ölçüde, Tanrı Sözü aracılığıyla müjdeleme ve öğrencilik almıştır. Yeni Antlaşma’da ruhsal savaş yöntemleri cin kovmayı içermediğinden, böyle bir şeyi yapma konusundaki talimatların ne olduğunu belirlemek zordur. Eğer böyle bir şey gerekiyorsa, kişiyi Tanrı Sözü’ne ve İsa Mesih’in ismine maruz bırakmanın en iyisi olduğu barizdir.Alpinaryan ,daha çekici olmak için bedenindeki tüm tüyleri aldığı gece üzerinde bir "nesne"hissetmişti,erkek olduğu kesin olan bu nesne için emin olmadığı ise insan yada hayvan mı yoksa ruhani bir varlık mıydı üzerinde hissettiği nesne...
Göğüslerinin büyümesi için her gün en az üç adet maydonoz yediği oluyordu,maydonozun kadınlar için süt yapıcı olduğunu söylerdi köyün büyükleri;belki kaslarının bedeninde yavaş yavaş kaybolmasının yerine yumuşak yağ kütlelerinin alması için en uygun metot buydu,tek hayali daha oval bir bedene sahip olmak ve Abdullah’ın kendisini beğenmesi onun kendisine bağlanmasıydı,hatta Meryemden çok kendisini düşünmesini istiyordu Alpinaryan,ama değirmende gözlerinin içindeki gizemli kırmızı renk aklına geldikçe hala ürperiyordu karanlığı yaran ince mum ışığında dua okurken kelimeler boğazına dizilmiş transilvanyanın vampirleri yada kurt adamları gibi karanlıkta korkutucu bir hal almıştı Abdullah.Satenik ise düğün gününü sabırsızlıkla beklemekteydi oysa Alpinaryan için en önemli konu Apo’yu yeniden ahıra gitmeye ikna etmekti,üç evli sokakta zaten fazla dikkat de çekmezdi,bazen İslam olmadığına dahi üzülürdü Alp;çünkü bir ermeni ile Türkün samimiyeti dikkat çekmekteydi ;bununla birlikte fiili livata yapan iki erkeği gördüğünüz yerde öldürün !diyen bir kutsal kitaba sahipti ;İslamlar fakat incilde homoseksüellik en azından Muhammediler kadar zalimce eleştirilmiyordu.Gece Satenin yanında uyurken dahi Aponun hayali aklına gelecek onun ile yaşadığı ateşli dakikalar ağzından salyaların akmasına sebep olacak bu nedenle Saten’e sırtını dönmek zorunda kalacaktı,ona her sarılışı bir vazife olacaktı hatta SAten ile birlikte olduğu zamanlarda Satene özenecek onun gibi olmak için neleri feda etmeyeceğini aklından geçirecekti,bir erkeğin güçlü kolları tarafından sarılmak ve bebek gibi yukarıya kaldırılıp sarsıcı bir şekilde aşağı inerken içinde sert ve sıcak erkekliği hissetmek...
alpinaryan bunu abdullah ile yaşamıştı ve bu duyguları yeniden yaşamak için her şeyi feda etmeyi hazırdı;Sateniği bile...
Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilerin her zaman ayrıcalıklı bir konumu vardı.Okullarda Osmanlı armalarının, padişah tuğrasının kaldırılıp, yerine bağımsız Ermenistan, Hınçak ve Taşnak armalarının, silahlarının asıldığı Ermeni okullarında özgürce okutulan tarih kitaplarında Türklerin Ermenilere yaptığı zulümden bahsedildiği, Ermeni ozanlarının ulusu ve gençliği ayaklandıran şiirlerinin okullarda ve halk arasında açıkça yayıldığı, kilise ve okulların bir silah ve cephane deposu haline geldiği, bunların sonucu olarak da zaman zaman çeşitli yerlerde küçük ayaklanmalar başladığı zaman bile, devlet etkili bir şekilde araya girmemiş, bütün bu olaylara karşı zorlayıcı önlemlere başvurmamayı bir hoşgörü, bir vicdan hürriyeti, bir azınlık hakkı olarak kabul etmişti.Ermeni olaylarının ağırlık noktasını komitelerin çıkarmış olduğu isyanlar oluşturmaktaydı. Ancak komiteler kurulmadan önce de Ermeni olayları meydana gelmiştir. Bu olayların aralarında hükümeti köklü önlemler almaya kadar götürecek boyutlara varan Zeytun Olayları dikkat çekmektedir.
Zeytun bugün Kahramanmaraş’a bağlı küçük bir kasabadır. Bu bölgedeki isyanlar 1782’de vergilerin fazlalığından ve toplanış biçiminden rahatsızlık duyan Ermenilerin ayaklanması ile başlamış ve uzun yıllar sürmüştür. Bölgedeki isyanların en büyüğü 1895 yılında yaşanmıştır.
Bu dönemde Ermenilerin çıkardığı ayaklanmaların amaçları şunlardı: 1878 Berlin anlaşmasının 61. maddesi ile kararlaştırılan ıslahat projesinin biran evvel uygulanmasını sağlamak ve II.Abdulhamit’in baskı yönetimini kırmak. Bir de gizli ve en önemli amaçları vardı ki o da bağımsız Ermenistan Devleti’ni kurmak.
- 1890 yılında Ermenilerin Rusya’dan silah getirdikleri ve bunları Sanasaryan okulu ile kiliselerde sakladıkları haber alınmış ve bunun üzerine asker ve polis arama yapmak istemiş, durumdan haberdar olan komiteciler ateş açmışlar, bir subay ve iki asker yaralanmış ve bir polis de şehit olmuştur. Çatışmalar daha da büyümüş ve devriye gezen iki asker de öldürülmüştür. Neticede ayaklanma bastırılmış ve kiliselerde silah ve elbombaları bulunmuştur.
- Kumkapıdaki Ermemi patrikliği kilisesinde ayin yapılırken Hınçak Komitesi üyeleri harekete geçtiler. İhtilal bildirileri dağıtıldı. Ve bunlar kürsüden de okutuldu. Patrik, Hınçak’ın isteklerini de içeren bu bildiri ile saraya, Abdulhamit’e götürülmek istendi. Yolda askerlerle çarpışıldı. Kan döküldü. Kumkapı kilisesi karışıklıklarının elebaşlarından Artin Cangülyan, Ermenileri devlete karşı kışkırtmaktan idama mahkum edildi. Fakat Abdulhamit, Cangülyan’ın idam cezasını ömürboyu hapse çevirdi. Cangülyan daha sonra Osmanlı hükümeti tarafından affedildi. Ve Ermeni olaylarında Ermenilere karşı hükümet tarafından kullanıldı.
- 1893 yılının ilk günlerinde Ermeni ihtilalcileri, Anadolu’da bir isyan hareketi yaymak ve böylece Avrupa devletlerine "Ermeni Sorunu" nun varlığını kabul ettirmek istediler. Hınçak ihtilalcileri bu defa Müslüman halkın da ayaklanmaya katıldığı hissini yaratmak istediler. Cami duvarlarına varıncaya kadar yapıştırılan yaftalardan bir kısmının altında Vatan Severler Müslümanlar Komitesi imzası görünüyordu. Bu yaftalarda Abdulhamit aleyhine ağır sözler de vardı. Ermeniler bölgede posta sürücülerine saldırdı, cinayetler işledi ve soygunlara girişti. İsyan hareketlerinin başlaması ile Avrupa’da bilhassa İngiliz gazetelerinde "Ermeni Katliamı" konulu yayınlara girişildi.
- Sason bugün Siirt iline bağlı bir ilçedir. 1893 yılında Ermeniler bölgede devlete verdikleri vergileri kesmişler ve buraya gelen memur ve jandarmaları da küfürlerle kovmuşlardı. Hükümet bölgeye askeri birlik gönderdi. Çıkan çatışmalarda Ermeniler 5, aşiretler ise 4 ölü verdi. Ermeniler bu olaylar üzerine köylerini boşaltmışlar ve ailelerini dağlarda emniyetli yerlere yerleştirmişlerdi. Erzaklarını yer altında kazdıkları kuyulara yerleştirdiler. Hançer, pala, kılıç ve baltalarla hükümete karşı isyana kalkıştılar. Ellerine geçirdikleri Türklerin gözlerini oyup, kulaklarını keserek çeşitli işkenceler yaptılar. Kadınlara saldırdılar, hamile kadınları karınlarını deşerek öldürdüler. Müslüman Türkler’in boyunlarına haç takılarak sokaklarda dolaştırıldı. İngilizlerin kışkırtmaları ile ortaya çıkan isyanın bastırılması için Osmanlı Hükümeti harekete geçti. Köylülerin daha önce ailelerini dağlarda emin yerlere yerleştirdikleri anlaşıldığından, köylerin top ateşine tutulmalarında bir sakınca görülmemiş ve buralara saklanan 5-6 yüz kadar eşkiyadan yarısı öldürülmüştü.
- Merkezi Londra’da bulunan Hınçak komitesinden isyan çıkarmak için gönderilen Hınçak propagandacıları, Zeytun’lulara silahlanmalarını ve etraftaki Türklere, askeri kuvvetlere, önemli kasabalara saldırmalarını söyleyerek gereken silah ve paranın komite tarafından gönderilmekte olduğunu bildirdiler. Bu karar üzerine hertarafta birden isyanlar başladı. İkibini silahsız, dört bini silahlı Zeytun’lu saldırılara başladı. Kaymakam ile 50 subay, 600 er ve kumandan esir edildi. Esirler sonrada Zeytun kadınları tarafından öldürüldü. Zeytun olaylarının genel amacı, öteki olaylarda da olduğu gibi yabancı devletlerin araya girmesini davet, Osmanlı Devletinin çöküşünü hızlandırmak ve Zeytun’un bağımsızlığını sağlamaktı.
- 1895. II.Abdulhamit’in ve İngiltere ile Fransa’nın tutumlarını eleştiren İstanbul’daki Ermeniler Bab-ı ali’yi basacaklar ve bu suretle büyük bir olay çıkarıp Avrupa’nın dikkatlerini Ermeni sorunu üzerine çekip araya girmelerini sağlayacaklardır. Ermeniler Eylül 1895’te Bab-ı Ali üzerine yürümeye başladılar. Yürüyüş karşısında askeri önlemler alınmak istendiğinde olaylar büyüdü. II.Abdulhamit göstericilere karşı askeri birlik kullanılmasına karşı idi. İstanbul üç gün kadar anarşi içinde kaldı ve iki taraftan da kan döküldü.
- 1896. Ermeni komiteleri Van’da diğer yerlerden daha kuvvetli idiler. Buraya İran ve Kafkasya yollarıyla bol miktarda silah ve cephane getirdiler. Ermenilerin Van’da giriştikleri isyan sonucunda Müslümanlarda 340’ı öldü 260’ı yaralandı. Ermenilerden ise 219 ölü ve 59 yaralı vardı.
- 21 Temmuz 1905. II.Abdulhamit’e Ermeni komitecileri tarafından Yıldız’da bir suikast yapıldı. Padişaha bir şey olmadı ama patlayan bomba çoğu asker 26 kişinin ölümüne ve 58 kişinin yaralanmasına neden oldu.
Meşrutiyetin ilanından sonra politik yönde ve ihtilalci yapıda olan komitecilerin çalışmalarına son vermeleri ve meşrutiyetin koruyucu bekçileri olarak, memleketin onarılmasına ve ekonomik bakımdan yükseltilmesine çalışmaları gerekmekte idi. Komiteler de görünüşte buna karar verdiler. Meşrutiyetin ilanından sonra Avrupa’da çalışan Ermeni Komiteleri, siyasi suçlular, kaçaklar ve serseriler İstanbul’ a doldular.
Ermeniler, Meşrutiyetin getirdiği özgürlük, adalet ve eşitlik haklarından yararlanırlar ve siyasi haklarına tamamen sahip olurlar. Komiteler dışarıdan Osmanlı topluluğu ile görünüşte anlaşmış ve birleşmiş, gerçekte ise her aracı kullanarak bağımsızlık elde etmek ve Ermeni ideallerini geliştirme çabası içinde bulunmuşlardır. Ermeniler, İstanbul’da ve diğer illerde kütüphaneler, kulüpler açmışlar ve köy kulüpleri, okuma odaları kurarak gelecek kuşakların düşünce bakımından yetişmesini amaçlamışlardır. Kütüphanelere konulan , halka okutulan kitaplar da Türkleri aşağılayan ve hakaret eden en kötü eserler olmuştur. Komiteci öğretmenler, Türklerin Anadolu illerini Ermenilerden almış olduklarını ve her Ermeni için atalarının yurtlarını Türk boyunduruğundan kurtarmaya çalışmanın yurttaşlık ve ulus yönünden bir ödev olduğunu telkin etmişlerdir.
Meşrutiyetin getirdiği özgürlük Ermeniler için ortaya şu sonucu koymuştur: Bu ülkede iki ayrı dinden, iki ayrı ulusa yer yoktur. Anadolu özellikle Çukurova’dan itibare3n Doğu Anadolu, ya Müslümanların ya da Ermenilerin olacaktır.
Komiteler söz verdikleri halde Meşrutiyetin birinci yılı dolmadan bu bahsedilen hedeflere yönelmişler ve çeşitli bölgelerde isyan hareketlerine başlamışlardır.
Ermeniler için Kilikya’yı diriltmek ve Ermenilerin bir kısmını burada toplamak kutsal bir amaç idi. Meşrutiyet sonrası Avusturya, Bulgaristan, Sırbistan, Girit hareketleri ve iç isyanlar, komiteler için iyi bir fırsat olmuştur. Türkiye’nin karışık durumundan yararlanarak, bir ayaklanma yapmak ve böylece yabancıların araya girmesini sağlayarak Kilikya bölgesinin Ermenilere verilmesini sağlamak Ermenilerin hedefidir. Bu amaçla değişik illerden çok sayıda Ermeni getirilecek boş arazi işgal ettirilmiş, bunlar sıkışık bir biçimde kasabalardaki Ermeni evlerine yerleştirilmişlerdir. Hükümetin resmi kayıtlarına göre, Meşrutiyetin ilanından hemen sonra Adana’ya 12.840 adet de silah girmiştir. Ermeniler bu silahlarla hükümetin gözüönünde atış eğitimlerine başlamış ve 200 kişilik bir fedai çetesi hazırlamışlardır. Bu çete ile Ermeniler 27 Mart 1909 da Adana’da olaylar çıkarmışlardır. Araba ile Adana sokaklarından geçen Ermeniler rastgele etrafa kurşun sıkmış, iki Türk ölünce Türklerle Ermeniler arasında çatışma başlamıştır.
Olaylarla ilgili olarak Ermeni komitecileri Avrupa’ya karşı 30.000 kişi öldü derken, ilin resmi bildirisine göre bu sayı 10.000, La Turquie Gazetesine göre ise 1000 kişidir.
1.Dünya savaşında uzlaşma devletleri, Ermenilere büyük umutlar bağlamışlardı. Öteden beri siyasi çıkarlarına alet ettikleri bu topluluğu, Osmanlı Hükümetine karşı da kullanmayı tasarladılar. Ermeni gönüllü alayları kurularak, bunların özellikle Türklerden öç almak üzere Kafkas ve İran cephelerine gönderilmelerine başlandı.
Uzlaşma devletleri savaş boyunca, Ermeni komitelerine ellerinden gelen yardımı yaparak Ermenileri cepheye sürdükleri gibi bol miktarda para ve cephane vererek içerde de isyanlar çıkartmak istediler.
Seferberliğin ilanından sonra Zeytun, Kayseri, Bitlis, Muş,Erzurum, Erzincan,Elazığ, Yozgat,Sivas ve Van’da Ermeniler olaylar ve isyanlar çıkarmaya başladılar. Bu bölgelerde Ermeniler’in yaptıklarını kısaca şöyle özetleyebiliriz:
- Köylerine gelen Türklere saldırmak, paralarını alarak onları öldürmek
- Memurlara ve jandarma birliklerine saldırmak
- Hükümet konağına saldırmak, jandarma erlerini şehit etmek
- İlk zamanlarda seferberliğe katılıp silahlanarak daha sonra düşman safına geçip bizim silahımızla bizim askerimize saldırmak
- Telgraf hatlarını kesmek
- Cepheye gitmek isteyen Müslüman gençlerin, ailelerin yanında kalmaya zorlamak
- Uzlaşma devletlerine casusluk yapmak
1.Dünya savaşı döneminde meydana gelen Ermeni olaylarını çıkaran komitecilerin amaçlarını şu şekilde belirlemek mümkündür:
- Her Ermeni vatandaşı komşuları Türklere Türk ordusuna ve hükümetine karşı silahlandırmak
- Duruma göre uzak ve yakın her Ermeniyi başlatılacak ihtilalde görevlendirmek
- Hükümetin seferberlik çağrısına katılmamak
- Seferberliğe sözde katılanlar Türk ordusunun silahlarıyla kaçarak ülke içerisinde çeteler ya da Rus ordusu hizmetinde gönüllü birlikler oluşturacaklar
- Sonuçta galip devletlerden Türk barışı için masaya oturdukları zaman, bu amaçların ödülünü fazlasıyla alacaklardır;bağımsız Ermenistan için en büyük destek Rusyadan alınacaktır.Bu olaylar kronolojik sıra ile incelendiği zaman gerek ikinci Meşrutiyetten önce gerek Abdülhamitin baskıcı idaresi ve birinci dünya savaşında gerilimin devamlı artmasına sebep olmuştu;artık dostluk ve arkadaşlığın yerini kin ve nefret almıştı ,Maraş ve Sasonda yaşanan olaylar içinde iki toplumu barındıran barış köyü Cibinde dahi yansımalara neden olmuştu;artık Arogil’e Hasan eskisi kadar sık "takılmıyordu" takılsa dahi kalbinin kırılma ihtimali vardı,artan gerilim yüzünden Satenik de Lübnan’a gitmekten söz etmişti bu koşullarda bir yuva kurmanınyanlış olduğunu düşünüyordu her ne kadar Cibinde huzur ortamı olsada dışarıdaki gerginlik insanlarda olumsuz etkiler oluşturmaktaydı.Cibindeki ermenilerin bir kısmı sevgi kilisesine bağlı olan iyi hristiyanlar olarak adlandırılmaktaydı.Yoksulluk,iş,iffet ve merhamet konularında katı kurallara sahip olan iyi hristiyanlar vejeteryandi.Maddi dünyadan mümkün olduğunca kaçınıyorlardı.Arınmışlar hristiyandır fakat gerçek günahları İncili farklı dillerde yazarak Katolik kilisesine başkaldırmışlardır.
Arınmışların ayaklanması kesinlikle protestan reform hareketini beslemiştir.Arınmışlar Hz.İsa’nın yeniden dirileceğine inanmıyorlardı ancak müritler reenkarnasyona inanıyordu.Katolik saldırıları sonucu arınmışlar hazinelerini gömmüştür bu hazine halen gizemini korumaktadır.Arınmışlar engizisyon mahkemeleri tarafından yargılanmış diri diri yakılmış,kuyulara atılmıştır bu nedenle bir kısmı yeni dünyaya göç ederken Osmanlı denizcileri tarafından alınanlar sayesinde tarikat Anadoluya uzanmıştır.
SATENİK
-CİBİN-1914
Deli olduğumu söylüyorlar,dinleyin köyde kasabalılar beni yırtık elbiselerimin içinde yürürken yada çeşme başında gördüklerinde bana cadı dediklerini duyarım,rahip ise elbiselerini toplayıp hızla uzaklaşır benden ,köyde sadece onbeş kişiyiz ,İsaya hizmet etmeye çalışan ben kendimi çok yanlız hissediyorum.ayaklarımın beni kaldırımdan köyün dışına üzüm bağlarına götürmesine izin verdim.İki küçük erkek çocuğun sürüyü güttüğü meraya götürdü ayaklarım beni.Ayaklarıma kılavuzluk eden içsel güç ile birkaç adım daha attım ve yol kenarındaki bir taşa oturup ağladım gelmiş geçmiş tüm arınmışlar için ...
-"Evlilikle ilgili ne düşünüyorsun,Saten?"dedi Meryem.
evlilikle ilgili ne düşünüyordu ?duruma göre değişirdi kendisi için mi yoksa başka birisi için mi olduğuna bağlıydı.
"Senin için bir koca bulmanın zamanı geldi"
Saten hiçbir zaman acele hareket etmazdi ,barış dolu bir mutluluğun ve çekingenliğin kokusunun sızdığı hareketleri de düşünceleri gibi tümü ile denetim altındaydı.Saten için iyi kadın "perfecta"olmak ve çok ciddi yeminlere uyması gerekti ama Alpinaryana karşı boş değildi bununla birlikte Abdullahtan hiç ayrılmamasını anlamıyordu.Saten atalarını düşündü bir an …
İncili ana dillerini çeviren,iffetine göz diken papazların iftirası yüzünden yakılan çoğu zaman doğum kayıtlarına yazılmayan kız çocuklarını düşündü.Saten ruh göçüne inanıyor ve korku ile beklenen bu kaderden sakınmak için keskin bir şeyler yapmak gerektiğini hissediyordu.
Bir perfecta dünyanın kötülükleri arasında yaşamaya devam etmektense inzivaya çekilmeliydi.Katharların(arınmışların)Montsegur tepesine gömülen büyük hazinesini düşündü Saten;kaleye kısılan iki yüz iyi Hristiyan (arınmış)altı hafta Papanın ordusuna direnmişti ancak kale düşmeden gece gizlice kaleden sallanan arınmışlar çalılıkların arasında kaybolmuştu.Katolik kilisesi arınmışlardan sonra yeni düşmanlar edinince unutulmuştu iyi Hristiyanlar.Şimdi kiliseden değil de İslam komşularından sakınmaya başlamışlardı.
onüçüncü yüzyılda zalim Engizisyonun yerini Müslümanlar almıştı,gerilim devamlı artmaya başlamıştı,padişaha suikast girişimi nedeni ile tüm Ermeni tebaasının güneye gönderileceğine dair dedikodular Cibine kadar ulaşmıştı,Saten ortaçağdan bu yana asırlardır nesilden nesile aktarılan hazine krokisini kaybetmeden Lübnana ulaşmayı düşünüyordu.Montsegur tepesi arınmışların varlığının garantisiydi Özgür Ermenistan da kendi kiliselerinde ibadet etmelerini sağlayacak olan o hazineydi.Saten iç çekerek dikkatini tekrar elindeki işe vermeye çalıştı.Dikiş dikmede kızkardeşi Baiona kadar iyi değildi.Parmakları çok büyükmüş gibi görünüyordu.Başparmağı engel yaratıyordu ve on üç yaşındayken ve hatta şimdi bile dikişleri özensizdi.Ancak çalışmayan sadece parmakları değil hayallerle meşgul olan zihniydi de.Diğer taraftan ondan büyük olan Baiona perilerin ayak izleri gibi ilmekler yapıyordu mükemmel bir ritm yakaladığı zaman onu izlemek tıpkı fırça ve boyalardan çıkan hayal ürünü çiçekler ve ağaçların oluşturduğu tablo gibiydi.İğnesi ile hayaller gerçek oluyor Saten bunların kumaştan çıkıp umutlarını anlatarak evde dolaşacaklarını hayal ediyordu.Baiona’nın yetenekli elleri vardı.Herkes böyle söylüyordu,peçetesini işlenmemiş bezlerinin yanına üzüntülü bir halde bırakan Saten odayı gözden geçirdi.Güneş ışınlarının kemerli pencereden içeriye süzüldüğü güzel havalı bir yerdi.İçerde birkaç tane oyma yüksek sandalye ile birlikte duvara asılmış iki tane desenli halı vardı:biri İsanın ölümsüz hayat suyunu (ab-ı hayat suyu)teklif ettiği kadınla kuyuda buluşmasını;diğeri İshak’ın kurban edilişini tasvir ediyordu ve İbrahim hep olduğu gibi solgun renkteki elini kaldırmış başını bıçağını almak için gelen meleğe doğru döndürmüştü ve yan tarafsaysa yeşillik içinde saklanan boynuzlu bir koç vardı.
Saten bu hikayelere genellikle saatlerce bakabilirdi ama bugün huzursuz şekilde bir kez daha döndü ve pencereden görülen koru ile çayırlık alanı bölen ince sütunu yakaladı.Alanlarda at süren bir erkek çocuğu olması gerekiyordu kendisinin.Peçeteler ve hikaye tasvirleri aktaran gergef işleri için yaratılmamıştı o .Aksine onun hakkında yazılmalıydı hikayeler!Kendisini ok atarak köpekleri ile beraber erkek geyiğin peşinden koşan bir erkek kız birleşimi olan av tanrıçası gibi hayal etti.
Saten pencereden eğilince yumuşak havayı yanaklarında hissetti ve çığlıklar atarak ağlamak şarkı söylemek bedenini kerpiç evinin duvarlarından sarkıtmak istedi.Bir insan olarak dünyaya geldikten sonra düşük formlarda geri gelmezsiniz diyen arınmışlara rağmen belki de bir yaradılışta kuş olarak dönmek isterdi yaşama.Uçmayı hatırladığını düşünüyordu sanki aşina olduğu bir davranıştı uçmak;geceleri yıldızları izlerken dağlardaki sert rüzgarların içine daldığını hayal ederdi.Pencereden ayrılıp yerine oturdu tam bu sırada kuzeni Almaz geldi.Şimdi altmış üç yaşında olan teyzesi Almalia altı çocuk doğurmuştu.Çoğu zaman sade uzun siyah giyerdi.Yürürken de eğirmek için kirmenini odadan odaya taşıyordu.Elleri ipi sararken ve aklından dualar geçerken bile gözleri etrafında ne olduğuna anlam vermeye çalışarak yavaşça kendi etrafında dönüyordu.Kirmenin her düşüşü Efendi’nin Duasının bitirildiğini ifade ediyordu bitirmek için eşikte duraklamıştı;çünkü iyi bir Hristiyan efendinin duasını okumadan kapıdan geçmezdi.Kuzen ise genç ve güzeldi gül desenli bir etek giymişti küçük adımları dahi neşeliydi.Gözleri her yeri tarar cilve yapmayı severdi.
-"Bu mutluluğun yolu "dedi anne sessizce iğini kirmenin ellllerine atarken.
-Perfecta olmak için mi?
evet eğer seçersen .Tanrı’nın arkadaşı olmayı seçersen"
Saten yüzünü buruşturdu dünyevi yaşamla ilişiğini bitirdiğinde elbette.
-"Boyu uzuyor " dedi anne kızını Saten’e göstererek;sanki kendisi burada değilmiş söylenenleri duymuyormuş gibi konuşmalarına kızıyordu kuzen,Baiona gibi bal rengi gözleri parlayan altın sarısı saçları olan bir güzelliğe sahip olmak isterdi.
-"Saten ,bazı kızlar senden küçükken evleniyor"dedi kuzen her kızın kendisini koruyacak bir erkeğe ihtiyacı vardır diye ekledi.Hadi annemden çekiniyorsan kulağıma söyle ;el işini al ben de kendime bir peçete alayım ve sana yardım edeyim ;hadi ama arkadaş değil miyiz ?
Saten başını elişine doğru eğdi hayatı boyunca kız kurusu olarak kalmak istemiyordu bu arada burnunu elbisesine sildi.
-"Hayır,hayır! elbisene değil peçeteye silmelisin" dedi kuzen ;hoşlandığın biri var değil mi ?
-"Alpinaryan" dedi duraksamadan verdi yanıtını sanki bu isimi söylemek için büyük bir fırsat bekler gibiydi.
-"Her zaman onu izliyorum ama o benim farkımda bile değil"diyerek kuzene içini döktü Saten.
Alpinaryan geniş omuzları ve dar kalçaları ile boyu posu yerinde bir delikanlıydı.Koyu saçları haylaz gözlerinin üzerine düşüyordu,bazen köyün Müslüman delikanlıları bedenlerine yağ sürer güreşe tutuşurdu ;Alpinaryan da onlara katılır hep Abdullah ile güreş yapar çoğu zaman altta kalırdı geniş cüssesine rağmen neden altta kaldığına anlam veremezdi SAten.Bir keresinde Alp bir grup islamla güreşerek birbirlerini dirsekleri yüzülüne kadar yerde süründürmeye çalışarak boğuşmuş ter ve yağ damlaları birbirine karışmıştı.
Saten ahır kapısında ayaktaydı grup yaklaştıkça kalp atışları hızlanmıştı olduğu yere çivilenmiş bir hali vardı.Hareket edemiyordu.Alpinaryan yaklaştıkça sesinin kısıldığını,boğazında bir şeylerin düğümlendiğini hissetti.Dizleri titrerken bayılacağını sandı .Alp ;Abdullah ile yanından geçerken aralarında koyu bir sohbete tutunmuşlardı ;Saten ise saz parçacıklarının dışarıya fırladığı kerpiç duvardan destek almak zorunda kalmıştı tam o sırada Alpinaryan ;
-"Saten burdaymış ,benim küçük Sateniğim ,nasılsın bugün?"dedi.
Afallamıştı,ne diyeceğini bilemedi bir şeyler anlatmaya çalışsada sesi tamamen gitmişti;Alp’in nefesini kaslı omuzlarından aşağıya doğru akan ter damlalarını hissediyordu sanki,"Ben ne seninim ne de küçüğüm, bu ne cesaret ?"
Ancak kahkaha atarak uzaklaşmaya başlamış Alpinaryan zorlama ile çıkan bu kısık sesle verilen cevabı duymamıştı.Saten ’i kırmızı yanaklarla utangaç bir şekilde ahırın önünde bırakmıştı.Eteğini toplayıp taş kemeri geçti niçin ve nereye doğru koştuğunun farkında değildi.Nehire kadar koşup çimlerin üzerine yattı.Alpinaryanın güçlü kollarında olmayı bu kadar çok arzuladığı için kendine kızıyor "perfecta " olmaya ne kadar uzak olduğunu anlayınca hıçkırıklarının sıklığı artıyordu.Ayaklarını Fırat’ın serin sularına soktu.
o gece Saten Alp’in ona sarıldığını ve terli bedenini beyaz ve yumuşak tenine bastırdığını hayal etti,Baiona yanında uyuyordu,o hem kardeşi hem de çocukluk arkadaşıydı iki kız bacakları dolanmış ve nefesleri karışacak kadar yakı n bir şekilde uyuyordu.
-"Baiona!"
-"Baiona,uyanık mısın?"
-"Hıı."
-Seninle konuşmak istiyorum ."
"Ne ?"
"Utanıyorum,Baiona"
Karanlıkta kardeşinin yüzüne düşen beyaz yansımaya uykulu gözlerle bakmaya çalışan Baiona dirseğinin üzerinde doğruldu.
-"Neden utanıyorsun?"
"yanıma yaklaş ;kulağına söyleceğim,ben Alpinaryandan hoşlanıyorum."
-"Bu durumun farkındamı peki ?"
-"Aslında ben de Arogilden hoşlanıyorum;bunları sabah konuşalım "
-"Baiona ;onun da benden hoşlandığını söyle bunu duymaya ihtiyacım var"
hasret çeken bir kumru kadar masum bir şekilde çoktan uykuya dalmıştı Baiona.Saten ise yatağın diğer ucunda gerçek bir kadın olmuştu ,erkeğini çılgınca arzulayan bir kadın ,içinde ıslaklık hissediyordu ,özlemle yanıp tutuşuyordu.alpinaryan’ı görünce kalbimimi kanatlandırıp ona bir aşk dalgası göndermeliyim.doğrudan gözlerinin içine bakmalıyım diyerek iç geçirdi;Saten.
Ertesi akşam köy meydanında şarkı söyleme faslı erken bitti.
"yürümek isteyen var mı?dedi Alpinaryan
Saten yıldızlı gökyüzünün altında oynaşıp koşuşan iki köpek yavrusu kadar mutlu olduklarını düşünürken yürümeye başladılar.Güzel bir hava vardı.Bir kolu ile Satene sarılan Alp onu kendine doğru çekti.
"Buraya gel .Sana bir şey göstermek istiyorum" diye fısıldadı .
-"Neymiş o ?"
-"Memnun olmak istiyormusun?"
dikkatli adımlarla mis kokulu zeytin ağaçlarının oluşturduğu gizli ve karanlık labirente götürdü onu.Çalılar biraz üstte kalmıştı.Saten rahatsız olmuştu ama aynı zamanda heyecanlanmıştı.Alp dudaklarından öptü onu bir eli ile elbisesini çekiştirirken diğeri ile Satenin elini tutuyordu.Erkeğin tenine dokununca Saten’in nefesdi kesilmişti.Daha önce bir erkeğin vücudunun bu bölgesine dokunmamıştı hiç.Elini yönlendiren Alp okşayan parmakların iniltisi ile inliyordu.Parmakların arasındaki organ gittikçe büyüyordu,aptal yada çocuk değildi Saten ,birden aklına o çılgın düşünce geldi nasıl oluyordu da bu kocaman alet bir kızın içine gömülüveriyordu?
Alp şimdi boynunu öpmeye başlamıştı;
-"Durma!"dedi alp.
Emrini pekiştirmek için eli ile tekrar yönlendirdi onu .Erkeğin bedenini kendisininkine sürterken dudakları birleşti birden elinde ıslaklık hissetti ,eline ,elbisesine ve otların üstüne fışkıran bir şey vardı .
Ayaklarının üstünde sallanıp titreyen Alp biraz daha sarılı kalsı Satene,mendili ile erkekliğini temizledi .Birdenbire her şey değişmişti.Önceki heyecan kalmamıştı Satende; şimdi ağlamak istiyordu karanlıkta tek başına kalmış terk edilmiş hissediyordu kendini.Tek isteği Alpinaryan’ın sarsılması geçene kadar kendisine sarılması ve tatlı bir söz söylemesiydi.Sonra birden itaatkar olmaya karar verdi erkeğinin emirlerini yerine getirip beklenti içine girmedi.Eve varıp yıkandıktan sonra hemen yatağa uzandı.Günah mı işlemişti acaba?Tanrı onu elinde kocaman aletle görmüş müydü?Baba ,oğul ve kutsal ruh aşkı onaylamış mıydı?
Dakikalarca sakin bir şekilde oturdu Saten.Dudaklarını kıpırdatarak sessizce dua ediyordu bu arada.Birdenbire kararını verdi sandalyeden kalktı ve kızına seslendi.
-"Kalk,gidiyorsun."
-"Ne demek istiyorsunuz?"
-Papaz efendiye günah çıkarmaya gideceğiz.Bu arada bilmen gerek gümüş renkli elbiseni Baiona giyecek.
Saten kalbinde vicdan azabı hissetti.
-"Saten,bekle!",
Avluda hızla koşan Baiona adeta yalvarıyordu.
-"Elbiseni istemiyorum "
"Senin yapacağın bir şey yok ,şimdi içeri gir " dedi Saten .
O anda Saten’in kalbi ona ihanete uğradığını söylüyordu.Kendisi için üzüldü.Kızgınlığın acı çekmenin de Kutsal ruh’un sözlerini şekillendirip şekillendirmediğini merak ediyordu.
Seromoni kısa sürdü artık yine tertemiz bir kızdı Saten.
Ertesi sabah ilk gördüğü komşusu oldu,kadın kirişten sakınmak zorunda kalmayacak kadar kısa olmasına rağmen başını eğerek küçük barınağa girdi ve avlunun çamurundan kurtuldu.Ellerini karnının üzerinde tutarak etrafa bakındı.Sanırım yine hamileydi,şu anda rahminde saklanan gizli bebeğin üzerinde ellerini dolaştırıyordu.Gözleri benim gibi küçük ,yatağım için aldığım temiz hasırların ve dışarıdaki ocak için topladığım taşların üzerinde hızla dolaştı.Etrafı incelemesine sinir olduğumdan tahta kaseyi bırakmış ve içindekileri altüst ederek torbamı karıştırmaya başladım.Gitmesini istiyordum.
Çömelip çorbadan bir kaşık aldım.çorba güzeldi açlığım mağarasında uyuyan bir canavar gibiydi ;yavaşça yudumladım.Bayan yanımda duruyordu .
-"Çok güzel "dedim
hemen haç çıkardım sonra da kaseyi tekrar elime aldım;dün oğlumu yerden kaldırdığınız için teşekkür ederim dedi komşu,top oynarken düşen küçük oğlundan söz etmekteydi.
-Bu akşam bize yemeğe gelir misin?"
teşekkür ederek ayrıldım avludan .
Cibin-1914-
SATENIK-
Pekala ,haklısınız çok ağladım.Günah çıkartmak bana çok güç geldi.
Haydi neşelen biraz küçük kız.Artık herşey eskisi kadar kötü değil.
Papaz’ın beni uyarması çok mu önemli sanki ?
Köy papazı ellerimi ellerinin arasına alırdı."Hatırla çocuğum derdi,herşey değişiyor iyilik tekerlekleri kötülüklerin etrafında dönüyor ve kötülüklerin tekerlekleri de iyiliklerin etrafında dönüyor.Ama yüce İsa bize bir şart koştu.Acılar içinde olabiliriz ama acımızı çekerken yanlız olmayacağız.Ruhani birşövalye bize daima yardımcı."
Henüz ondört yaşındaydım köy papazına bu düşünceyi anlatmadım ama sizlerle paylaşabilirim.Babamız tek kutsal oğlunun çarmıha gerilişini ve ölümünü İshak ile İbrahim de olduğu gibi pişkin bir şekilde izlediği için Tanrı ile herhangi bir sözleşme yapmak istemiyordum.Bana öyle geliyordu ki İsa efendimiz yatağında sessiz,mutlu bir ölümden sonra yeniden dirilmeliydi.
Çarmıha gerilmesindeki amaç neydi ?Babaların dikkatini çekmek için Tanrı insanlık ile anlaşma yapabilir ama bu anlaşma da bizim şartları tam olarak bilmemiz gerektiği içerilmemiş.Tanrı’nın kutsal görüşünden uzak durmakta yarar var .Dikkatleri üzerinde toplama.Tabii ki,bunların hiçbirini kutsanmış iyi yürekli papaz efendiye anlatmadım bu onu sadece mutsuz kılardı!
Çalıların kenarındaki kalın otların içinde neşe ile koşan bir fare,kanatları yeni filizlenen minik bir serçe gibi geçti.Otlarda hışırdayanın fare olduğunu sanmıştım ama aksine bir kuşmuş.Kuş veya fare herneyse sonuçta özgürdü.Birdenbire yeşil çimenler arasında sarı ve kırmızı çiçeklerle tanıştı gözlerim.Bu renkler belki özgür Ermenistanın rengi olacak ilerde ama benim ömrüm yetmez sanırım ,sarı ,kırmızı ve mavi gökyüzü rengi mesela.
.Bir an için yeşil rengi etrafa yayan çimenlerin rüzgarda hafif salınmalarını içimde hissettim ve yolda yanlız olmadığımı o an hissettim.Bana doğru sepeti yumurta dolu gelen bir kadın vardı uzakta hemen arkasında tırpanları omuzlarında tarlaya giden iki kişi vardı.Erkekler yürüdükçe sanki tekdüze çalışma hareketlerini icra ediyormuşcasına omuzları sallanıyordu.Ben taşın üzerinde otururken önümden geçtiler.Yanımdan geçtiklerinde ayağa kalkıp elimdeki sopayı doğrulttum ;arkalarından yürümeye başladım.Papaz efendinin dediği gibi eğer iyi bir Hristiyan olursam yüce İsa adımlarım boyunca beni izlerdi;daha önceleri pek çok kez yaptığım gibi şimdi de yapabilirdim.Bir saat boyunca kutsanmış sözcüklerle dua ederken anlamın her tekrarında nasıl değiştiğine ve içime dolan ferahlığa şaştım."Bizim"kelimesi etraftaki değişik yeşil otlardan zorlu yola ve yüce efendimize doğru genişliyordu.Tanrı oğlunu ölüme bile gönderse bir çocuğun babası için açtığı gibi kollarım O’na doğru açılıyordu.Cennet artık gökyüzünde bir yerlerde değil ağaçların arasında biçilmiş otların kokusunda ,içimde duruyordu.
Yol ilerde çatallaşıyordu.Hangi yöne gideceğime karar vermek için beklerken elimdeki sopa ile yere oyuk açtım.Batıda sema alçalıyordu sanki bulutlar gri renk almıştı fırtına geliyordu .İçimde beliren panik havasından kurtuldum.Orakçılar sağa dönen yolun başında durmuş tırpanlarının saplarına dayanarak sohbet ediyordu.Kadın ise sağ tarafa yönelmişti.Ayaklarımı değiştirerek "Y"de bekledim.Buradaki küçük çeşmede çarmıha gerilmiş elleri kanayan yüce İsa vardı.İtalyada avuçlarına yerleşmiş stigmatası olan bir aziz olduğunu duymuştum.Bu aziz öldüğü zaman çivileri çıkarmaya çalıştıklarında ellerinin arkasında doğru kıvrılarak gömüldüğü fark edilmişti.Aziz mezara çiviler ile birlikte gömülmüştü.Bedeni çürüdükten sonra mezarı açılmış ve çiviler alınmıştı,aziz ise yüzünde tatlı bir tebessümle huzur içinde uyuyordu.İnsanlar bu çivilerin şifalı olduğuna inanıyordu.
İçimdeki "perfecta"nın dürtmesi ile sola yöneldim ve Tanrının arkadaşlarını andım.Yüce efendimizin asılan ve kanayan bedeninin simgesi yoktu.Tanrının meryem ana’nın yada meleklerin simgesi olmazdı.
İslamlar da dahil bazı kişiler yüce efendimizin çarmıhta ölmediğine inanıyor.Bazıları da bu düşünceye efendimizin annesi,havarilerin yarısı ve Magdalalı Meryem ile karşılaştığını ve hep beraber Marsilyaya gelerek burada arınmışlık inancını öğrettikleri iddia edeiliyor.Bazı kişiler perfecta ve perfectusların İsanın ve Magdalalı Meryem’in soyundan geldiklerini ileri sürüyorlar.Ben ise neye inanacağımı bilmiyorum.Köyde hepimiz pazar ayinine katılıp günah çıkarıyoruz ama iki şekilde ibadet edenlerimiz de var.Neden etmeyelim?Hepimiz kuzendik yada kardeş başkalarının düşüncelerine saygılıydık.Ayinimize katılan papaz efendi herhangi bir sapıklık olmadığını ifade etti,bazen kendimi İslamların içinde bir mezhep olan Alevilik inancına sahip biri gibi görüyorum,onların ayinlerine de Sünni müslümanlar sapıklık nitelemesi yapıp "mum söndü oynamak " deyimi ile nitelendiriyorlar.Aslında karşımızda oturan delikanlılara parıldayan gözlerle bakmak dışında sapıklık yoktu.Yürüdüğüm yolda yanlızdım.Bu yol az kullanılıyordu ,otlar sadece yolun ortasındaki tümsekleri değil aynı zamanda arabalar nedeni ile oluşan tekerlek izlerini de sarmıştı.Havanın serinlemeye başladığını ve gökyüzünde kümelenen gri renkli bulutların karşısında bir iz belirdiğini fark ettim.Soğukta kurt saldırılarına karşı savunmasız bir halde belki bir ağacın altında titreyerek ateşsiz bir gece geçirme düşüncesi nedeni ile ürperdim.
Yolun alt tarafından yukarı doğru uzun beyaz kuyruğu çamurlu topuklarına sürtünen boz bir at tarafından çekilmiş bir araba ve çiftçi geliyordui
-Tepeyi çıkarken yorulmuş görünüyorsunuz dedi bana bakarak.Ben de ona baktım.Sizin kibarlığınız sayesinde bir süre ayaklarımı dinlendirmek isterim.Kendimi arabanın üstüne çekip bedenimi sepetlerin arasına yerleştirdim.-
"İnsanın ayaklarının yerden kesilmesi güzel " dedim ,sessizce tepeden yukarı çıkıyorduk ,uzak dağların manzarasına sahip kıvrımlı yolda etrafıma bakmak ve saçlarımı toplamak ve neden kalbimin kontrolsüz bir şekilde şarkı söylediğini merak etmek için kullanıyordum zamanı.Bir tarla kuşu havalanmıştı önümüzden işte.Ancak ,birden ellerimin bir aşçının elleri kadar kaba olduğunu fark ettim.Kucağımda sosis gibi duruyorlardı.Kırılmış tırnaklar pislikle dolmuş ve cildi yanarak kızarmıştı.Ortaçağda asillerin ellerinin süt ile temizlendiğini hatırladı bir an.Baiona ile saçlarımızı tara dudaklarımızı boyar ve süt rengi eldivenlerimizi takıp avluda dans ederdik.
Alpinaryan
cibin(Saylakkaya)-Toros Dağları /1914
-"Sultan suikastından sonra der-saadete göre artık biz sadık millet değiliz " dedi Arogil,tütünü sararken,"
"Son fermanı duydunuz mu ?"
kahvedekilere döndü,köy kahvesinde o esnasında kimi nargile fokurdatan kimi de höpürdeterek kahvesini yudumlayan ahalinin hepsi Ermeniydi.
-"On dört yaşından büyük her erkek çocuğu ve on iki yaşından büyük olan her kız çocuğu İslam inancına bağlılık yemini edecek;bu yemin iki yılda bir yenilecektir,istisnasız her cuma günleri erkek çocuklar namaza katılmak zorundadır.Ermenilerden hiçbiri doktor olacak çalışmayacak zorunlu durumlarda çalışsa dahi hastanede hasta ölürken yanında ermeni doktor bulunmayacaktır."
kafamda bir sahne canlandı,"küçük çoçuğu iyileştirmiş ,ölen kadının yanında bulunmuştum.Ve şimdi dinlenmek üzere durakladığım taşın üzerinden kalkıp asama dayanarak yürüdüm.nefesini ensemde hissettiğim Sultan’ın askerlerinden kaçıyordum."
Arogilin bu kısa oyunu yeteri kadar ilgi görmedi ama birazdan anlatacakları neredeyse infial yaratacaktı.
-"Hiçkimse İncil’i ana dilde okumayacak;Osmanlıca yazılan incil okunacaktır."
Herkes şaşkınlıktan donmuş bir şekilde birbirine baktı.Bir yaşlı söz aldı;
-"Peki,ama Tanrı’nın Sözü’nü kimin alması gerekiyor?"diye sordu.Sadece ilahi ve dua kitaplarımız olacaksa Kutsal Kitap’ın faydası olmaz dedi ihtiyar.
-"Teslim olmayacağız !"diye bağırdı Arogil .Hemen orda hayatım boyunca onun yanında savaşacağıma dair kendi kendime söz verdim.Onun için ölebilirdim,ve ayrıca evet vazgeçmeyecektik!
Bir saatten fazla bir süre yasaları tekrar edip tartışarak vakit geçirdik.Zulmün kemendini sıkıyordu bu yasaklar.Arkadaşlarımızı kuzenlerimizi karılarımızı ihbar etmeyi reddedecektik.-
"Şeytan bu islamlardan BAŞKASI OLMASA GEREK!"
"ŞİMDİ HERHANGİ BİR KİŞİ KOMŞUSUNU İSYANCILARA KATILMAKLA İHBAR EDEREK TOPRAKLARINA RAHATLIKLA EL KOYABİLİR.
Arogil kolunu bana sarınca ve beni kucaklayınca vahşi bir sevinçle heyecanlandığımı hissettim.O ve ben birlikte savaşabilir ve birbirimizi sevebilirdik.
"Kardeşlerim!" dedi Arogil;taşnak çeteleri bizim desteğimizi bekliyor,hürriyet ’in değeri ancak kaybedilince anlaşılır ,burda kalıp Osmanlının köpeği olmaktansa savaşıp erkek gibi ölmek isterim,benimle olan yarı gece mezarlığın karşısında hazır bulunsun ,gelip bizi teslim alacaklar,bağımsız Ermenitan için savaşmaya var mısınız?"
Kalabalık büyük bir şiddetle onaylamıştı Arogil’i yine yapacağını yapmış ikna kabiliyetini sonuna kadar kullanmıştı.
Toroslara yürümek yirmi gün sürmüştü.Alp ilk defa evden bu kadar uzaktı sadece eve değil artık Apoya da uzaktı aslında Meryem ile evlendikten sonra arkadaşlıkları bitmiş zamanla biten arkadaşlık ayrılmalarını zorunlu hale getirmişti.Yürürken manzaranın güzelliğine bakmaktan alamıyordu kendini rüzgar buğday tarlasını dalgalandırırken ince yaprakların altında ürperen zeytin ağaçları...
Yürürken başını kaldırıp uzaktaki kar şapkalı dağları görmüştü ve bu güzellik onu etkilemişti.
Bu uzun yürüyüşte Arogil ona arınmışlar hakkında bilgi veriyordu özellikle de arınmışların efsanevi piskoposunu anlatıyordu.
Bu piskopos o kadar ermişti ki uyumaya dahi ihtiyacı yoktu.Yirmi yıldır torosların tepesinde bir mağarada yaşamaktaydı.Bu süre boyunca konuşmadığı söyleniyordu.Bu yaşamdan sonra günlük yaşama dönmek ona çok zor gelmişti zamanla bu zorluğu aşmış günlük yaşama alışmıştı efsane.
Efsanenin minik ve biçimli elleri ve ayakları olan küçük bir adam olduğunu anlattı Arogil.Bununla birlikte o kadar güçlüymüş ki;efsane sokakta gezerken
gözle görülmeyen bir selamlama dalgası yayılırmış.İnsanlar onun ayaklarına kapanmak istermiş.Efsanenin öyle nazik ve yürekten gelen bir samimiyeti varmış ki insan onunla karşılaşınca tüm hayatı boyunca seninle karşılaşıp konuşmayı beklediğini düşünüyormuş.Karşısındakinin varlığı onu bu denli mutlu edermiş!
bunun sebebi onun gülüşü ve parlayan gözleriymiş,ancak onu diğerlerinden ayıran şeyin görüleri olduğunu herkes biliyordu.Önsezileri güçlüydü.Üstün sezgisi görülmeyeni kaplayan örtüyü delip geçebilirmiş.Bu yeteneği sayesinde Sultan’a suikast yapılacağını sezip ulaklarla saraya haber uçurduğu dahi söylenir.Ermeni cemaati ile ilgili kimsenin bilmediği bir gerçeği bilirmiş.Bu gerçeğin ne olduğunu çok merak ediyorum.
Düzlükten yukarı doğru bir parmak gibi uzanan dağın manzarasından etkilenmemek olanaksızdı.Bundan sonraki yaşamlarında mekanları olacak dev mağaranın girişi büyüktü;içinden iki yada üç ayrı giriş kapıları vardı.Bunlardan birisi bir kağnının geçmesi için yeterince genişti.Burası zapt edilemeyen "GÜVENLİ DAĞ"idi.
Muhafızları aşağıda bırakan Alp ve Arogil kıvrılarak yükselen patikada ilerliyordu.Her yerde yetişen cılız çamlara tutunarak yukarı doğru kendilerini çekiyorlardı.>Burun deliklerini çam kokusu doldurmuştu.Ağaçlar kayaların arasından kıvrılarak çıkmış yılan kadar yalın ve ayaklarına dolanmaya hazır köklerini etrafa sarmışlardı.ALPINARYAN dağa tırmanırken her bir adımı izlemek zorundaydı.
Şimdi nefesleri kesilmiş ve ğöğüsleri hızlı bir şekilde inip kalkerken etraflarına göz atmak için büyük bir kayanın önünde duruyorlardı.aşağıda Zeytun kasabası gözüküyordu.işlenmiş topraklar ahşap yada taştan kulubeler arasında beliren her bir taş çıkıntısında şifalı otlar vardı.
Kulubeler çocuklar gibi kalenin surlarına dayanmıştı ve tepedeki yükseklikten gökyüzüne bel vermiş ,çıkıntı yapmıştı.
-"EFSANE " ile tanışalım dedi Arogil,dedi.
Asasına dayanan adam deri bir ceket giymişti bakır rengi saçları mavi gözleri vardı.Mağaranın avlusuna varmadan Efsane iki adamı süzdü
sonra
-YAKLAŞ!"
dedi Alpinaryan’a ,nefesini hissettirecek kadar kendine doğru çekti ,
-"İçine CİN girenlerden uzak dur!"dedi.
Arogil bir ekmeğin içini oyup yahni ile doldurduktan sonra bana uzattı .
-"Güzel"
-"Hımm."diye cevap verdi.Nerdeyse hava kararmıştı.Gece kürsüsünde ilk yıldız parlarken biz mağarada yemek yiyorduk.
-"Bu dağlarda kurt var mı ?"diye sordum .Hiç görmemiş olmama rağmen onca yıldan sonra kurtlardan korkuyordum.
-"Kışın bazen köylere inerler dedi Arogil.Kış çetin kar kalın olduğunda ve yiyecek bulamadıklarında "
Ekmeğini yavaşça çiğniyordu.
-"Bir zamanlar bir kurdu evcilleştiren bir keşiş duymuştum.Dinlemek istermisin ? Adı Francis’di;adamın elinden kuşlar beslenirmiş.Bir keresinde bir kurt yiyecek bulmak amacı ile kasabaya inmiş.Kasaba halkı kurdu öldürmek istiyormuş ama keşiş ulu Tanrı’nın bize öldürmeyi yasakladığını söylemiş.
-Biz,Türkleri öldürmek için dağa çıktık ama"
-"Özgür Ermenistan için ;İslamlara köle olmamak için öldürüyoruz"dedi Arogil.
-"Sözü kesme ,hikayenin devamını dinle,keşiş kurdu evcilleştirdiğini söylemiş kasabalılara ;kurt köyde yiyecek ararken kadınlar bağrışarak evlerine girip çocuklarını da tahta pencere kepenklerinin arkasına kilitlemişler.Kurt köyün içinde bir o yana bir diğer yana salınarak ağır ağır dolaşmış.Kasabalılar kurdu öldürmek için ellerinde bıçakları ve ağları ile toplanmışlar ki o anda keşiş gelmiş.Elini kaldırmış ve kurt bir ev kedisi gibi önünde eğilmiş ,başını eğip diz çökmüş.
Sonra kutsal keşiş kurdun kafasını elinin içine almış ve ona köylülerin çocukları ile hayvanlarını yemesinin yanlış olduğunu bu alışkanlığı bırakması halinde Tanrı’nın ve kasabalıların onu daima koruyacağını söylemiş.Kurt bunu anlamış ve kasabada sadık bir köpek gibi yaşamış.Kasabalılar onu beslemiş.
-"Halfeti ’de bunu yapacak kimse bulamazdın herhalde" dedim bir iki dakika düşündükten sonra .
-"Bir kurdu beslemek "dedi Arogil ve başını iki yana salladı.
-"Bir zamanlar hoş,büyük ve sadık bir av köpeği olan cesur bir şövalye varmış.Bu köpek efendisine olan nazikliği ile ünlüymüş.Gri bir kürkü güçlü dişleri varmış.Şövalye evlenmiş ve karısı kısa zamanda güçlü ve sağlıklı bir bebek dünyaya getirmiş.Köpeğe bebeği koruma görevi vermişler.Bir gün şövalye ve karısı ava gitmişler ,köpek beşiğin başında nöbetteyken bir de ne görmüş?bir KURT!
Bir kurt ormandan çıkıp gelmiş ve ölümüne kavga başlamış.Şövalye eve döndüğünde beşik alt üst olmuş bebek yokmuş köpek ise ağzı kan içinde sahibine gülümsüyormuş,şövalye tek seferde köpeğin kellesini uçurmuş hala efendisinin elini yalamak için ona doğru sürüklenmeye çalışıyormuş ,şövalye ise bebeğini öldüren hayvanı izlerken yanaklarından yaşlar süzülmeye başlamış.Sonra birden ağaçların altındaki çalılıkta bir ses duymuş.Bebek mutlu bir şekilde parmağını emiyormuş ve yanında bir kurt leşi varmış.
Nasıl , acıklı bir hikaye değil mi ?"
-"Düşünmeden hareket etmeyi anlatan bir öykü bu " dedim.Bir müddet düşündükten sonra;Kim bir bebeği bir köpekle başbaşa bırakır ?diye sordum.
"Bu sadece bir öykü " dedi,Arogil.Gece olmuştu ve yıldızlar bize göz kırpıyordu ;Halfetiden Toroslara yürümüş ve Taşnak çetesine katılmıştık;yıldızlar kum tanecikleri gibi altın zerrecikleri gibi yakın ve soğuk bir şekilde gökyüzünü kaplamıştı.
-"Yatma zamanı " dedi Arogil.Bu esnada bıçağımı elime aldım yatarken yanımda her zaman hazır bulundururdum.
Bir başka gün:bıçağımı saklama zamanı geldi.
Arogil silahları daha yükseklerdeki mağaralara götürmüştü.Önce mağaranın her yerine baktım ayakta durmuş taze saman kokulu havayı içime çekerken yeni güne uyanmanın mutluluğunu hissettim.o esnada Sateniği düşündüm ,günlerdir ilk kez kendimden başka birini düşünüyordum.Daha garip olanı ise mazi’ye takılıp kalmaktansa gelecekle meşgul oluyordum.Önce eşikteki siyah taşlara sonra da manzaraya baktım.YUkarda tıpkı koşan koyunlara veya dalgaların tepesindeki köpüklerin yansımasına benzeyen bulutların üzerinde kesik süt gibi bir gökyüzü uzanıyordu.Tepenin yamacında bir kayın ağacı vardı.ağacın toprağa dalıp çıkan kökleri derine sıkıca tutunuyordu.Kökler arasındaki çamurlu noktada delik açmam ve yeşil çaput ile korunan küçük kitabımı bu delikte düğümlenen köklerin arasına doğru iyice sokmam sadece birkaç dakika sürdü.Deliği çamurla taşla ve samanla doldurduktan sonra ıslak çimleri üstü kapanmış deliğin etrafına düzgün bir şekilde yerleştirdim.Bir adım atıp uzaktan baktığımda delik görünmüyordu.
-"Neredeydin?"dedi ,Arogil
-"Hiç,yürüyüş yapmak istedim sadece "
-"Yürüyüş mü ,?
-"Buradan aşağıdaki tarlaları görmek istedim sadece,hepsi bu"
Sessizce beni inceliyordu Arogil.Söylediğim yalan üzerinde düşündüğünü anlayabiliyordum ve o da yalan söylediğimi biliyordu.
-"Bilmek zorundaysan eğer etrafa bakınmak için dışarı çıktım.Şimdi de su kovaları için geri geldim.Sakıncası yoksa yıkanmak istiyorum."
Arogil dilini dişlerinin arasında gezdirerek birkaç dakika düşünceli bir şekilde durdu.Alpinaryan hakkında gerçekten ne biliyordu ?Köyde az sayıda da olsa arınmışlar olduğunu biliyordu ama onun da bu tarikata üye olup olmadığını bilmiyordu ayrıca birlik olup Türklere saldırmak varken ayrılıklara gerek yoktu.Bununla birlikte Alpinaryanın bir zamanlar Abdullah ile çok iyi arkadaş olduğunu da tüm köy bilirdi.Acaba Alp çete içinde Türklere çalışabilir miydi?
İlk eylemlerinde onu dikkatlice izlemek gerekti .
-"Alp!"dedi Arogil ,tüfeğini temizlerken;
-Neden Zeytun kasabasına tepeden bakan güvenli dağın mağaralarındayız,fikrinvAR MI ?"
bOŞ GÖZLERLE baktı ALP.
-"hAYIR dedi konuşmayı kısa kesmek isteyen bir havası vardı;
-"Burası bizim Osmanlıya karşı ilk silahlı isyanımızın gerçekleştiği yer"dedi Arogil .
-"Dedelerimiz Maraş valisini öldürünce kasabayı 7 ay ablukaya alıp kıyım yaptılar ,ve biz o günlerin intikamını 30 Ağustos’ta alacağız!"
2014,Eskişehir/TÜRKİYE
NECİP
Artık umudum kalmadı geçmişi unutmalıyım.Bir sabah 19 kelimelik veda mektubu ile başbaşa kalan koca rolünü oynamaktan yoruldum,cevapsız mektuplar yazmaktan da...
Garip olan içinde bulunduğum psikolojik durum ile okuduğum kitabın kahramanının ruh halinin aynı olması,belki sizlere söz etmişimdir bu benim gizli yeteneğim,çocukluğumda 4.kattan düşecek kadar sarkan kız kardeşimin üstünde beliren ruhani varlığın bana bağışladığı yetenek -karşılık beklemeden verdiği bir hediye...
Bu ruhani varlık sanki küçük sabun köpüklerinin binlercesinin bir araya gelmesi ile oluşmuştu;kusursuz daireler vardı ve her bir daire- sadece yüzeysel olmadığı için- içi dolu köpükler şeklindeydi dersem belki daha anlamlı olur.
Sevdiğiniz insanın bir gün hiçbir açıklama yapmadan hayatınızdan çıktığını varsayın,işte yaşamaya başladığım yeni kahraman Galip,seksenli yıllarda avukatlık yaparak hayatını kazanan biri,geçmişte yaşayan,çocukluk aşkından vazgeçmeyen sonunda bu güzel kızın ikinci kocası olmayı başaran bir avukat,aslında ikinci olmanın ne tür bir duygu durum oluşturduğu yeteri kadar açık verilmemiş;sabahlara kadar okuyan uykusuzluk sorunu çeken ve uyurken karısını izleyip hayatında olduğu için Allah’a şükreden bu bahtsız kahraman karısının kendisini terk etmesi ile beraber bir yolculuğa çıkıyor,geçmişe açılan kapılardan geçtikçe yeni bölümler yeni sayfalar oluşmaya başlıyor,üstün yeteneğim sayesinde bir çok kitabın kahramanı oldum ama terkedilen koca olmak zor geldi-kimbilir belki de bu zorluk gerçek yaşamımda da terkedilmiş olmanın bir sonucudur.Seksenli yılların İstanbul’unu tanımak için ideal olan kitabımızın bana göre en önemli özelliği farklı anlarda aynı sayfayı okuduğunuzda hislerinizin ve anladıklarınızın psikolojik durmunuza göre değişmesi,sanki 500 sayfalık bir şiir kitabı gibi!
Kitapta kritik kelimeler,cümleler ve etkisinde kalacağınız tarihsel bilgilerle referanslar yoğrulmuş yazarın her zaman severek okuduğunu belirttiği Vathek nedense benim için yarım saatte bitirilecek bir cep kitabı ...
Aynı cümleyi bir kaç kere okumakla başladığım ilk anlarda kesinlikle sıkıcı bulup yarım bıraktığım kitapta farklı olan yazarının de belirttiği gibi "pitoresk"bir kitap olması,kelimelerle resim yapma sanatı diyelim bu kelimenin Türkçe karşılığına.
Elbette hepimizin aklına aynı soru gelir?Okuduğunuz kitapta sizi en çok etkileyen nedir?Bu sorunun muhatabı ben olsaydım kesinlikle Boğaz’ın Suları Çekildiği ZAman bölümünün etkisinde kaldığımı itiraf etmeliyim .girişteki çocukluk hatıralarından sonra rüyanın üvey kardeşinin köşe yazısı olarak lanse edilen bu yazıda karanlık sulara gömülen arabanın suya düşme anı ve kendine bir yer edinip yosun kaplı koltuklarında barınan balık yumurtaları güzel bir şekilde tasvir edilmiş.Esas konu ve yalancı konu olmak üzere iki konulu kitabımızın yalancı konusu ilginizi çekerse ilk ve son bölümü okuyup neticeye ulaşabiliyorsunuz.Sonuçta terk eden güzel kadın evine dönmüyor ve öykümüz noktalanıyor.O zaman aradaki dört yüz sayfayı okumanın anlamı ne?
İşte bu noktada öykünün gerçek konusu başlıyor geçmişini yeniden yaşayan bir adam kimi zaman darbe öncesinin karmaşık günlerinde üniversite hayatına kimi zaman Osmanlı imparatorluğuna döndüğünüz kitabın satır aralarında Yeşilçamın insanlar üzerindeki etkisi de gözler önüne seriliyor.Kitabın kayda değer özelliği okurken yaşamanız bu durum için benim gibi özel yetenekle ödüllendirilmiş olmanız gerekmez!
Bence Kara Kitabın sayfalarını karıştıran herkes Saim’in dergi kolleksiyonu merak eder ben ek olarak Ahmet Yılmaz öyküsünü merak ediyorum.Galip ilk koca ile tanışmak amacı ile uydurmuştur öyküyü,duvarlara yazı yazarken vurulan üniversite öğrencisi Ahmet YILMAZ.
Bu öykü tamamen yazarın hayal ürünün yarattığı bir esermidir yoksa tamamı yada bir kısmi başka bir kaynaktan mı alınmıştır?Sanırım yazar ile konuşma şansım olsaydı soracağım ilk soru bu olurdu.Kitapta bazı cümleler beni çok etkiledi."Kenarına reçel damlamış dikiş kutusu "cümlesi her sabah masa örtüsüne reçel damlattığım an aklıma geliyor ;o anı tekrar yaşıyorum.Zihnimde canlanan bir başka resim ise Bedii ustanın mankenlerle doldurduğu bodrum katı acaba mankenler kitapta iddia edildiği gibi kara kuru niteliksiz adamlar mıydı?
Bu satırları yazarken de yine bir resim belirdi kafamda Alaaddin’in dükkanında satılan gözlerini açıp kapayan plastik bebekler..
Bir gece ansızın bu plastik bebeklerden satın alan karanlık tipli adamlar...
Bu karanlık tipli adamlar uzun palto giyip ağızlarında kocaman bir puro ve kafalarında fötr şapka taşıyan adamlar mıydı yoksa gömlek düğmelerinin üstten iki tanesini açıp kıllı göğüslerini insanların gözlerine sokarken ayakkabının arkasına basıp terlik vazifesi veren yumurta topuklu sivri burunlu ayakkabılarına kokan ayaklarını sıkıştırıp bir elde tespih sallayıp hafifçe omzun birini yerçekimine yenik düşüren adamlar mıydı?
Bana yetenek veren bu ruhani yaratık yeni bir surpriz yaptı;gençliğimi birlikte geçirdiğim sevgili dostum "ninem"geri geldi,17 nisan 1994 ’te bu dünyadan ayrılmıştı
-"Hoşgeldin,nineciğim!"dedim
Yirmi yıl sonar onu yeniden görmek çok güzeldi ama beni tanımaması çok üzücü oldu aslında haksız sayılmazdı ,tarağın ilerlemekte zorlandığı sık kıvırcık kahverrengi saçlarım bir hokus-pokusla yok olmuştu,gençliğimdeki uzun sohbetlerimizde kıvırcık saçlarımı okşayıp bana ödünç ver diyen dostum yeni halimi hiç beğenmemişti..o yokken neler olduğunu anlattım kimi zaman müjde vedim ,kimi zaman da kötü haberler verdim,onu uzaktan ilgilendirecek haberleri önce verdim.Culluğa (hindi)benzettiği fizik hocasının öldüğünü ancak geçen zamana ragmen halen hayatta kalanların da olduğunu belirttim.Özal’dan bir yıl sonra aynı gün vefat eden sevgili dostum o gün yani Cumhurbaşkanın vefat ettiği gün pek de iyi dileklerde bulunmamıştı,ancak Ispartalı çoban Sülo’nun halen hayatta kalmasına şaşırdı,en kötü haberi sona sakladım,defalarca belirttiği üzere en sevdiği çoçuğu -dayımın-kanser olduğunu söylediğimde kısa bir süre hareketsiz kaldı,kalın camlı gözlükleri sanki yere düşecekmiş gibi oldu,üzüldüğü belli olduğu için moral vermeye çalıştım,tedavinin başarılı olduğunu hastalığın çok yavaş ilerlediğini anlattım,ilk kızını ve ikinci oğlunu "diğer tarafta"gördüğü için onlardan söz etmeme gerek yoktu ,zaten ikinci oğlunu bu dünyadan ayırmak üzere kendisi görevlendirilmişti.Dostuma kendisinden sonra bir yeğenimin olduğunu ancak 10 yıl sonra bu dünyadan ayrıldığını anlattım .Onu kaybettikten sonra kullandığım sayısız ilaçları uykusuz geçen gecelerde aşık olup saatlerce şiir yazdığım kızları anlattım,sonra ona bir roman yazmaya çalıştığımı anlattım.
Onu rüyamda karanlık kulubesinde her zaman ki gibi tek başına görürdüm.Öldükten sonra ruh ahiretten kısa bir süreliğine dünyamıza gelir ve uykumuzda daha önceden vefat etmiş yakınlarımızı görürüz.Ölen yakınımız çoğu zaman kımıldamaz yada komuşmaz ayrıca bakar kör gibidir.Ona seslendiğiniz zaman sesi duyar ama gözleri başka tarafa bakar.Yeğenimi kaybettiğim ilk yıllarda onu rüyamda gördüm,on yaşında bir çocuğun kaybı sonucu bende travma sonrası davranış bozukluğuna yol açtı ve bu bozukluk uykusuz gecelerin kapısını araladı.Daha önce de belirttiğimiz üzere Kara kitap’ta şu an adını hatırlayamadığım bir bölümünde benim gibi uykusuzluk denen illetin pençesine düşen yazar sabahın ilk ışıklarına kadar okuyup yazarken sabaha karşı sevgili karısının sıcak kollarına yorgun bir şekilde kendini bırakır.Yazarın pitoresk bir yazar olduğunun bana göre en iyi kanıtı kitabın birinci sayfası .Giriş sayfasında karısı rüyanın yattığı yatak çenesinin yastığa gömülmesi ve karısını izlerken aklını okumak isteyen avukat Galip’in sevgili çocukluk aşkını izlemesi sanki yanımızda gerçeklerşiyor.Kimbilir belki ben de gerçek adı Andre olan dedemin müslüman bir ailede büyütülerek adının değiştirilmesini anlatan ve tehcire uğrayan masumlarla ,çete kurup isyan çıkaran Ermenileri anlatan romanımda güzel resimler çizerim,kitabım için ilgi çeken en önemli konu elbette tehcir.Bu konu yüzüncü yılında defalarca kez yazılmış her iki taraf da haklılığını ispatlamaya çalışmıştır.Kazananı olmayan bir tartışmadır bana göre ve ben gecenin bu ilerleyen saatinde ailesini tanımadan hayata veda eden dedemin öyküsünü yazmaya karar verdiğimde elimde ona ait sadece iki resim ve arap harfleri ile yazılmış resmi evraklardan oluşan bir bilgi kolleksiyonuna sahibim.Belki de bu konuda tek yardımcım ruhani varlıktır.Okuduğum kitapları yaşama yetisi veren ölülerle görüşmeme imkan sağlayan hayatımda istediğim anda sadece bir kereliğine de olsa “değiştirme” hakkımı kullanmamı sağlayan ruhani varlık.
-“Değiştirebilirsin,sadece bir kere ,unutma!”dedi ruhani varlık.Yüzü de bedeni gibi kullanılmamış beyaz kağıt gibiydi,gözleri burnu ve dudakları yoktu,ama uzaktan bakınca insan görünümlüydü.
“Yaşamında değiştirmek istediğin an nedir ,Necip ? “
Lise yıllarındasın,her zaman seni küçük gören sınıf arkadaşını hatırladın mı ?
“Dörtgöz Necip!” diyerek gözümün önünde belirdi Secaeddin,kıvırcık saçları ,iri dişleri vardı,
“Necip,sınıfta yellendi!”diyerek beni küçük düşürdü birden oysa ben yapmamıştım,kimin yaptığınıda bilmiyordum, bu sözleri ilk aşkımın önünde söylemek zorunda mı?
-“Seni küçük düşürdü,hak etmişti”dedi ruhani varlık
-“Evet hak etmişti,ama bu şekilde olmasını istemedim!”
-“Değiştirebilirsin,ömür boyu vicdan azabı çekmek istemezsin değil mi ?”
Onunla kavgaya başladınız,sınıfın ortasında kara tahtanın tam da önündesiniz,sınıf arkadaşlarınız kaçırılmaması gereken bir an olduğundan etrafınızda halka oluşturmuş dikkatle izliyor,nasıl olduysa bir an arkasında kaldın,ve nereye varacağını bilemediğin bir yumruk attın işte ,(Necip sınıfa lise yıllarına dönmüştür,kara tahta ve üzerinde yazılı Matematik förmülleri)sana dörtgöz demesine rağmen tel çerçeveli ince camlı gözlüklerindeki sol cam yumruğunla kırılıp sol gözünü kanattı,kavgadan sonra tedavi için Ankaraya gitti Secaeddin,uzun yolculuklar uzun masraflar ,herşeye rağmen gözünde görme kaybına neden oldun,bir gencin önündeki yılları –neredeyse-tek gözlü yaşamasına sebep oldun!’Belki de bu tek kullanımlık hakkını başka bir anda kulanmak istersin” dedi ruhani varlık.
Şehir merkezine çok uzakta yaşadığın yıllarda sakin huzurlu kır evinde yaşadığın günlerde, kullanmaya ne dersin ?
-O gece öleceğini bilemezdim,gün boyunca neşeliydi”dedi Necip(ağlamaya başlamıştı)
--“Değiştirebilirsin,ömür boyu vicdan azabı çekmek istemezsin değil mi ?”
Hastane evine çok uzaktı ,yolda kaybettiniz,belki de hayatında bir değişiklik yapabilirdin inzivaya çekilmiş manastır rahibeleri gibi ormanda yaşamaktansa şehirde insanlar ile iç içe –hastaneye yakın-bir evde yaşayabilirsin,böylece on yaşındaki yeğenin hastaneye varana kadar kan kaybından ölmez”dedi ruhani varlık .
-“Değiştirebilirsin,ömür boyu vicdan azabı çekmek istemezsin değil mi ?”
Oda artık kır evindeki odaya dönüşmüştü,kapı önünde şiddetli kanaması olan küçük bir kız çocuğu…ağlamaya devam ediyordu Necip.
-“O zaman yaşayacak mı ?”
-“Bu tamamen sana kalmış ,en azından ulaştığınızda hala hayatta olacak.”
-Doktoru duymadın mı,ameliyattan bir hafta sonra olan ani kanamalarda yaşama şansı yoktur dedi;-binde üç ihtimalde olsa-
-“Değiştirebilirsin,ömür boyu vicdan azabı çekmek istemezsin değil mi ?”dedi ruhani varlık .
Hayatın boyunca yaşayacağın eşi belirleyen sınavdasın ve senin değiştirme hakkın var düşünsene sana verdiğim büyük armağanı!Şu an olduğu gibi sefil bir akademisyen adayı olarak yaşamaktansa ,-Sücaeddin ve diğer arkadaşların gibi- sınavda dereceye girer rahat bir yaşam seçersin,ailen seninle her ortamda övünür.O zengin ailenin tek varisi olabilirsin.
Oda bir dershaneye dönüşmüştü,görevli öğretmenler volta atarken,önünde soru kağıdı ile dışarı çıkarsa sınavın iptal edileceğine inanan Necip en arkada Matematik sorularını yanıtlamaya çalışıyordu,Dilek yan sırada gülümsüyordu,bu gülümsemeyi kaybetmemek için yapması gereken tek şey ailesine yalan söylemekti,böylece üniversite yıllarında başladıkları birlikteliği evlilik ile noktalayacaklardı.Onun geçmişini gizli tutacak Dileğin vefat eden ilk eşinden ailesine söz etmeyecekti,ama beceremedi ve kaybetti,eş adayı olarak Neslihanı seçti.
- “Emin olmadan evlenmeye karar verme”dedi Dilek
-“Değiştirebilirsin,ömür boyu vicdan azabı çekmek istemezsin değil mi ?Senin hayatını etkileyecekse başka insanların yaşamlarındaki dönüm noktalarını değiştirebilirsin”dedi ruhani varlık. Trafik kazası nedeni ile cezaevine girmek istemezsin herhalde?”
Necip cezaevi günlerini anımsadı,ilk günü sıkıntılı geçmişti,akli dengesi bozuk Arif baba ile tanışmıştı ilk olarak,neden düştüğünü ne kadar yatacağını sormuştu Arif baba,elindeki tırmığı beton kaldırıma vururken.Dökülmüş dişleri nedeni ile ağzı adeta içe çökmüştü,kirli saçları ağarmış sakalı vardı,sık sık aynı soruyu tekrarlardı, asıl memleketin neresi?Şöför adam dört şeye dikkat etmelidir evlat dedi,bir uykusuzluk iki dikkatsizlik!
-“Neden tazminatı ödemedin?”
Param yoktu dedim,sayılı gün çabuk geçer diye ekledim,tırmığı sık sık kaldırıp sertçe kaldırıma vurmaya devam ediyordu,kaldırım taşlarının arasındaki kısa otları sökmeye ,taşlaşmış çamur birikintilerini dağıtmaya çalışıyordu,asıl memleketim Nizip deyince birden bağırdı ,Bici Bici !
Islahiye ,Adana,Bici Bici!Kızdığı arkadaşını anlattı önce sonra sık sık firar eden yengesinin kardeşlerinden söz etti.
-“Bu yaşta yakışıyor mu buralara düşmek ?”
kimi zaman mantıklı konuşurken birden tırmığı havaya kaldırıp kimi zaman bana kimi zaman da önünde volta atan mahkumlara naralar atmaya başlamıştı.
Senin hayatını etkileyecekse başka insanların yaşamlarındaki dönüm noktalarını değiştirebilirsin”dedi ruhani varlık.Üniversite yıllarındaki platonik aşkının sana karşılık vermesini istemezmisin,en azından bir kere de olsa dakikalarca onu izlediğin zamanlarda ,Gökşen’in arka sıraya dönüp sana gülümsediğini görmek için neler vermezsin değil mi ?
Sevgili GÖKŞEN;
02/02/99
Ders saatleri o kadar kısa ki seni izlemekle geçip sona eriyor.Sanal Gökşene yazacak zaman yok ,çünkü gerçeği şu an tam önümdeki sırada oturuyor.Bu sana kaçıncı mektubum bilmiyorum ama cevap alamadım.
Suskunluğunuz yazma konusunda isteksizlik şeklinde ortaya çıkan büyük ölçüde rahatlığın göstergesinden başka bir şey değilse bu durum beni son derece memnun eder.O kasvetli köyde yalnız başına öğretmenlik yapmaya çalışıyorsun ,yanında kimsenin olmaması bana dokunuyor,sana mektubumla birlikte gönderdiğim hediyeyi beğendin mi ?
Güzel günlerde kullanmanı dilerim,onu her eline aldığında beni anımsayacağını umuyorum.
Kısacık süren (3dk.52sn)son konuşmamızda huzursuzluk ve endişe tamamen yakanızı bırakmıştı,yıllar önce ilk senemizde ders arasındaki konuşmamızı anımsadım.Bu konuşmadan sonra birlikte yürüdük mü yoksa birbirimizin yanından geçip gittik mi
hatırlamıyorum;bu iki olasılık arasındaki fark çok da büyük olmamalı.Eviniz güzel mi ?
Sesiniz telefonda kısılmış gibi geldi,biraz bakılırsanız bir şeyciğiniz kalmaz,şu an yanınızda olup size bakmak için neler vermezdim!Bu hasta halinde bir de yazılı kağıtları okuman gerekecek,eğer uykunuzun bir dakikasını bile bu işe ayırırsanız beni arkadaşlarımın önünde kırıp incittiğin gün olduğu gibi gene incinirim.Nişanlılık durumumu soruyorsunuz,iki kez-aslında üç de diyebiliriz-nişanlandım,birinde evliliğin eşiğinden döndüm,elbette bu süreç beni yıprattı.İlki tamamen geçmişte kaldı,yazdığı mektupları birer birer yakarken o mektupların alev almasını izlemek ne de zevk verici!
Son nişanlım hala bekar en ufak bir evlenme ihtimali yok ailesi hesabına müstakil bir hayat yaşıyor.
Genel olarak bu konuya ve başka şeylere baktığımda fark ettim ki,galiba erkekler daha fazla acı çekiyorlar yada başka bir bakış açısı ile bu konuda karşı koyma güçleri daha az.Oysa kadınlar daima masumca acı çekerler üstelik “ellerinde olmaksızın”değil gerçek anlamda, ki aslında belki bu da yine ellerinde olmaksızın’a çıkar. Tıpkı cehennemdeki tek bir kazanı devirmek için çaba gösterme isteği gibi ;birincisi hiçbir işe yaramaz ve ikincisi işe yarasa bile insan kazanın dışına akan kızgın maddede yanar ama cehennem tüm görkemi ile yerinde kalır.Herşeyden önce sıcak yatağınıza uzanın ve hastalığın tadını çıkarın.Beni sorarsanız iki haftadır uykusuzluk ve baş ağrısı krizleri ile boğuşmaktayım, uzman yardımı almamı önerenler oldu ama psikiyatristler sadece ilaç yazıyor ve bu ilaçları kullananları gördükçe zavallılara acıyorum!
Sana son sayfada “Desem ki”şiirini yazdım,her okuyuşumda senin farklı yönünü düşünüyorum.Öğretmen olarak çalışırken öğrenciler ile birlikte devlet yurdunda tıka basa kalmak durumunda olduğum için gecelerim şiir ve roman okuyarak geçiyor.Gökşen,Dostoyevski’nin ilk eserinin hikayesini bilirmisiniz ?Çok şeyi özetleyen bir hikayedir.O dönemde edebiyatçı arkadaşı ile birlikte oturuyorlarmış,arkadaşı masada duran bir yığın müsveddeyi aylarca görmüş ama orijinal metin ancak roman bittikten sonra eline geçmiş.Okumuş,hayran kalmış ve yazara bir şey söylemeden kitabı dönemin ünlü eleştirmenine götürmüş,ertesi gün yazarımızın kapısı çalmış,gelen eleştirmenler onu kucaklayıp öpmüşler iki saat boyunca roman üzerine sohbet etmişler ,o gecenin hayatının en güzel gecesi olduğunu söyleyen yazar mutluluk gözyaşları dökmüş.Uykusuzluğum beni nerelere götürdü böyle!
Yarın yine yazarım;bugün sadece kendim için yazıyorum , kendi adıma bir şey yapmış olmak için ,sadece mektubunuzun yarattığı mutluluk etkisinden bir az olsun kurtulmak için , aksi takdirde ağırlığını gece gündüz üzerimde hissedeceğim.
03/02/99
Seni aradığım zaman çok kısa da olsa benimle konuşman cesaret veriyor bana, yıllar sonra da bu mektupları okuyup torunlarımıza gösterecek miyiz? Evleneceğimize dair umutlar besliyorum, henüz ikinci sınıftayken sana karşı beslediğim duygular hayata atıldığımız günde dahi devam etmesi sence de bunun habercisi değil mi ?dört yıl süren öğrenim hayatımız boyunca bana hangi gün ümit verici bir harekette bulunduğunu soruyorsun, aslında sana telefonda söylemedim, o cesaret verdiğin gün –bir gün de olsa-yaz okulunun ilk günüydü. Benimle ilgilendiğini hissettim, tatilimin nasıl geçtiğini neler yaptığımı sordun, arka sıradan yanına gelmemi sıradan bir olay gibi karşıladın ertesi gün aynı sırada seni beklerken kapıda bekleyip bana gülümsediğini gördüm, ne güzel günlerdi!
Şunu da düşün ki belki hayatının en güzel zamanları o yaz okulunun ilk günleriydi, seninle gerçekleştirdiğimiz kısacık konuşmalarımızı telefona kaydedip sesini defalarca dinliyorum, artık canım ne zaman sesini duymak isterse bir düğmeye basmak yeterli, yaşasın teknoloji!
Sesini dikkatlice dinledim ,yani Pazar günü yaptığımız konuşmayı (5dk.33 sn)bu konuşmanın içinde ses tonundaki değişimlere dikkat ettim.
Konuşmamızda benim evlendiğimi sandığını ,bu nedenle eski okul günlerindeki “mesafe koyan “ Gökşen yerine daha “samimi”davranan Gökşen olmayı yeğlediğini anlattın, benim evlenmiş olsam bile seni arayıp çalıştığın okulu ve numaranı bulmamın bir anlamı yok mu ?Konuşmanın iki dakikasını dolduran o nutuk –aynı zamanda katıksız ve mağrur bir havası vardı-insan kalbinizle değil sanki çelikle karşılaşmış gibi oluyor.
İnsan bir tanıdığı ile karşılaştığında ona dikkatli bir ses tonu ile iki kere ikinin kaç ettiğini sorsa herhalde karşıdaki kişi aklınızı kaçırdığınızı düşünür, ama aynı soru ilkokul birinci sınıfta okuyan bir çocuk için bir anlam ifade eder.Benim size sorduğum soruda ikisi birleşiyor,cevabınız da yeterli açıklama bulamadım,benimle hiçbir zaman yıldızınızın barışmadığını söylüyorsunuz.Aslında bu sabah yataktan kalkıp yurt banyosundaki nem kokulu kabine girip duş almaya başladığımda bu sözün kafama takıldı,dakikalarımı seni düşünerek geçiren ben ve bizim hiçbir şey olamayacağımızı söyleyen sen.
Sözlerinizin etkisini küçümsüyorsunuz sevgilim,seni çok seviyorum,zarfa babanın adını yazdım okulundaki arkadaşlarının benim adımı okumalarını istemiyorum kullandığım zarflara da dikkat edeceğim ,zarf saman kağıttan olacak-senin istediğin gibi-geçen konuşmamızda mektubumu ince zarfa koyduğumu okul müdürünün “Gökşen hanım babanızdan mektup gelmiş”deyip zarfı sana uzatmadan “Seni seviyorum”cümlesini okuduğunu anlattın.Okul müdürü bir baba kızına bu cümleyi içeren bir mektup yazar mı düşüncesine kapılmış olabilir.Bir baba elbette evinden uzakta tek başına çalışan kızına sevgisini,özlemini ifade eden cümleler kurabilir.
Bu sabah uyanmadan hemen önce bir rüya gördüm,Murat Bosna’dan dönmüştü ve sen onunla buluşacaktın,lise yıllarında yaşadığınız o masum aşkı,Marmaris yıllarınızı anımsayacak hatıralara birlikte gülecektiniz.Bana gerçek anlamda sadece bir kere aşık olduğunu bu kişinin Murat olduğunu,benim adıma çok üzüldüğünü anlatmıştın.(neyse ki rüyanın etkisi ilk dakikalarda şiddetli ama sonra çabuk geçiyor)evet sadece kötü bir rüya gördüm.İnsan böyle bir rüyadan ancak bittiğinde uyanıyor ondan önce kurtulamıyorsun,seni sımsıkı tutuyor.Buluşma yerine ilk sen gelmişsin aslında net görünmüyordun,neden bilmem sen Murat’ın yanında biraz beyaz ve hayalet gibi kalıyordun.Kollarını açmıştın ama gerinmek için değil elbette,-pasta yerken gerinmek ayıptır!-ona sarılmak için hazır bekliyordun,törensi bir hareketti bu,hemen ardından sokakta benim yanıma geldin bana küçümser bir şekilde baktın,üniversitenin son sınıfında baktığın gibi,hani Murat ile telefonda konuşup ona “Seni seviyorum”dedikten sonra bana fırlattığın alçaltıcı bakışlardan biriydi bu.
Rüyamda neler konuştuğumuzu hatırlamıyorum sadece ilk cümleler aklımda kaldı,”Çok eğlendin mi Gökşen?”
-“Seni ilgilendirmez,pastadan sonra kumsala gideceğiz,Marmaris’te”
İlk iki cümle bunlardı,hep beraber (sen,ben ve Murat)yakınlardaki istasyona vardık ,büyük tren tarifesinin önünde duruyorduk,sürekli bana istasyon isimlerini gösteriyordun,bu arada sana biraz bakma fırsatı bulmuştum,okul yıllarında derste baktığım gibi rüyamda sana gözlerimi ayırmadan baktım.Aslında dış görünüşünün benim için önemi yokmuş ,pek kendine benzemiyordun,çok daha esmerdin yüzün daha dolgunlaşmıştı,(zaten dolgun yanaklarınla bu denli gaddar olunamaz)Kıyafetinin kumaşı benim ceketimin kumaşı ile aynı seçilmiş rüyamda.
Yan yana oturuyoruz, beni ittiriyorsun ama gerçek hayatta olduğu gibi kızgınca değil ,arkadaşça(gerçek hayatta birinci ders yanına oturduğumda verilen ilk arada hemen yerini değiştirir beni sırada yalnız bırakırdın) ben çok mutsuzmuşum ,ittirdiğin için değil Murat ile birlikte Marmaris trenine binip orada denize gireceğiniz için sonra ümitsiz bir şekilde oradan uzaklaşıyormuşum.
Uyandığımda keskin bir nefes kokusu ile karışık ayak kokusunu içime çekince çok şükür rüyaymış dedim kendime,oda arkadaşlarım biraz horlayarak biraz da yellenerek sabah uykusunun en tatlı yerindeydi,alt ranzadaki Kimya öğrencisi her zaman olduğu gibi çorapları ile uyumuş yastığımın ucuna kendisini mutlaka erkenden uyandırmam gerektiğini anlatan bir not bırakmıştı.
Seninle çıktığım kısa yürüyüşü anımsadım ,yazması dahi bana hoş geliyor,seninle çıktığım kısa yürüyüş sana gazoz ısmarlayacağıma dair söz vermiştim,sen sade gazoz almıştın ben de meyve suyu ancak nasıl oldu bilmem yarı doldurulup bırakılmış bir üretim hatası ile karşılaşmıştık.En samimi arkadaşın Anıl ne içti anımsamıyorum .İnsan uykusuzken ,uykusunu almış haline göre geçmişi daha güçlü hatırlıyor.Beni kırdığın zamanları anımsadığım an duyduğum acıya dayanamıyorum.Sana ne zaman yazsam öncesinde ve sonrasında uyku tutmuyor ;yazmadığım zaman hiç olmazsa birer saat bölük pörçük de olsa uyumak bana nasip oluyor.Yazmadığım zaman sadece yorgun ve yavaş oluyorum yazdığım zaman ise büyük bir rahatlama ve ardından gelen mutluluk.
Senden merhamet dileniyorum,neyse ki sana yazmamı yasaklayan bir kanun yok en azından şimdilik ama bir gün gelir evlenirsen o zaman ne yapacağımı düşünmek istemiyorum.Sen meselenin ne olduğunu yada okul yıllarında ders boyunca sadece sana bakarak geçirdiğim saatlerin anlamını tam olarak kavramıyorsun.Aslında ben de anlamıyorum ,patlamanın eşiğinde titriyor ,üzüntüden aklımı kaçıracak gibi oluyorum ama bunun ne olduğunu neden bu şekilde davrandığımı bilmiyorum .Sessizlik ,karanlık,üst ranzadaki yatağıma sinip boyun eğiyorum elimden başkası gelmiyor.Bir patlama bu ve geçip gidiyor,sigara tiryakisinin bırakma aşamasında çektiği kriz nöbetleri gibi,bu yazma nöbetini yaratan güçler devamlı içimi sarsıp duruyor,öncesinde ve sonrasında ;hayatım varlığım bu tehditten oluşuyor o biterse ben de biterim ,bu nöbet benim hayata katılma biçimim ,gözlerimi kapamak kadar doğal.Zaten bu tehdit seni tanıdığım günden beri orada değil miydi?
“İşte geçti bundan böyle bana uygun bir eş seçip mutlu olacağım “deyip bu işten sıyrılabilecek miyim ?Nişanlanmalarımdan söz ediyorsun ,şüphesiz çok sıradandı acı sıradan değildi ama etkisi öyleydi.Hani hayatın rezillikle geçirirsin de birdenbire bütün bu rezillik için cezalandırılmana karar verilir kafanı sıkan vidalar yavaş yavaş sıkılırken “evet bu rrezil hayatı sürdüreceğim “ dersin ya işte onun gibi.
Şimdi yaptıklarımı daha önce yaptıklarımla bir tutuyorsan haklısın; hep aynı şeyi yaşayabilirim. Tek fark artık tecrübe kazanmış olmam bağırmak için vidaların itirafa zorlayacak kadar sıkılmasını bekleyemem onun yerine daha şakaklarıma dayandıkları anda bağırmaya başlarım.Sana kendim ile ilgili her türlü gerçeği başka hiç kimseye söyleyemeyeceğim şekilde söyleyebiliyorum.Seni beni bırakmaman için bu kadar yalvarmam konusunda acı konuşursan bunda haklı olamazsın.Senin bakışın sayesinde yaşıyorum.
10/05/2015
Bu Pazar günü şehirde avare avare dolaştım,canım çok sıkılmıştı,bir ağacın yanındaki banka oturdum,çevrede yürüyen insanları izledim bu işten sıkılınca elimdeki kağıt kalem ile yazmaya başladım.Kısacık konuşmalarımızın uzamasını diliyorum,bir yabancı gibi değil de ailenin tanıdığı biri gibi seni aramak istiyorum.Bu hafta sonu ailenin yanına gelmediğini öğrendim,köyde kalmayı tercih etmişsin telefonu açan annen her hafta yolculuğa çıkmanın senin için zor olduğunu anlattı bu nedenle on beş günde bir Eskişehir’e gelecekmişsin ek olarak nişanlandığını bu hafta sonu evde nişanlan ile patlamış mısır yiyip film izleyerek geçireceğini söyledi.Annenin söylediklerine inanmıyorum,benden kurtulmak için nişanlandığını söylüyor,birkaç gün sonra tekrar aradığımda gerçekten nişanlı olup olmadığını sordum,annen şaka yapmadığını söyledi,ben yine inanmadım,sınıf arkadaşım otogarda seni gördüğünü yanında asteğmen kıyafetli bir genç olduğunu anlattığında inanmak istemedim,ta ki ,seni üniformalı uzun boylu bir gencin önünde beklerken gördüğümde anlatılanların gerçek olduğuna inandım.İnsanlar kimi zaman tüm dünyaya meydan okumak ister, herkesin doğru bildiğinin yanlış olmasını diler, benimki de buna benzer bir ruh hali idi.Senin sırtın nişanlına dönüktü, birisini bekleyen bir haliniz vardı,onun yüzünü göremedim,mesleğinin başında genç bir subaydı,sonunda baban gibi bir asker ile evlenmeye karar vermiştin.Nişanlılık süren kısa sürdü,evlendin bir kızın oldu,yıllar sonra yağmurlu bir günde boyu senin boyunun yarısı kadar olmuş kızın ile elele yürüyordun,ıslanmamak için birden koşmaya başladın,ben de karşıdan geldiğim için hayatımda ilk ve de son kez seni bana doğru koşarken gördüm.Kızının elinden tutmuş bana doğru koşuyordun.Benim için bu ilkbahar yağmurunda ıslanmanın bir önemi yoktu bu nedenle mümkün olduğu kadar ağır yürüyordum.Yıllar sonra seni yeniden görmüştüm,yaşlanmıştın,öğretmenler toplantısında ilk karşıma çıktığında seni tanımakta zorlanmıştım,eşinin asker olması nedeni ile uzun yıllar doğuda çalıştığını biliyordum fakat sonunda zorunlu hizmet bitmiş,Eskişehir’e dönmüştünüz.Yıllar önce sana yazdığım mektupları nişanlının görmemesi için çoktan yakmışsındır ,her ne kadar tek taraflı da olsa bu mektupları onun görmesini istemezsin değil mi?Bu sana yazdığım ancak bende kalacak olan son mektup,yıllar önce okul yıllarında senin anlamakta zorlandığın dersler için yabancı kitaplardan çeviriler yapıp yeterli cesareti bulursam sana vermeyi başarırdım,kimi çeviriler ise bende kalırdı işte bu mektup da tıpkı o makale çevirileri gibi bende kalacak.Sana hayatında eşin ve kızınla mutluluklar diliyorum.
Seni daima seven;
Necip.
-Yazdığın mektupları mı hatırladın ,Necip?”dedi ruhani varlık.Hayatımda sadece bir defa da olsa değiştirme hakkım var ama ben bunu kullanmak istemiyorum,bu kendimi kandırmak olur,Gökşen beni gerçek hayatta sevmedi,bundan sonrada sevmeyecek artık benim de bir ailem var geçmişe dönüp hile yapan bir kumarbaz gibi davranmak istemiyorum.Ruhani varlık devamlı bana aynı şeyi anlatıyor,hayatımı etkileyecek bir olay eğer başka birinin yaşamında gerçekleşiyor ise o zaman o kişinin hayatını değiştirme hakkına sahip olacakmışım.Bu kişi kim olabilir?Son günlerde zihnimi kurcalayan hep aynı soru bu.Ruhani yaratık bu kişiyi bana tanıştırdı,ama benim Satenik KIRKIRYAN isimli bir ermeni kadını ile ne işim olabilir ki?
Yüz yıl önce yaşamış bir insan benim hayatımda nasıl etkiye sahip olur diye sordum ruhani varlığa,Saten Halfetinin Saylakkaya –o zaman ki ismi ile Cibin –köyünde doğdu,güzel bir kızdı,kendisi gibi Cibinli Alpinaryan ile evlendi,bu evlilikten Andre isimli kıvırcık sarı saçlı mavi gözlü bir bebekleri oldu,çok mutlu bir aile görünümündeydiler;ancak Alpinaryan ruhunu iblislere ve kötü cinlere teslim etmiş Abdullah ile ilişkiye girmişti,Abdullah onu kandırıp karısı Saten ile de ilşkiye girdi,yolculuk zamanı (tehcir)gelince küçük Andre’yi Abdullah ve karısı Meryem’e emanet edip Lübnan’a yola çıktılar ancak Meryem intikam arzusu ile yanıp tutuşuyordu,küçük Andre yi büyütürken onun ergenliğe girmesinden sonra her gün onu taciz etti,küçük Andre öz annesinin kendisi ile ilşkiye girmesini cinsel tacizini anlatacak kimse bulamadı,içine kapandı,Meryem sonunda yaptığı hatayı anlamıştı,günahsız bir yavrunun bunalıma girmesine kimlik karmaşası yaşamasına sebep olmuştu.Andre’ye aslında ermeni olduğunu gerçek adının Abdullah olmadığını,kocası Abdullah’ın öz babası olmadığını kendisinin de öz annesi olmadığını anlatıp genç Andre’den af diledi.Tüm gençliği boyunca onu yıkamak amacı ile başbaşa kaldıklarında küçük Andre’nin erkekliği”ile oynamış onun boşalmasını sağlamıştı,zavallı Andre çocuk yaşta öz annesi bildiği bir kadın tarafından uygulamalı olarak cinsellik eğitimi almıştı,ancak sürprizler Andre için bu kadarla kalmadı,küçük Abdullah (Andre)babasının Ermeni dönmesi bir yaşlı bir arkadaşı ile köy kahvesinde çay içerken,yaşlı adam birden söz aldı;
-“Tanrı beni affetsin,oğlum bunu söylediğim için bana kızma,ben baban ile köy hamamına çok giderdim,bu söylediklerime ne kadar inanırsın sana kalmış,yavrum “dedi,alnında ter damlaları birikmişti,devam etti,
“Baban Abdullah ile ben yıkanırken çok kısa bir süre yıkanmayı bırakıp onu izledim bunu neden yaptım onu da bu yaşa geldim bilmiyorum,belki Tanrı yada Allah öyle emretti,babanın ayakları bana değilde kurnaya bakıyordu ,o günden sonra baban ile olan tüm münasebeti kestim,bunu sana anlattığım için beni affet “ dedi.
İşte dünyaya Andre isimli Hristiyan bir Ermeni olarak gelen ve Abdullah isimli Müslüman bir Türk olarak veda eden bu kişi SAteniğin oğlu deden Andre’dir.”dedi ruhani varlık.Senin yaşamını etkileyen onun hayatında tek kilit noktası Lübnan’a yolculuk yapmak yerine anne ve babası tarafından Türk komşularına emanet edilmesidir,sana bunu değiştirme şansı veriyorum eğer bu hakkı kullanırsan Saten ileALp ,Andreyi yanlarında götürmeyi kabul ederek köyden ayrılacaklar ve küçük Andre Meryem’in tacizlerine uğramadan ,ruhunu cinlere satan Abdullah’ın oğlu olmadan büyüyecek ;Hristiyan olarak yaşayacak,evlenecek ve baban dünyaya gelecek;elbette sen de şu an olduğu İslam değil Hristiyan olacaksın ve hak yerini bulacak dedi efsane.
-Toroslar-1914
-Alpinaryan-
Zeytun saldırımızdan sonra kuşatma başladı ve biz elimizden geldiğince direndik.Küçük bir mağarada tıka basaydık ama disiplin içindeydik:her bir özgürlük savaşçısının kadınlarının ayrı yeri vardı.Askerlerin yeri daha küçüktü herkesin belli bir görevi vardı,aşçı,berber,rahip ve savaşçılar.Yemeğin herkese eşit dağıtılması önemliydi.Bununla birlikte dar bir mekanda kalabalıktık.Zaman geçtikçe sabırlar tükeniyordu ve askerler sinirli hale gelmeye başlamıştı.İlk başlarda doğu anadolu tarafından destek kuvvetleri bekledik , onların yardımı ile kuşatmayı yarıp kaçabilirdik,ordaki Taşnak çetelerinin bizi bizi yanlız bırakmayacağını umuyorduk beklemek bizi yıpratıyordu ve geceleri üşümeye başlamıştık.Gece mağaradan çıkmak zordu ateşe giderek daha çok sokulmaya başlamıştık.Sultanın ordusu erzağımızın biteceğini ve kendi rızamızla teslim olacağımızı umuyordu.Dün gece sulu sepken rüzgarla beraber kara dönüşüyordu.İyi şekillendirilmiş bir patika öyle dar ve kıvrımlıydı ki bu yolu kolayca koruyabilirdik .düşman bu tepeyi tırmanamıyordu.Herhangi bir güç saldırmak için grup oluşturumadan teker teker geri püskürtülüyordu.
Dağı sahiplenmiştik ve ilk başlarda ilk başlarda kuşatmayı ciddiye almadık.Dağı dolaşıp düşman hatlarını geçerek haber taşıyanlar vardı.Bazen yaşlı bir çoban gibi giyinip düşman askerlerinin arasından geçiyordum.Kasabadan yumurta,sebze ,ekmek edinmeye çalışıyordum dörtyüz kişiyi beslemek çok vakit ve masraf gerektiriyordu.Ben düşman askerleri ile uzaktan da olsa göz teması kuran birkaç ulaktan biriydim.Geceleri hepimiz grup olarak dolu sepetlerin dağın dik yüzeyinden yukarıya taşınmasına yardım ediyorduk.Görüleceğimizden korkarak heyecanlı bir sessizlik içinde yapıyorduk bunu.Moralimiz hala yüksekti.
Türkler beklerken tuzak kurup tavşan ve bazen geyik yakalıyordu.Benzer şekilde biz de yaban domuzu vuruyorduk,Tanrıya şükür düşman domuz yemiyordu!
Artık yiyecek kıtlığı başlamıştı ve bizde arınmışlar gibi kökleri ve tohumları yiyorduk.Can sıkıntısı ise berbattı.Kapatılmış olma kendi aramızda kavgaların çıkmasına yol açıyordu:zar oyunu veya satranç anında bağrışlara veya yumruklaşmalara dönüşebiliyor hatta silah yada bıçak çekmeye kadar ilerliyordu.Sonra diğerleri kavga edenleri ayırıyordu çünkü kendi içimizde kavga etmeyi kaldıramazdık.Bir müddet sonra da destek ulaşmadığı için kavga etmeye başlamıştık.Tüm çağrılarımız sonuçsuz kalmıştı.
Bir gün dağdan yukarıya doğru erzak taşıyan bir grup gördüm.Her zamanki gibi girişte kalabalık toplanmıştı,bazıları ziyaretçileri karşılamak için yarı yola kadar inmişti.Hayat öyle sıkıcıydı ki!
Ziyaretçilere hoş geldin demek için ben de mağaradan çıktım ve patika yolda mücadele verenleri izledim.Ziyaretçiler arasında biri tanıdık geldi bana .Kalbim sendeledi birden.Onu hemen tanımıştım.Başı eğikti ve bedeni kış için gerekli olan ağır bir yün manto ile kaplanmıştı.Sırtında bir paket taşıyordu.YUkarıya doğru yavaşça ilerliyordu.Nefes almak ve tırmanılacak uzaklığı ölçmek için durdurdukça belki de yukarıya doğru bir bakış atıyordu.Belki de gözlerini korumak veya eşarbını düzeltmek için elini başına doğru kaldırıyordu.Yüzleri tam olarak görülmediği zamanlarda insanların birbirlerini nasıl tanıdıklarını bilmiyordum.Ancak biz bunu yapabiliyorduk.Bu sanki herkesin işaret göndermesi veya benim diye belli olan bir renkle sarılması gibi bir şeydi.Onu çam ağaçları arasından basit bir bakış ile hemen tanımıştım.
Kalabalıkta diğerlerinin kafalarının aralarından bakarak geriye doğru gittim.Onu bir öpücükle karşılayıp paketini almak için dağdan aşağıya doğru koştum.Kalabalığın arkasına doğru ilerledim.
-"Nasılsın Saten,nasılsın görüşmeyeli?"
-"iyiyim"
Havayı koklayan ince bacaklı ,tedbirli,ince kuyruklu ,kılları taranmış hırlamayan ve sevişme öncesi şaklabanlıklar yapan köpeklere benziyorduk.
-"Seni yeniden görmek için geldim " dedi Saten.
-"Yanımdan geçerken seni görmüyormuş gibi davranmayı denedim ama seni özlediğimi farkettim"
Bir an durdu,bakışlarını önüne çevirdi
-"seni sevdiğimi farkettim,ayrıca seni merak ediyorum."
ellerinin kucağında titremesini izliyordum.Gözleri ağırlaşan fırtınalı bulutları izliyordu ve aşağıda yayılan yeşilliğe doğru kayıyordu;yeşillikteki beyaz ve kahverengi çadırlarla gezinen atlarla ve küçük karıncalar gibi görünen düşman askerleri ile yere eğiliyordu.
-"Senin için hayatımı tehlikeye attım ,ama bende sizinleyim,özgürlük savaşmaya değerdir,desteğimi göstermek için geldim,çünkü en sonunda benim de sorumluluk almam ve savaşmam gerekiyordu.Yolumuz için yaşam biçimimiz için Ermenistan için savaşmaktan söz ediyorum.Eğer bir korkak değilsem benim de sahiplenmem gereken bir dava var"
Ertesi gece nöbetçilerin uyarı sesi ile uyandık,hepimiz şaşkınlık içinde mağaradan çıktık karanlıkta ay ışığı ile hain bir Ermeninin rehberliğinde Türkler umulmayanı başarmıştı o dik ve sarp kayaları aşmaya başlamışlardı,elleri üzerinde sürünerek ilerlemeye çalışıyorlardı.Bunu yapabileceklerini bu korkunç uçurumdan çıkabileceklerini kim düşünebilirdi?
Bunu gündüz yapacak cesaretleri olamazdı gece onlar için faydalı olmuştu çünkü aşağıdaki korkunç uçurumu göremiyorlardı ,öncü bekçilerimizin sadece birkaç tanesi kalmıştı tabii hala yaşıyorlarsa!
Mağaramıza çıkan patika uçurumdan geçiyordu ,bu yol bir noktada iki adamın yanyana yürüyemeyeceği kadar dardı.bu da şu demek oluyordu ki,Türk askerlerden biri yolu tutabilirdi.Adamlarımızdan biri uçurumun kenarında tutunamamış ve düşmüştü.Ölümüne bir uçuştan sonra acaba son nefesini havada mı yoksa yere çarptığı anda kalbini parçalayan kemik parçaları nedeni ile mi verdi onu düşünüyordum.Korku hepimizi karanlık bir duman gibi sarmıştı,Sateni bile unutmuştum.Mağaranın içinde umutsuzca bekliyorduk.Savaşın sesini ve uçurumun daha aşağı kesimlerindeki tüfek sesleri sanki bizim için yaşama süremizin son anlarını hatırlatıyordu.Bir ara ssessizlik oldu.Ve sonra yine silah sesleri duyuldu.İleri uçlarda bekleyen askerlerimiz için dua ettik.Yaralanmışlar yada uçurumdan aşağı yuvarlanmışlardı -kimbilir?Diğerleri ise mağaraya can korkusu ile çabuk ulaşmış bizi durumdan haberdar etmişlerdi.Ya Tanrı yenilmemizi istemişse?Efsane yaralıların arasında geziyor şifalı ellerini onların üzerine koyarak dua ediyordu.Mağarada tam anlamı ile kapana kısılmıştık.Dağın tepesinde gezebildiğimiz zamanlar geride kalmıştı.Artık içeri hapsedilmiştik ve bu durum çok tehlikeli idi.Önceden düşman kamplarından bilgi almak için ay ışığı altında dik yamaçtan -sadece bize ait olan gizli yoldan -yada aşağıdaki mağaraya açılan tünelden geçerek uç bölgelerdeki adamlarımıza mesaj götürebiliyorduk.Türkler aşağıya mancınıklar kurmuşlardı artık nefes alamıyorduk.
-"Bir hazine olduğunu duymuştum" Saten’in sesi mağaranın karanlığında kaybolmuştu.Gaz lambası başparmak büyüklüğünde bir ışık yayıyor ,sönen ateş kırmızımsı bir ışık veriyordu.
-"Evet, bu doğru "dedim.
Flört edemeyecek kadar hatta kimin kimi sevdiğini umursamayacak kadar korkuyorduk.
-"Efsane yıllar önce bana seninle birlikte bu bölgede bir mağarada bulduğunuzu söylemişti"dedi Saten.
-"Bu bölge mağaralarla dolu ama emin ol hazine en güvenlisinde.Bu gece Efsane ile birlikte hazineyi dışarı çıkaracağız,yanımızda üç korucu da olacak."
Saten aldığı haberi içine sindirmeye çalışıyordu.
-"Destek kuvvet yok mu ?Taşnakların desteği olmadan bunu becerebilecek misiniz ?
-"Şu an ki konumumuzdan çok uzakta değil "dedim .Onu ikna etmek amacıyla.
-"Kim biliyor orayı?"
-"Mağarayı mı ?Sadece ben ve efsane ."
-"Hazinede ne var?"
dedi Saten.Ateş öyle azalmıştı ki artık yüzünü göremiyordum.
-"Hazine çuvallardaydı .Kutsal kitapların el yazmalarının yanında altın ve gümüş külçeleri ,para torbaları bazı antika eserler ,tapular ve paha biçilmez bir kutsal emanet olan KUTSAL KASE"
-"o ne ?
-"İsa’nın son akşam yemeğinde şarap içtiği kase."
Saten önce derin bir nefes aldı sonra da ıslık çaldı.
-"Onu gördün mü?"
"Evet ,şimdiye kadar sadece bir kere ,ağır uzun gümüş bir kaseydi.süslü saplar her iki tarafında kulak gibi kıvrılıyordu.Tabanında İncil’den sahneler vardı.Bir ssahnede Adem’in yaratılışı diğerinde bahçeden kovulması vardı .En çok ilgimi çeken sahnede yüce efendimiz çarmıha gerilirken ıstırap çeken üç kadın vardı.Sanırım Arınmışların dediğinin aksine bu kupa modern zamanlardan gelmiş olmalı ,bence İsa kendi çarmıha gerilmesinin de dahil olduğu İncil’in sahneleri ile kaplanmış gümüş bir kadehten değil de sıradan insanlar gibi topraktan yapılmış bir kaptan yada öküz boynuzundan ya da kalaylı bir kupadan içmiş olsa gerekir.Mor bir ipekle sarılmıştı.
-"Devam et " dedi Saten.
Meraklandığı aşikardı.
-"Sonra ne oldu?"
Biraz daha yaklaştı ve ateşi canlandırdı.Tek bir dil çıktı mavi ve sarı sonra bir tane daha bir kıvılcım;ateş odunun tadına bakıyordu kuru ve ölü yemeği yalayıp yiyordu.
Uzun süreden beri beklediğim an gelmişti.Beş kişiydik.Efsane ,ben ve üç korucu batı çıkışında toplanmıştık.Hoş bir sulusepken yağıyordu.Mağaradan çıkmadan Türkleri uyandırmamak için dikkatli olmalıydık.Saten beni yanağımdan öptü.Papaz lakaplı koruculardan biri bizi kutsadı.Arkadaşlarımız dua ediyordu,hafif ürperdim sonra yün pelerinimi giydim.Papaz herbirimize Tanrı sizinle olsun dedi.Bileğime bir adamın bir kadına barış verdiği şekilde dokundu ve biz de dönüp yola koyulduk,tek sıra halinde yürüyorduk.Mağarama götürdüm onları hazineyi oraya gömdük.
Ağır çuvalları mağaraya taşımak benim düşündüğümden de uzun sürmüştü.Ertesi gün saklanmak zorunda kalmıştık.Ertesi gece karanlıkta çadırlardan ve atlaradan mümkün olduğunca uzak durarak düşman hatlarından geçerek geldik.Düşman hatları ile dağın eteklerindeki korulukların arasındaki tarafsız bölgede dikkatlice hareket ediyorduk.Ay ışığının gölgesi gölgelerin üzerinde soluyordu.Dimdik dağa çıktık.Vardığımızda bitkin düşmüştük.Bizimle gelen korucular geri dönmek yer batıya doğru yol alıp yardım isteyeceklerdi.
Bundan sonra yorgun ve kederliydim.Zor bir yolculuk olmuş ve geri gelirken zorlanmıştım.Silah sesleri işkence çektiriyordu bana.Günlerce kimse ile konuşmak istemedim.
İnsanın doğası gereğidir ertesi güne çıkamayacağını düşünürsen sahip olduğun şeyleri kaybetmene neden olan bir şeyler olur ve sonra da arkana önceden sana dayanılmaz görünen olaylara bakarsın ve şimdi daha da kötüleşen kaderinin ışığı altında geçmişte kötü zamanlar diye düşündüğün o anların cennet olduğunu görürsün.Bekledik.Hiçbir şey yapmadan bekledik.Destek kuvvetlerinin gelmesini bekledik.Bazı günler mağaraya sızan güneş ışığının solgun ve güçsüz ılıklığında oturuyorduk ,buzdan sarkıtlar eriyordu,bazı günler dışarıda oturulamayacak kadar soğuk oluyordu,mevsimin ne olduğunun önemi yoktu biz çok yüksekteydik ve yükseldikçe sıcaklık azalıyordu.Acı rüzgara karşılık kafamızı eğerek volta atıyorduk.Melankoli içinde kaybolmuş bir şekilde yürüyorduk.Korku ve ıstıraptan kötürüm gibiydik.
Birbirimize yardım ediyor birbirimize çeki düzen veriyor bazen de ruhumuzu yüksek tutmak için öyküler anlatıyorduk.Efsane bize çok yakında gelecek destek kuvvetlerini anlatırdı.Kutsal ruhun da bize yardım etmek için geleceğini anlatırdı.Ancak efsanenin öyküleri hayatımızı değiştirmedi.Koruculardan biri hasta olmuştu.Ağzı yamulmuş,ve dili boğazında kocaman bir yumruya dönmüştü.İleriki günlerde batıya giden korucular döndüler.Mağaranın arkasındaki tehlikeli yokuştan çıkarken bir ses duyup onu karşılamak için koştuk.İki korucu arkasından dağı tırmanıyordu.Şaşkınlık içinde onlara bakıyorduk.Türkler gitmişti!
Hazineyi Toros dağlarına bıraktıktan sonra dönüş yoluna çıktık,Efsane ve diğer gruplar mağarada kalmaya devam edecekti.Biz,doğu Anadolu Ermenileri ile birlikte yolculuğa başladık.Köye dönünce evlenmek istiyordum.Saten ile daha fazla ayrı kalamayacağımı anladım.Bir yuva kurmak bana zor ve de ürpertici geliyor,bu topraklarda kendimi güvende hissedemiyorum,Temmuz ayından itibaren zorunlu yolculuğa çıkarılacağımız söyleniyor,şansımız varsa tren yolcusu olabiliriz,yaya olarak Suriye’yi geçmek bu mevsimde yaşlıların ölüme terk edilmesi demek,bununla birlikte evimizden ayrılmamanın yolu ise İslamı kabul etmekten geçiyor,ortaçağ İspanyasında Yahudiler ve Müslümanlar Afrikaya sürgüne gönderilmişti,sürgünden kurtulmanın tek yolu Hristiyan olmaktı.Yeni bir hayata yeni bir ülkede başlamak belki de ikimiz için de en iyisi olacaktır.Osmanlının devletinde barınamayacağımız gün geçtikçe daha açık ortaya çıkmaya başladı.Günler ve geceler boyu korku ile devam eden yolculuğumuz için son günlerin geldiğini hissediyorum.Fırat’ın kokusunu alıyorum.Köyümü özledim,incir ve fıstık ağaçlarını serin gölgesinde oturup kahvemi yudumladığım köy kahvesinin önündeki ulu çınarı da özledim,kimi geceler Abdullah’ı düşünüyorum,onunla olmayı da özledim.
Onunla birlikte olmak isteğim her ne kadar artsa da Saten ile evlenmek beni heyecanlandırıyor.
Cibin-1914
Saten-
Hep “Andre”isminde bir oğlumun olmasını istemiştim,Tanrı bu dileğimi gerçekleştirdi,bu duyguyu ilk kez yaşıyorum,ne Alpinaryan’a karşı hissettiğim duyguya ne anne baba sevgisine benziyor,evlat sevgisi,onu ilk kez kucağıma aldığımda o kadar masum ve savunmasız gözlerle bakıyordu ki!
Günlerim düşünmekle geçiyor ilk kez mutluluğa çok yakın aynı zamanda çok uzak olduğumu hissediyorum.Yola çıkmadan önce hazırlanmamız için bir ay süremiz var ,doğu Anadolu kafileleri çoktan yola çıktı,devlet yanımıza silahlı erler de verecek,yolculuk boyunca can güvenliğimizi iki yada üç tane zavallı er sağlayacak,Lübnana kadar yürümekten korkmuyorum,ama oğlumu kaybetmekten korkuyorum,Alpinaryan onu Abdullah ile Meryem’e bırakmaktan söz ediyor,onların kızları Meryem ile büyür zamanı gelince de evlenirmiş!Erkeklerin ne kadar hissiz yaratıklar olduğunu annemden sık sık duyardım ama bu ana kadar nakarat gibi gençliğim boyunca duyduğum bu sözün anlamını şimdi daha iyi anlıyorum.Andre’yi başka bir kadına bırakmak istemiyorum ama onun yaşamasını istiyorum,İslamı seçersek köyde kalabileceğiz,dün gece kabus gördüm,İslam olduğum için yüce İsa elinde koca çarmıhı kafama vururken,kafirlerin yeri cehennemdir!dedi.Tanrı beni affetsin bunu düşünmem bile ruhumu sıkıyor,her ne kadar arınmışlar gibi İslamlar da yüce İsa’nın ruhani bir varlık olmadığına inansa da küçük kız çocukları ile evlenen Muhammed elinde kılıcı uzamış sakalı ile korku dolu geceler yaşamama sebep oluyor.Bu yolculuk ,bu ayrılık belki de beş yada on yıl sonra bitecek,halklar arasındaki bu gerginlik son bulur savaş ş sona ererse geri dönüp oğlumu alabilirim,Meryem onun süt annesi,onu İslam olarak büyütselerde en azından güvende olduğuna inanacağım. Bu evde evliliğimin ilk günlerini yaşadım,hayatımın en güzel günlerini,değişken bir evdi,bizimkisi,kimi zaman bir killise kadar güvenliydi,bazen de sarsılıp çatırtı ile ortadan ikiye ayrılacak gibi oluyordu.Eğimli bir taş çatı tutuyordu evi.Evin pencereleri beyaz pancurlarla kapatılmıştı.Evi kuşatansa deriydi,bir askerin yanlızca elleri ile parçalayabileceği bir duvar.Eskimiş pembe brokar kumaş kaplı düğmeli küçük bir koltuk köşede hep Alpinaryan’ın oturmasını beklerdi.Yazı masasının çevresinde yer alan iki porselen kase ,tombul ejderhalar.Süslü çerçevesi kırık bir ayna yer yer solmuş ince uzun halı.
Bu sabah evdeki eşyaları birer birer kapı önüne yığmaya başladı Alpinaryan.Baiona ziyaretlerine gelmişti,Saten’e ne yapacağını sormadan önce ne kadar beklemesi gerektiğini merak ediyordu.Tedbirli ve basiretli olacağına dair söz vermişti kendine.
Yazı masası evin arka bölümünde koridorun ortasında yüzü duvara çevrili ve dayalı duruyordu.Alpinaryan burada oturur eski kuşatma günlerindeki mağara arkadaşlarına yazardı.Kuş tüyünden kalemi,mavi boyası ve deri kaplı kurutma kağıdı hep aynı yerde dururdu.Saten yuvarlak sırtlı sandalyede oturur örgü örerdi.
Bir yukarı bir aşağı arşınladı koridoru.Koridorun uzun sessizliğini ölçen ayak sesleri hoşuna gidiyordu.Her iki ucunda duraksamayı ve ilerlemeyi simgeleyen iki kapısı olmasının hoşuna gitmesi gibi,koridorun kendisi bir oda değildi ama odaları birleştiriyordu.
Oval merdivenin kıvrımını döndüğünüzde gri kaplama ile yarı yarıya gizlenmiş kapıları olan bir salona çıkarsınız.En uzaktaki kapıyı açtığınızda yatak odasına çıkarsınız.Saten ,Lübnan’da kuracağı yeni hayatında bu evi unutmayacaktı,hangi kapının nereye açılacağını hatırlayacaktı.Yıllar sonra bu eve döndüğünde şaşıran bir yabancı olarak gelmeyecekti.Saten bu eve doğumunda elde ettiği bir hak ve tüm çocukluğu boyunca içinde yaşamış bir yer olarak dönecekti.Bu düşüncelerle evin içinde gezinirken kendini mutfağın ortasında buldu.Ocağın yanındaki duvarda bıçakların durduğu bir raf asılıydı.Jilet inceliğinde bıçakları olan kalın siyah sapların simetrisi.Saten ,Alpinaryanın “kötü”sözcüğünün “keskin” demek olduğunu açıkladığı günü hatırladı.Mağaranın soluk ışığında ateşin başında sarıldıkları ve ilk kez birlikte oldukları andı o an .
Bıçakların arasında boş bir yer vardı.Saten şaşkınlıkla ellerine baktı.Körlenmiş sebze bıçağının ucunu baş parmağına batırıyor olduğunu farketti.Onu kaldırdı,bıçakla havayı ikiye böldü.İntihar?
Andre’yi bırakmaktansa ölmek daha iyi bir çözüm olabilirmiydi?Başının döndüğünü hissetti.Sanki B aiona ile birlikte yeniden çocuk olmuşlardı düşmeden en uzun süre kim dönecek diye kolları iki yana açık bir noktada kendi etraflarında dönme oyununu oynuyorlarmış gibi.
Baiona on yıldır giydiği kahverengi elbisesi ile gelmişti,göze batmak tanınmak istemiyordu.Elbisesinin oturunca yukarı kayan eteğinden dizleri ortaya çıkıyordu.Yarım yamalak bir örtünmüşlük duygusuydu bu,çok fazla görünüyormuşluk duygusu ile karışık.Yolun diğer ucunda köyün kilisesi bulunuyordu,onun da arkasında mezarlık ve değirmen.Usulca çalan kilise çanlarını kimbilir kaç kere duymuşlardı.
Baiona sakin olduğunu söylüyordu,doğru yolda olduğunu,Lübnan yolculuğuna hazır olduğunu ,ayaklarının yoldaki her girintiyi çıkıntıyı tanıdığını anlatıyordu Saten’e.Çimeni ıslak toprağı ve gübre kokusunu içine çekti.Rüzgar salladıkça tüyler gibi salınan uzun kavak ağaçları ile vedalaştılar.Satenin üzerinde durduğu ıslak çimlerden bacaklarına doğru bir serinlik yükseldi.Soğuk burun deliklerini boynunu ve bileklerini titretti birden,ellerini hırkasının kollarının içine sokuşturdu.Titreyerek çevresine bakındı Baiona.Belli belirsiz memleketin,kokusunu içine çekti,arabalara yüklenen buğday yulaf arpa yüklü çuvallar çoğalmıştı.Soluk ve parlak renkteki saman sapları Alpinaryanın usta elleri sayesinde bu şekilde dizilmişti.
Saten’i düşündü birden,düzgün bir cilt ,güzel bacaklar,bunlar neden bu kadar önemliydi ki ?
Erkekler için her zaman önemli olmuştu ,düzgün giysiler,düzgün konuşma,insanları cezbedebilme, onlara hoş görünme tarzı.Bunlar kendisinde yoktu,hani şu insanın içinde ta derinlerde olan şey,yani bende olmayan ,ne olduğunu da bilmediğim.Dişilik miydi?Öbürleri gibi gerçek kadın olamamak mı ?
Saten ,kardeşinin gözlerinin üzerinde gezindiğini hissetti,saatin vuruşları evin en gürültülü kalp atışlarıydı,yavaştı,metal kolların düşüşü gibi,Saten’in çocukluğundaki zamanı gösteriyordu sanki ,son kalp atışlarını hissediyorlardı,misafir olarak geçirdikleri son saatlerdi.Yatak kapının karşısındaki uzak köşede duruyordu;şilte,baş ve ayak uçları yükseltilmiş ,kıvrımlı maun bir çerçeveye yerleştirilmişti.
Yanıbaşındaki komodinde beyaz güllü camdan yapılmış gaz ocağı duruyordu.Saten kuştüyü derinliklere bıraktı kendini.Şilte kırmızı ipekle kaplanmış yorgan kadar yumuşak yastık ise büyük ve kareydi.Saten mutfak başında yüzü odasına dönük olarak duruyordu,canı yemek istiyordu yolculuktan önce ,kahvaltı?belirsiz geleceğe duvar çekmek için sakinleştirici olabilirdi.Taze ekmek istiyordu,kıtır kıtır kabuğunun altında tuzlu ,üzerine bir parça tereyeğ ve beyaz bademli kayısı reçeli sürülmüş.Bir fincan Türk kahvesi istiyordu, en çok da günün en güzel sigarasını istiyordu:İlk sigarasını.
Kaçmak isteyen bir korkaktı ,söylemeye korktuğu kelimeler bu odada kapalı kalmıştı,onları kaybedeceğini düşündü,mezarlıktaki ölüler geri çıkmıştı ,aynı anda ağızlar açılmış ve Saten’in duymamaya çalıştığı kimsenin söylemediğine hiçbir zaman da söyleyemeyeceğine inanmaya çalıştığı sözcükleri bağırmıştı.Ölüm sözcükleri söylendi yüksek sesle ,köyde olup biten savaşın mezarından dışarı çıkıp onların hepsini yakalamaya onlar üzerinde hak iddia etmeye gelen ölmemiş ve gömülmemiş şeyler karşısında metin olmalıydı.
Öldürülen Ermeniler son gecelerini köylü ile birlikte köh kahvesinde geçirmişti,dualar edilmişti,kendi isimlerini ve onları ele veren İslamların isimlerini söylemişlerdi.Saten bu odadaki her şeyi yazarak kayıt altına almıştı,bir gün geri geleceğine bu eve sahip olacağına inanıyordu.
Kimi zaman Tanrı tarafından cezalandırıldığını düşünüyordu,kocasını İslam bir erkekle ahırda o vaziyette yakaladığı gün lanetlenmişti,Alp ve Abdullah yaşadıklarını Meryem’e anlatmaması için yalvarmıştı,artık bir koşul öne sürebilirdi,Abdullah,Andre’ye babalık yaparsa bu sır de kendisi ile birlikte mezara gidecekti.Kocasının neden erkeklik vazifesini yeteri kadar yapmadığını şimdi anlamıştı,çocukluktan itibaren yaptıkları bu “oyun”her ikisi de evlenince bir süre unutulmuştu,ancak aalpinaryan’ın bitmek bilmeyen “kadınlık”arzusu galip gelmişti,eski günlerde olduğu gibi yine birlikte olmaya başlamışlardı,Saten artık aylarca kocasının kendisine neden dokunmadığını anlamıştı,çamaşırlarını yıkarken kocasının iç çamaşırında neden kan olduğunu,birlikte oldukları anda ikinci bir erkeğin de katılması yönündeki teklifleri Alpinaryan’ın neden yaptığını anlamıştı.Bu ilişkiyi saklamış uzun süreden beri bir erkeğin dokunuşuna hasret kaldığı için “üçlü”ilişkiyi kabul etmişti.Abdullah sıra ile hem kocasına hem de kendisine sahip olmuştu,fakat mutluluk kısa sürdü,Meryem aldatıldığını hissetti,kadınların sezgileri kuvvetlidir,Andre’yi kullanarak intikam alacağını düşünemedi Saten,ama unutmaması gereken bir yaşam kuralı vardı,her günahın bedeli vardır.
Beyrut-LÜBNAN,1915
-Alpinaryan Kırkıryan-
DAR SOKAKLARI kerpiç evleri olan bir sokakta çarşaflı kadınların bir köşede dedikodu yaptığı bir topluluk içindeydi ,parası yoktu.dileniyordu. Caminin önündeydi. Büyük bir camiydi bu. Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı pencereleri filan hepsi tamamdı. Özellikle avlusu: dilenenler için en önemli yer. Bir kenarda duruyordu. Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipliği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarısızlığına üzülecek kadar düşünemediği için dilenirken de başarısızdı. Küçük kaplar içinde mısır satmadığı için, çocuklarla ve kuşlarla birlikte,şarkılar söyleyip başkaları adına sevap işleyemezdi,konuşamadığı için, bu bakımdan da başarı kazanması oldukça güçtü. Caminin duvarına yaslanmaktan başka ilgi çekici bir eylemde bulunmuyordu. Hatta henüz avucunu açma teşebbüsüne bile geçmemişti. Bununla birlikte, güvercinlerin ve mısır kaplarının ve caminin eğimli bir duvar çıkıntısına dizilen dinsel kitapların ve halkı bazı toplumsal kötülüklere karşı uyaran-ve makbuz mukabili iyilik işleriyle uğraşanların yoğunlaştığı sırada, onu sakat sanan başörtülü ve çarşaflı kuru bir kadın, bu gönülsüz dilencinin avucunu çevirerek içine biraz para koydu. Belki de o sırada oldukça yüksekte duran güneş yüzünden gözlerini kırpıştırdığı için paraya bakmadı; belki de gözü, caminin iç avlusunda oynayan çocuklara takıldığı için avucunu kapamayı unuttu. Bütün bunlar, günün ilk hayırseveri biraz uzaklaştıktan sonra olmuştu. Kadın onun yüzüne bakarken, bilerek ya da bilmeyerek hiç oynatmamıştı gözlerini. Bu yüzden ilk müşterisi onu kör sanmıştı. Avucuna düşen başka bir paranın sesiyle kendine gelir gibi oldu: Kendisi gibi elbisesi yırtık, sakalı uzamış bir adam gördü başını kaldırınca. Sonra, eski bir halıdan yapılmış torbasını sinirli hareketlerle karıştırarak bozuk para çantasını arayan genç kız çıktı karşısına; büyük bir para elini ağırlaştırdı, öteki bütün paralan kapadı. Kucağındaki kundak çocuğuyla karanlık bir kadın çömeldi yanına. Bir süre, iki leke gibi, duvara dayalı durdular. Sonra, açık leke avlunun ortasına doğru yürüdü. Kara cüppeli ihtiyarın kulübesinden bir baston uzandı bacaklarına; neredeyse düşecekti. "Beni şadırvana kadar götürüver," diye söylendi ihtiyar, aksi bir seste. Kulübesi, tekerleklerin doğrultusunda itilince, "Oraya değil," diye tepindi ve dışarı çıktı; istediği yöne çevirdiler tekerlekleri.
İhtiyar, kulübesinin açık yanını hırsla örttü; başka bir duvarından küçük bir pencere açtı. Oradan öfkeyle baktı avluya. Gölgede bıraktı ihtiyarı; gitti duvara yaslandı ve paralarını seyretti. "Sağlam adamsın; utanmıyor musun dilenmeye?" Şişman bir adam duruyordu yanıbaşında: "Bir iş verilse çalışmazsın." Şişmanın yerde duran bavuluna baktı, iki eliyle tutup kaldırmaya çalıştı yükü; başaramadı. Sonra bir hamal gördü uzakta, becerikli. Onun gibi yaptı: Çömelerek sırtını bavula dayadı, sapı kavradı; olmadı. Şişman adamın da yardımıyla yüklendi sonunda. Yolda, "İki buçuk liradan fazla vermem," dedi ince sesiyle şişman. Yan yana yürüdüler. Rıhtıma yaklaşınca sırtındaki yükle birlikte yere çöktü. Bavul sahibi durdu ve bir süre kararsız kaldı; sonra uzattı parayı. Galiba ona biraz acınmıştı. Vapura da girebilirdi ayrı bir ücretle; fakat, hamallar örgütünün duvarım yaramadı. Sonra, vapur iskelesinin duvarında dilendi biraz. Yeniden yük taşıma ihtimali belirince kenara itildi. Biraz hırpalanmıştı, hafifçe sallanıyordu olduğu yerde. Onu, günün bu saatinde sarhoş olmakla suçlayanlar çıktı; gene de oldukça iyi iş yaptı. Sonra gene bavul, sandık filan (rıhtıma kadar). Onu sağlam sayanlarla sakat sananlar arasında gitti geldi. Belki daha çalışacaktı. Fakat, iyi giyimli bir bay, ona para vermek için tam elini cebine soktuğu sırada, yanlarından geçen bir kadının kucağındaki çocuk bu kılıksız adama bakarak ağlamaya başlayınca parayı beklemeden yürüdü; hemen karşı kaldırıma geçti.
Cami avlusuna gelince bir kemerin altına girdi, loş ve serin duvarın dibinde parasını saydı; sonra karşı duvardaki simitçiye bütünletti, biraz da bozuk para kaldı. Yürüdü, kalabalık bir sokağa çıktı; insanların arasına karıştı yeniden. Yorgun ve terli iki hamalın ortasında duran oymalı, yaldızlı büyük bir boy aynasında kendini seyretti: Ceketi yoktu, gömleği parça parçaydı. İstemeyerek iki serserinin kavgasına karıştığı, onlara aracılık ettiği bir sırada yırtılmış olan gömleğinin parçalarını üst üste getirdi aynaya bakarak; pantolonunu tutan ipi çözdü, daha sıkı bir düğüm attı. Sonra aynayı götürdüler; yırtık pantolonunu ve çorapsız ayaklarına geçirmiş olduğu lastikleri seyredemedi. Yavaş yavaş yürüdü; dar ve kalabalık sokaklardan, dar ve kalabalık sokaklara geçti. Yürüyen insanların gürültüsüne sokak satıcılarının sesleri katıldı. Sonra satıcılar, belirli ve sabit yerler almaya başladılar kaldırımlarda: Önce kısa ayaklı tezgâhlar göründü; tezgâhlar yükseldi, sırıklar ve tentelerle donandı. Güneş kayboldu; sıcak azaldı ve sokakların üzerinde yürüyecek yer kalmadı. Nereye asıldıkları belli olmayan elbiselerin ve kumaşların arasına sıkıştı; durmak zorunda kaldı. Rüzgârın ya da gelip geçenlerin salladığı beyaz bir manto süründü yüzüne. Uzun ve aydınlık bir manto. Kloş etekli, kocaman düğmeli bir hayalet; geniş yakalı, serin. Hafif bir rüzgâr çıktı; iriyarı, esmer ve görünüşü taşralı satıcının elbiselerini belli belirsiz dalgalandırdı. Yalnız beyaz palto kımıldamadı; ağır bir kumaştan yapılmış olmalıydı. Onu seyreden satıcı, sessizliği bozdu sonunda: "Ne o? Satın mı alacaksın?" Karşılık vermedi. Gülümseyerek yere tükürdü satıcı; yüzünde yarı kurnaz, yarı ilgisiz bir ifade vardı.
akıcı bir güneş vardı. Adımlarını yavaşlattığı halde, alnından kayan ter damlaları sakalını ıslatıyordu. Büyük bir köprünün üstünde parmaklıklara yaslanarak bir tarak satıcısının gölgesine sığındı. Mantosuyla, sakalıyla ve gelip geçenlerin üzerinden aşan bakışlarıyla satıcıya yaran dokundu; işsiz güçsüz takımından, onu seyretmek için duranlar oldu; ağır yük taşıyanlar, tam orada dinlenmeyi uygun buldular. Birkaç tarak satıldı bu arada. Hareketsiz, ifadesiz, öylece durduğu için önce yanma yaklaşamadılar. En çok konuşulan yabancı dildenbildikleri birkaç kelimeyi onun üstünde deneyenler çıktı. "Bu adam turist değil," dedi birisi. "Kendini yutturmaya çalışıyor." Bir başkası da yabancı dilden bir küfürle yokladı onu. Karşılık alınamadı. Cebinden Amerikan sigaraları görünen bir tombalacı, "Yok yahu, bu herif ingiliz,belki de ajandır " dedi. Sonra ona dokundular, çekiştirdiler; canlı olduğu anlaşıldı. Yürüdü, oradan uzaklaştı. Köprü uzundu; başka satıcıların yanında da dikildi bir süre. Hatta bir tanesi, filtreli sigaralar satan kasketli bir genç, kendi yerine bıraktı onu, çişe giderken. O kısa süre içinde beş paket sigara, üç kibrit satıldı. Satıcı dönünce de birer filtreli sigara yaktılar kendi tezgâhlarından; parmaklıklara dayanıp, balık tutanları seyrettiler konuşmadan üst iki düğmesini çözdü, gene de serinleyemedi. Alnına biriken sildi. Köprünün ucuna çevirdi gözlerini; karanlık sokaklar vardı orada ;eliyle belirsiz bir hareket yaptı satıcıya ve ayrıldı oradan.
dar bir sokakta bir vitrinin önünde durdu. Kendini seyretti. Kumaşların, elbiselerin ve satıcıların dükkânlardan taştığı bir sokaktaydı. Müşterilerin yolu kesiliyordu. Bir süre sonra, vitrinin gerisinden gözetlendiğini sezdi. Şişman dükkân sahibi, düşünceli küçük gözleriyle onu süzüyordu. Sonra, geniş bir gülümseme kapladı yuvarlak yüzü; gözler kısıldı, kayboldu. "Baksana sen buraya," diye seslendi, şişman gövdesiyle kapıyı tutarak. "Nereden buldun onu" Baktı; karşılık vermedi. Başka birisi yaklaştı o sırada yanına, kolundan tuttu. "Hey mister!" dedi. Anlamadığı dilden bir şeyler anlattı. Olmadı. Sözlerini elleriyle destekledi; ayrıca, kollarıyla da açıklamaya çalıştı ne istediğini. Olmadı. Yerde duran bavulunu açtı, saydam kâğıtlara sanlı gömlekler çıkardı içinden eline tutuşturdu. Parmağını mantonun büyük düğmelerinden birine dayadı, "Sen turist," dedi.
Onu vitrinin önünde öylece bıraktı, sokağın köşesine gitti. Şişman adam, dükkânının kapısında sonucu bekliyordu. Biraz sonra , göğsünün kıllan gömleğinin çiçekleri arasından kara bir çalı gibi fışkıran bir genç durdu önünde; gömleklere baktı: "How much?" dedi. Genç adamın yüzüne bakıldı sadece. Sokağın köşesindeki asıl satıcı hırsla ayağını yere vurdu. "Herif esrarkeş," diye homurdandı. Kıllı genç müşteriyi kaçırmamak için yanma yaklaşarak, "Sağırdır," dedi kırmızı pantolonlu genç. Asıl satıcı, mantolu adamın yüzüne öfkeyle baktı; kararsız durdu bir süre, sonra kulağım onun ağzına dayadı.
"Ben dilinden anlarım."
"İçeri gelsene biraz." Durdu, düşündü: "Öyle ya, anlamaz." Bavullu Satıcının yolunu denedi: "Sen gelmek dükkân burda," dedi ve daha fazla beklemeden onu kolundan tutup içeri çekti. Tezgâhtarla birlikte bir süre çevresinde dolaşarak ondan ne yapabileceklerini düşündüler. "Herif de manken gibi duruyor ortada. Eline kumaş topunu verip sattıramam ya!" Bir süre daha çevresinde dönüldü. "Manken," dedi şişman dükkâncı gene, başka söz bulamadığı için. Bir süre de tezgâhtarla birlikte söylendiler "Manken, manken," diye ve çok sonra akıl ettiler onu manken olarak kullanmayı. Bir süre de "Canlı manken!" diye bağırdılar sevinçle. Sonra onu vitrine doğru ittiler, orada durması için (ona başka türlü söz dinletilemiyordu ki). Tam vitrinin çıkıntısına doğru adımını attıracaktan sırada, "Ayakları çok kirli, pantolonu da öyle," diyerek patronunu uyardı tezgâhtar. Onu durdurdular. Ayakkabılarının üstüne ve pantolonunun alt tarafına biraz beyaz bez sarıldı. örtemediği kısımlarıyla müzedeki bir mumyaya benzer gibi oldu. Kollarından tutup vitrine çıkardılar. "Böyle put gibi durmasın," dedi tezgâhtar. "Güzel bir poz verelim ona." Gene düşündüler. "Kollarını açalım," dedi patron. "Vitrini doldursun." "Yorulur, kollarını oynatıp durur." Naylon iplerle tavana asmaya karar verdiler sonunda kollan. Bir kolu ileri uzattılar, bağladılar ve ipi vitrinin üstündeki bir çiviye tutturdular. Öteki kolu da, duvarda boşalttıkları bir rafa yerleştirdiler. Onların çalışmasını seyretmeye başladı birkaç kişi. Sonra, vitrinin önünde birikenlerin sayısı çoğaldı. "Cansız bu, kukla," diyenler çıktı. Tezgâhtar, kapının önünde bağırıyordu: "Canlı manken mağazasına buyurun! Serinletici kumaş çeşitlerimizi görün, işte, büyük fedakârlıklarla getirtmiş bulunduğumuz Mankeni, bu sıcağa ancak hafif kumaşlarımızı giyerek katlanmaktadır. işte, koca palto dahi onu terletmemektedir. Kumaşlarımızla bir kuş gibi havalarda uçarak sizlere en canlı ve en gerçek reklamı yapmaktadır. ’Saran Kumaşları’ yalnız mağazamızda.
O gün öğle tatiline kadar iyi iş yapıldı. Tezgâhta yemek için oturup sefertaslarını açtıkları zaman, "Ona da bir şeyler vermeli," dedi patron. "Yığılır kalır sonra." Vitrine gitti, onu çözdü, serbest bıraktı. Altına bir tabure çektiler tezgâhın önünde. Sefertasının kapağına biraz humus koydular; iki küçük parça ekmeği çatal gibi kullanarak yemeğini yedi. Dükkânın arkasındaki lavabodan, musluğa elini uzatarak biraz su içti. Yere oturdu;sırtını tezgâha dayadı; ona bir sigara verdiler. Biraz saygı uyandırmış olmalı ki, patron yaktı sigarasını. Sonra omzuna vurdu ve tezgâhtara döndü, "İşimize yaradı, değil mi?" diyerek güldü. "Yoruldun mu?" dedi tezgâhtar, patrona bakarak. Karşılık vermediği için onunla konuşmak zor oluyordu. Sigarasını bitirdi, bir süre daha oturdu. Sonra yavaşça doğrularak kalktı, kapıya yöneldi. "Nereye gidiyorsun?" diye bağırdı patron. "Fena mı, para kazanıyorsun işte." Durmadı. Arkasından koştular, cebine biraz para sıkıştırdılar. Patronun, mantonun üstünde unuttuğu iğnelerle ve kollarından sarkan iplerle, beyaz bezler sanlı ayakkabılarını sürükleyerek yürüdü gitti. Omzunda kalan küçük bir kumaş parçası da sokağın köşesini dönerken yere düştü.
Dik bir yokuşun başına gelince durdu. Kaldırımın kenarına oturdu. Elinin tersiyle alnına biriken terleri sildi. Çevresine baktı: kalktı, bir iki adım attı, gene durdu. Tezgâhtarın ayağına sardığı bezler çözülmeye başlamıştı. Belindeki ipi çıkardı, yere koydu. Kaldırımın kenarında duran bir taşla ipi ortasından ezerek ikiye ayırdı, sargıların üstüne bağladı yürürken, üstünden pantolonunu çekiştirdi durdu. Bir yoğurtçu geçti yanından; durağın arkasındaki eski bir evin kapısından girerken ona çarptı. adam sendeledi, kapıya baktı; karanlık bir avluda kayboldu yoğurtçu. Sonra esmer, kara gözlüklü, dökülmüş siyah saçları yağdan birbirine yapışmış bir baş çıkmaya başladı kaldırımın içinden,baktı: Birkaç basamakla inilen bir boşluk gördü yerin altında. Gözlüklü kafa büyüdü, yükseldi; bir adam oldu. Kolunda bir sürü kemer taşıyan eskimiş bir adam. Koyu renkli bir kemere uzattı elini dilenci,düğmelerini çözdü; fakat, kemeri geçirecek bir yer bulamadı pantolonunun belinde. Biraz yukarı çekiştirmek istedi pantolonunu; alt taraftaki sargılar, ipler izin vermedi. Ümitsizlikle kemerciye baktı; sonra da kemere baktılar birlikte. Kemerci, çıktığı deliğe yöneldi, bir süre kayboldu. Kocaman çengelli iğnelerden yapılmış bir zinciri tutarak çıktı ortaya. Pantolonunun beli iç kısmına bu iğnelerle tutturuldu. "Üstüne takarsın kemeri artık," dedi gülerek, cebinden çıkardığı kâğıt paralardan birini uzattı. Kemerci paraya baktı, sonra aldı ve yandaki bakkala girdi. Paranın üstü, bir şişe ucuz şarapla çıktı birkaç yudum içtikten sonra adama uzattı şişeyi. Onun almadığını görünce, tekrar yerin altında kayboldu. İçerken insanı ağzını kesmesin diye kenarları düzeltilmiş boş bir teneke kutusuyla döndü. Teneke, şarapla dolduruldu adam için. Deliğe inen merdivenin duvarına oturdular, ayaklarını aşağı sarkıttılar, birlikte içtiler., biraz ferahladı. Gülümseyen adama tatlı gözlerle baktı. Kendisine bakılmadan gülümsendiğini anladı sonunda.
Alpinaryan’ın Beyruttaki ilk günüydü.,ayaklarındaki yaralar Halfeti-Beyrut yolunu katetmesinin bedeliydi.Yorgun adımlarla sehir dışına doğru yürümeye başladı,hemşerileri kilisedeydi.
Yol boyunca Abdullahı düşündü;hayatındaki en büyük acıya sebep olan Abdullah.
-SON-
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.