- 904 Okunma
- 3 Yorum
- 2 Beğeni
'ı love you mary jane'
-Ah be abi, gözünün yağına yumurta kırıp da yediğimin güzel insanı, can, babacan abim… Ne talihsiz adamım ben! Beş liralık ciğeri olmayan şu kardeşin yine yaptı yapacağını. İçi yanıyor, yanıyor da, su içiyor, sigara içiyor paket paket… Nefes alamaz oluyor bazen. Çıkıyorum dışarı, saatlerce dolanıyorum be! Gönlüm rahatlasın, az belki sükûnete erer de, eskilerin dediği o pinhan isyandan bitevî şekva eylemekten dur bulurum da, rahmete ererim diyorum ama olmuyor.
İçimden konuşuyordum. Or. kanepeye uzanmış, başının altına kırlent koymuş bana bakıyordu. İftarı iki saat vardı. Bir ara televizyonu açalım, program filan varsa bakarız dediğim de, ‘boş ver, kuru gürültü, kafamızı dinleyelim’ demişti. Bende uzanır gibiydim. Bir ara gözlerimin kapandığını dahi hissettiğim oldu ama uyumanın içimdeki kederi taze tutacağını düşündüğümden dolayı Or.’a içimi dökmeye başladım. Zaten onun yanına gelmemin sebebi de buydu.
-Neden o kız peki?
Basit bir soruydu. ‘Neden o kız?’ Yapmaktan imtina eyleyeceğim, kendimce deli bir işe girişmiştim. Alışveriş merkezinde çalışan bir kızın yaka kartına bakmış, ismini soyadını ezberime aldıktan sonra eve gelmiştim. İlk başta sıradan bir tutulma anıdır, geçer sansam da, evde zaman geçmek bilmeyince, gece on ikiyi geçince oturup kıza üç sayfalık mektup yazdım. Aslında kızı ikinci kez görmüştüm. Aynı alışveriş merkezine bir önceki sefer girişimde de ona rastlamıştım. Böyle bir deliliğe girişesim olmamıştı. Pişmanlığımın en büyüğü de bu meseleyi Or.’a açmadan yapmış olmaktı.
-O, senin kafa gitmiş ciddi. Bir soru sordum, neden o kız peki?
Or.’a uzun uzun anlatma dileğindeydim. Pencereye bakıyordum. Perdeler yeni yıkanmış gibiydiler. Or. birden ayaklandı. ‘Yemeği yapma zamanı’ diyerek mutfağa doğru yürümeye başladı. Benden onun arkasından mutfağa geçtim. Tezgâh üzerinde kıyma vardı. Ne yapacağını sormak istemiyordum. Bir iş üzerindeyken ona soru sorulmasından nefret ettiğini biliyordum. Ne de olsa uzun zamandır onu tanıyordum. ‘Biliyor musun’ dedi, ‘yemek yapmanın birinci kuralı yemekte hangi malzemeyi kullanacaksan ona karşı muhabbetle yaklaşacaksın. Eline aldığında o malzemeyi sevdiğini göstereceksin. Biraz garip gelebilir ama her şeyi var eden o büyüklük bir karıncaya nasıl can veriyorsa, bu gıdaların da elbet dalından koparılmış dahi olsalar, bir ruh, bir can katmıştır diye düşünüyorum.’
Öyle de davranıyordu. Önce sivribiberleri yıkayıp, tek tek kurularken, bir yandan da benim olayı anlatmamı istiyordu.
-Sevgiye sual olmaz ama yine de merak ediyorum. Neden o kız?
Or. üçüncü defa aynı soruyu sormuştu. Cevaplamasam olmayacaktı ama oruçlu ağızla açık açık konuşmak istemiyordum. ‘Anlat’ dedi, ‘yüzünü, göğsünü, bilmiyorum işte nesini sevdin?’ Or. benden daha açık soru sorunca, cevaplamama lüksüm ortadan iyice kalkmıştı. Taze gelinler gibi nazlanmamın manası yoktu.
-Gözlerini, dahası elleri hoşuma gitti. Anlatmak güç Or., şimdi düşündükçe utanıyorum, içim sıkılıyor. Tekrardan sana anlatınca dahi, zorlanıyorum ama senden saklayamam, içim ezilse de pestil gibi, sana anlatırım. Ellerini sevdim. Vücuduna göre, güçlü bir eli, uzun parmakları vardı. Zaten yüzüne pek bakamadım. Böyle bir salaklığın içine niye düştüğümü bilmiyorum. Eve geldim. Defalarca düşündüm. Maksadım kimseyi incitmek de değildi. Oturdum, tek nefes de çalınan taksim gibi yazdım üç sayfa. Mektuba başlarken zaten utandığımı belli ettim. Konuşma cesaretini bulamadığımı, daha cesurca gözlerinize bakarak bu söyleyeceklerimi dile getirmek isterdim filan dedim. Bunu yapmayışıma sebep olarak da onu iş yerinde rahatsız etmemek olduğunu da ilave ettim. Fakat Or., ben başka bir yerde de olsa konuşamazdım. Bilmiyorum, isteksizlik fil dişi kulesi gibi bedenimde, ruhumu sarmış, kapaklanmışım, öyle afili sevda cümleleri de edemem, hatta adam mıyım ben, insan bile değilim diyorum bazen kendime.
Or. kendimi ezme, mahvetme konusunda beni destekleyecek bir harekette bulunuyordu. Sivribiberleri doğrarken bıçağın çıkardığı ses, içimde bir yerleri de doğruyor gibiydi. ‘Bursa bıçağı’ dedi, ‘Bursa’ya ne zaman uğrasam bir tane de böyle bıçak alacağım diyorum ama olmuyor, hep unutuyorum.’ Or. umursamıyor gibiydi ama bir yandan da ‘devam et sen, ben seni dinliyorum’ diyordu.
-Sabah uyanınca içime garip bir kararsızlık sancısı girdi. Çıkmak bilmedi, mektubu göndermemem gerekiyor diye düşündüm. Zaman değişmiş, insanlar iki dakika da telefondan mesajla birbirlerine aşık olabilirken, ben kalkmış mektup yazmıştım. Yaptığım antika bir hareket olarak gözükebilirdi ama içimden bir ses de ‘senin yapabileceğin tek şey de bu olurdu ancak’ diyordu. Kendi kendimi küçümseyip duruyorum. Haklıydım da aslında. Mektubu aldım, nereye koyacağımı bilemedim, önden pantolonun arasına doğru sıkıştırdım. İğrenç bir insanım farkındayım ama motora binince düşer diye çekindim. Sonra gittim, bir çiçekçi buldum. Adam sanki beni dinlemek zorundaymış gibi bir de hadiseyi anlattım. Or., ben salağın tekiyim değil mi? Görüyor musun, çiçekçiye olayı anlatıyorum. Aslında dahası var. Evden çıkmadan önce de internetten numarasını bulduğum bir kargo şubesini aradım. Maksadım şehir içine dahi olsa, kargoyu götürüp görmeyeceklerini sormaktı. Telefondaki bayanla onca gerilime rağmen şakalaşmayı bile başarmıştık. Neyse, atladım motora, çiçekçiden çiçeği aldım ve en sonda soluğu kargo şubesinde aldım. Kargo şubesiyle alışveriş merkezi arasında iki kilometre mesafe yoktu. Şubedeki bayan ne yapmak istediğimi anlamıştı. Gülüyordu. Keşke herkes sizin kadar zeki olsa diye de kadını ufaktan bir övdüm. Neden haklı olduğumu Or., sana en sonda anlatacağım.
Or. biberleri kızgın yağda kavurduktan sonra kıymayı da küçük tencerenin içine atıp, karıştırmaya başlamıştı. Arada yemek tüyosu veriyordu: ‘ Kıymalar pişecek iyicene. Aslında farklı bir tavada kıymaları pişirip, sonra karıştırmak en iyisi ama bunu hep es geçiyorum. Yorucu oluyor öyle, böyle daha basit.’ Or., ‘sen anlat, ben dinliyorum’ demeden anlatmaya devam ettim.
-Atladım motora, eve geldim. Fakat aptal gibiydim. Sokak aralarında anayolda sürüyormuş gibi hızlıydım. Bir anlık dikkatsizlikle birine çarpabilirdim. Deli gibiydim. Bağırıyordum arada. Sokaklar boştu tamam ama bir an birisi çıkabilirdi de karşıma. Eve girince üstümü çıkarıp kanepeye uzandım. Terliyordum. Gergindim, ayrıca ateşim yükselmişti. Göğsüme dokununca elim sıcacık oluyordu. Alnım, yanaklarım, boynum alev gibiydi. Uykuya dalacak gibiyken telefon geldi. Gelen numara telefonda kayıtlı değildi. Kızın aradığını umuyordum ama ses bir erkeğe ait olduğunu anlayınca oturur pozisyona geçtim. İş ciddiydi. Çok sinirli olduğunu, neye dayanarak kıza çiçek gönderdiğimi soruyordu. Ayrıca nişanlısı olduğunu söylüyordu. Bir an aklıma aynı kanepede sabah uzanırken düşündüklerim geldi. Vazgeçmek üzereydim, bir sevdiği vardır diye düşünüyordum ama her seferinde kaybedeceğim bir şeyin olmadığının da farkındayım. Or., beni sıkıntıya boğan asıl şey de, baştan beri kızın ve de varsa sevgilisinin rahatsız olmalarına sebep olma korkusuydu. Her şeye rağmen telefondaki ses küfretmiyor, sinirli olduğunu ve benim kim olduğumu merak ediyordu. Her şeyi açık açık anlattım. Zaten açık adresimi de vermiştim ama beni yanlış anlamamasını istedim.
-Adresini de mi verdin?
Or. patatesin kabuğunu soyarken beni birkaç saniyelik de olsa susturmuştu. İyi olmuştu. Anlatırken iyice kendime sinir olmuştum.
-Adresimi değil sadece, çalıştığım yeri de söyledim. Korkum yok Allah’a şükür, hem arkadaşlarını toplayıp, beni dövmeye bile kalksa el kaldırmam. Öyle kolay kolay birine vurmam. Ha, acıtır iyice bir yerimi, o zaman tetiklenirim de, ben de karşılık veririm. Garip bir his, farkındayım, işte ben, ne olsun Or., ben böyleyim!
Or. mırıldanıyordu: ‘Ah bu ben kendimi nerelere koşsam Saklansam bir yerlerde gizlice ağlasam Ah bu ben kendimi nerelerde bulsam Çekilsem sahillere hayaller mi kursam…’
-Çocuğu sakinleştirdim. ‘Kardeşim’ dedim, ‘ben ne tanırım ne ederim kızı. Şansımı denedim. Böyle olduğunu bilsem, hiç böyle bir şey yapar mıydım? Allah mutlu mesut etsin şimdiden, için rahat olsun. Kusura bakma tekrardan, özür dilerim.’ Dedim ya, iş kavgaya kalırsa, yüzüme vurmasın da, yine karşılık vermem. Yüzüme zarar gelmesinden de çekiniyorum. Garip bir his işte, kendimi çirkin de bulsam, yüzüme karşı hassasım. Tıraş olurken dahi çoğu zaman tıraş bıçağına küfür ederim.
-Aslında sıkılmana gerek yok, sonuç itibariyle çocuğa da açık açık söylemişsin. Mevzu çözülmüş.
-Or., mesele sorunun halledilmesi filan değil, bu karışıklığı var eden de benim, sonlandırmış olsam ne yazar! Sorunun kendisi benim. Aslında ben olmasam, kendi hayatımda sorun denen bir şey de olmaz.
-İyi laf ettin bak şimdi! Tabi ki, herkes var olduğu kadar sorunlarla boğuşur. Sorunsuz insan yaşamıyordur zaten.
-Benim sorunum basit aslında. Sana özeniyorum biliyor musun? Minimal yaşamaya çalışıyorum. İhtiyaçlarımı daraltıyorum. İnsanların tepkilerini takmıyorum. Ha, tepki derken, mesela eski bir gömleği giyince, ‘paran yok mu bilader, git yenisi al’ dediklerinde, böle tepkilere yani cevap bile vermiyorum. Olgunlaşıyorum belki de, büyümenin manası olgunlaşmaktan başka nedir ki zaten! Kendi hayatımın başlıca evrensel kurallar içerdiğini görmek yetiyor. İşe gidiyorum, geliyorum, kurallara saygılı oluyorum, u dönüşü yapılmayan yer de dönüş yapmıyorum, yayalara yol veriyorum, kitap alıyorum, sırf ülkenin kitap okuma oranı artsın diye. Yoksa kitap okuduğum filan da yok. Bu konu da sana benzemek istedim ama ben de normal bir insanım Or., seni yüceltmiyorum gözümde, tencereye attığın şu patates dilimleri, kalabalığın içerisinde eriyip gidiyorum. Böyle yaşıyorum.
-Olması gereken de karışmak ama erimek değil! Patatesleri dikkat edersen küçük parçalara ayırdım. Kestiğim şu patates yemeğin içine, kalabalığında kaybolmayacak. Bunu ben dikkatlice bir şekilde pişirdiğim için olacak. Eğer üstünkörü yemeği bırakıp gidersem, ateş üzerinde yemek belki de yanacak. Patatesler öyle pişecek ki, o karmaşa içinde olacak ama ne ezilecek ne de görüntüsünden bir şey yitirecek. Var olmaya devam edecek. Kirlerinden arınmış, yararlı bir gıda halinde.
-Yani Or., faydalı mı olmak lazım? Fayda nedir ki? Doğruyu söylemek gerekirse, gerçek hangi doğru içinde? Fayda o doğrunun neresinde? Dışarıda dilenen insanlara para verdiğimde kendimi tanrı gibi mi hissedeceğim? Bu mu fayda? Ya da ne fayda?
-Mutlak güç, daha doğrusu seni mutlu edebilecek hayat nedir sorusuyla başlamalı insan. Önce şunu fark etmeli; neyi istiyorsun? İnsan buna genellikle;’ hayır, hiçbir şey istemiyorum, öyle yaşayıp, gideceğim’ diye cevap verir. Yaşamın gerektirdikleriyle hareket etmeyen birey zayıf düşer. Bu sefer de kötülüğü öncü bir güç olarak ileri sürer. Bedenen ve ruhen tatmin olmak bu güce ulaşmak için anahtardır ama ruhen tatmin olmak daha zordur. Bu yüzden ruhu güçlü kılmak için bazı bedeni tatmin eden şeylerden vazgeçmek gerekir. Örnek verelim, çok uyuyan bir insan uyanınca derin bir üzüntü hisseder. Garip bir şeydir bu, halbuki uyku onun için zamanın geçmesine, dinlenmesine yardımcı olmuştur. Daha da garibi, insan uyanıkken yapması gereken zaruri işlerden de vazgeçer, uykular sonrası bu keder onu yakalar, silker, tekrar düşünmesini ondan talep eder ama insan yine bildiği o saçma yoldan devam eder. Az uyumak şöyle ruhen insan güçlü kılar ki, yaptığı bir işte manevi olarak zamandan kazandığını düşünerek güç verir. Dayanak noktası daha fazla zamanı iyilik için kullanabilmesidir. Yaşamak için gerekli olan asıl dayanaksa, arayışta gizlidir. İnsan aramalıdır. Vazgeçmemelidir arayışlarından. Bir daldan, diğerine, hovarda bir hayatın yolundan bahsetmiyorum, arayış derken, mananın arayışı, gerçeğin arayışına insan kafa yormalıdır. Düz mantık, zaten gerçek şu, mana da gerçek dahilinde derse, baştan kaybeder. Hedef koyunca, psikodinamik ölçüsünde yüksek bir basamak için insan kafa yormalıdır. Basit yaşamalı, seçenekler içerisinde boğulmamalı ama hedeflerini de yüksek tutmalı. Bunun için bile arayış başlı başına anlam kazanmaya yetmez mi? Varlığına inanmalıyız. Neyin? Kendimizin… Yoksa sürüklenip, topluluk içerisinde yozlaşacak varlıklarız. İnsan tok olsa da, zengin, ferah da olsa arayıştan vazgeçemez. Dikkat et, zengin çocuklarının nasıl bir boşlukta yalpaladıklarına? Bu yüzden ebeveynlerin çoğu, özellikle zengin ebeveynler artık daha dikkatli çocuk yetiştiriyorlar. Alacakları bir arabanın zevkini de tatsın istiyorlar ama öncelikle insanlık için değerli bir şeyler yapabilmeleri için de eğitim almalarını sağlıyorlar. Ha, bu tamamen etkili oluyor mu? Lafı güzaf dedikleri bu işte ama yine de deniyorlar. İnsanlar kitaplara, dinlere yöneliyor. Boşluk içerisinde dolanıyorlar. Bu noktada saplanmalar da berbat bir tercih oluyor. Edebiyata tapıyor birisi, artık gözü başka bir şey görmüyor. Kendisini de bir bok zannedebiliyor. Tanrı bir şair ya da öykücü oluyor bir anda. Diğer tarafta dini bir cemaat içerisinde bulunuyor ve cenneti garantilediğini düşünmeye başlıyor. Amaçla, araçlar birbirine karışıyor. Bir arkadaşım geçen anlattı. Onun çalıştığı bir fabrika da işçinin biri zamanında İstanbul’da başka bir fabrika da çalışmış. Diyormuş ki:’ Yahu fabrika sahibi Hristiyan Ermeni’ydi. Ramazan olunca işçilerine bir maaş ikramiye verirdi. Şimdi çalıştığım yerdeyse adam Ramazan’da iki vardiya çalıştırıyor. Saat on bir de mesai başlıyor, sabah dokuza kadar. Halbuki on ile sabah altı arası yapsa, sekiz saat çok rahat olacak. Gelen işçi on saat çalışıyor. Diğer türlü sabah gelen de aynı, on saat da o çalışıyor. Bu adamların aldığı maaş da belli. Patronsa kazanıyor, kazancına kazanç ekliyor. Var mı ikramiye? O Ermeni, gayrimüslim dediğimiz adam adil adam, çalışanlarının mutlu olması için elinden geleni yapıyor. Çalışma saatlerinde de esneklik sağlıyor. İşte dini pazarlamak burada mevzu bahis oluyor. Müslümanım diyen kimse, en büyük hırsızlığı yaparken, diğer taraftan küfür yiyen gayrimüslim doğrusunu yapıyor. Hz. Ömer yaşasaydı, o gayrimüslimi tebrik eder, Müslümanın yüzüne tükürmez miydi?
Biber salçasını, tatlı toz biberini, isotunu, zencefilini, kimyonunu da attıktan sonra, son olarak ısıtıcı da kaynattığı suyu da tencereye döktükten sonra Or., tencerenin kapağını koyup, bana yaklaştı. Sandalyenin üzerinde oturmuş, onu dinliyordum. Omzuma dokunup ‘sen kaybettin ama kâmil olmak için bu hatalarını değerlendireceksin, vazgeçmeyeceksin’ dedi. Devam ediyordu:’ Ben çok şey bilmiyorum ama az da olsa bildiklerimin güzelliğini hissedebiliyorum. Sen zeki, sorgulayıcı birisin. İnsanları üzdüm mü, rahatsız ettim diye ikide bir kendini kahretme! Tabi ki canın sıkılacak ama zamana bırak böyle şeyleri. Bedenin acı çekerken, zamanla ruhunda güzellikleri de yitirebilirsin. Bu yüzden bedenini de sev, onu koru, ruhi bozgunlara karşı çarçabuk iyileşeceğin yollar ara. Aman, neyse, ben de çok konuştum. Saçmalıyorum aslına bakılırsa, ne düşüneceğini bilecek birisin. Takma kafana bu kadar. Bir bayan hayatında bu kadar yer etmesin. Bir şeyi her şey yapınca gözün başka gerekli şeylere karşı ilgisiz olur, baktığını göremezsin. Beynin idrak edemez, duyguların körelir. Yaratıcı bile var ettiği duyguları insanların aralarında var olmasına bir şey demiş mi? Birbirinizi sevin, merhamet gösterin derken, aslında tek sevgi, merhamet kaynağı da kendisi değil midir? Fakat bu güzelliği paylaşmamızı ister. Böylece hayat daha huzurlu bir yer olur. Madem huzur kaynağı belli ama insanlar neden mutsuz ve gerilim dolu? O kadar basit ki tebessüm etmek, iki çift güzel konuşmak, kırmadan, incitmeden kimseyi arkasından, hayırla dostları yad etmek... Halk aptal olup, her şeyden şikayet hale geldiğinde önce kendisini tartıp, yanlışlarını sıralamalı. Halk, insan demektir. İnsan kendisine bakmalı, yanlışı nerede yapıyor. Doğruyu yapan insanlar çoğaldıkça, devletler de iyi yönetilir. Kusuru kendimizde aramadıkça kötülük hep büyür, büyür ve artık tek bir insana değil, dünya içinde herkes kötü olur. Demek istediğim şu, insanlar kötü olan birisine kötü dediği müddetçe hiçbir şey iyi olmaz. Bunun farkına varmalıyız.’
Yoğurdu yuvarlak, plastik bir tasın içerisine yemek kaşığıyla doldururken, göz kararıyla iş yapıyordu. Yettiğini hissettiği an, yoğurt kabının plastik kapağını kapatıp, buzdolabına geri koydu. O arada iki de salatalık çıkardı. Cacık yapacağı kaptaki yoğurdu kaşıkla iyice çırptıktan sonra, salatalıkları soyup, rendeledi. Tuz ve naneyle beraber rendelenmiş iki salatalığı da kabın içerisine koydu. Üzerine buz gibi soğuk suyu ekledikten sonra tekrar hafifçe karıştırdı. Cacık gerçekten de süper görünüyordu. Yemek kısık ateşte pişerken, oturma odasına geçtik. Or., kürdili makama bayılıyordu. Bir gün ona makamın manasını sorduğumda;’ gönlü biçare, eksik duymalar hikmete, duysa biçare, anlaması kıt biteviye’ diye garip bir cevap vermişti. Sonra ‘gönül gözü kapalı, sevgiyi anlamayan sevgiliye sitemkar şarkıların makamıdır’ demişti. Or.’un yüzünde bir an için muzır bir gülümseme yerleşmişti. ‘Yazdığın mektubun kopyası var mı, fotoğrafını filan çektin mi’ diye sordu. ‘Telefonla çektim birkaç resmini dedim.’ ‘Göstersene’ dedi. Or.’a telefonu uzatırken içime yine aynı aptal sıkıntı dolmuştu. Zaten içimden hiç çıkmamıştı ki!
Or.’un böyle kahkaha attığını daha önce hiç görmemiştim. İyi güldüğünü biliyorum ama kahkaha atmıştı resmen. ‘Bu nedir Allah aşkına! Bu mektubu okuyan kız ben olsam, bu deliyi merak eder tanışırdım. Bak bak, cümleye bak:’ Güzellik açıklanamaz bir kavramdır, uzun uzun sizi size anlatacak değilim ama Fransızların ‘la beaute ideale’ dedikleri gibi, Tanrı her canlıya ayrı bir güzellik, incelikle yaradılışına sebep olmuştur. Sizin de öyle!’ Dahası şu. Cümleye bak Allah için: ’Efsanedeki Poseidon’nun hayranlığı gibi, sırma saçlarınızın tüm gürültüye ve insan kalabalığına rağmen sakin duruşu, insanın içine bahar heyecanları katıyor.’ Sonra kıza şunları demişsin:’ Belki de gülüyorsunuz dediklerime, kusura bakmayın, hatta bu yazıdaki tüm harfler adedince özür bile dileyebilirim ama gerçekten size eğer mektupla dahi açılamasaydım, patlayacak gibiydim.’ Ben olsam ciddi mana da diyorum, sırf bu cümleler için bana mektubu yazanla tanışırdım. İyi ki hiçbir şey olmamış aranızda. Bu mitolojiden de, Fransız romantizminden de, özür yüceliğinden de bir halt anlamıyor.’
Belki olan gülen gözlerle etrafa bakınan palyaçoların büyük ağlamaklıkları vardır. Yağdanlık gibi, yağ konup, tekrar boşalan, tekrar yağ konan. Or. neden yalan söylesin ki! Kaç kere ağlayan bir palyaço gördüm ki? Koca bir hiç! Koca bir hiçim ben, çirkin bir ördeğim, yalan söylemeyeceğim kendime, bir sabah daha böyle başlayacak, biliyorum, işte yalan değil, feribot kalkacak birazdan iskeleden, çapak dolu gözleriyle insanlar binecek, çıkacak basamaklardan ağır ağır bavullarıyla, çantalarıyla yukarıya. Adalar’dan bir martı eşlik edecek bir zaman… Aklımı alacak kanatları, uçacak kafamda ne varsa! Olmuyorsa zorlamayacaksın. Kaleler bile bir gün yıkılır, güme gider o fetih cenkleri, kanlar çoktan kurumuş, iskeletleri eritmiştir toprak. Elimden geleni yaptıktan sonra… Ne bileyim, mezarlığa gidip, ibriğe su doldurup, toprağın altında uyuyanla konuşasım gelir. Ölünce herkes daha iyi anlar gibi olur. Konuşamadığın ne varsa söyleyebilirsin rahatça. Sevdiğini daha iyi, daha cesur anlatırsın. Sonra, sonra bir delilik, üşür, feribotta içeri geçersin.
Gözünü kapayınca, bittiğini sanırsın her şeyin. Oysa her şey kaldığı yerden devam eder.
Dışarı çıktığımda, artık sigaramı yakacak ortalama kırk çöp kibrite sahiptim. Or. vermişti. Yürümeye devam ettim, öylece yürüdüm. Bir an için beni insanların kutular içerisinde yaşadığını düşünmeye iten şey, avucumda tuttuğum kibrit kutusuydu. Biz, hiçbirimiz risk almak istemiyorduk. Sınırlarımızı dahi bilmeden bir ömrü bitirebiliyorduk. Or.’un söylediği hiçbir şey aklımda kalmamıştı. İki minareli bir caminin içerisinde teravih namazı kılınıyordu. Kulaklıkları kulağıma tıkarken, bir süre için Cypress Hill dinleyecektim. Bir süre için düşünmemek istiyordum.
YORUMLAR
Müthişti usta...İki kahramanı da tuttum, fakat okurken anlatıcının değil de nedense Or.'un Hakkın Sesi ile daha çok özdeşleştiğini hissettim. Bilirsin, her zaman, her yazını, her şiirini beğeniyle okurum senin. Hastalık nedeniyle can derdine düştüğümüz dönemlerde ufak kopukluklar da olsa favorimsin her daim...Selam ve sevgiler...
Kendine münhasır, oldukça özgün yazarların en önde geleni olduğunuzu söylemiş miydim? Sanırım evet de, girişe attığım kahkahadan sonra aynı sıkıcı cümleyi kurma cesaretimin müsebbibi yine siz oldunuz. Dedim ya dostum, bir hayli özgün işleyiş tarzınız oldukça ilham verici. Uzaktan uzağa bir sıkıntı yüklüyor okuyucuya ki asıl benim takdirim o cihette zira insana yaşadığı çağın tüm inceliklerini hem de tüylerini diken ede ede anlatıyor.
Saygılarımla