- 416 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
NAZIM'A DAİR
Hapisten çıktıktan ve Türkiye’den ayrıldıktan sonra yeni bir dönem başlar Nazım’ın yaşamında. Hapis değildir artık. Her gittiği yerde dünyanın en büyük şairlerinden biri olarak karşılanmakta, kendisine sıcak bir ilgi gösteren insanlarla çevrilmektedir etrafı. Politik inançlarının gerçekleştirilmiş olduğu ülkelerde dolaşmakta, bir zamanlar yalnız şiirlerinden, eserlerinden tanıdığı ünlü sanatçılarla tanışmaktadır. Şiir kitapları çeşitli dillerde basılmakta, oyunları çeşitli dillerde oynanmaktadır. Ve de en önemlisi hapiste değildir artık,özgür bir insandır. Ama bütün bunların üstüne, bu kez daha ağır, daha büyük bir şey çökmüştür: Özlem. Yurda özlem. Karısına, çocuğuna özlem. Dostlarına özlem. Yurdunun insanlarına özlem.
Memleketim, memleketim, memleketim,
ne kasketim kaldı senin ora işi
ne yollarını taşımış ayakkabım,
son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
Şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
enfarktında yüreğimin,
alnımın çizgilerindesin
memleketim, memleketim, memleketim...
diyecektir.
Her insan için, özellikle her sanatçı için geçerli olan bir olgu Nazım’ı da etkilemekten uzak kalmamıştır. Yurdundan, içinde yetiştiği koşullardan, yurdunun gerçeklerinden uzak yaşamak,olayları yaşayan değil, yalnızca izleyen bir insan olmak çok şey götürmüştür Nazım’dan Bir İngilizin, Fransa’da ya da Almanya’da , bir Fransızın İsviçre’de ya da İtalya’da sürgün yaşamasından apayrı bir şeydir onun sürgünü. Kendi toplumundan, kendi insanları arasındanzorla koparılıp, ayrı tarihsel koşullara ve temellere dayalı bir toplum içine, ayrı geleneklere, ayrı yaşama alışkanlıklarına bağlı insanlar arasına,bambaşka bir yaşama atılmış bir insanın dramıdır bu. 1952’den ölümüne kadar yaşadığı ülkelerin, politik amaçlarının gerçekleştirilmiş olduğu ülkeler olması değiştirmez bu gerçeği. Bitkiler gibi insanlar da en gür, en canlı şekilde yaşayıp boy atacakları, çiçek ve yemiş verecekleri toprakları arar.
Yurt dışında geçen, zorunlu bir sürgün diyeceğimiz bu 10 yılı aşkın süre Nazım’ın şiirini nasıl etkilemiştir? 1952-63 yılları arasında yazdığı şiirlere baktığımızda bunların belli başlı iki üç tema üzerine kurulmuş olduklarını görürüz. Gurbetlik,özellikle 52 yılında geçirdiği ağır bir kalp hastalığından sonra ölüm korkusu; ve yaşlandığını görmenin hüznü temaları.
Daha önceki şiirlerindeki dinamik,kendine güvenli, bilen, uygulayan, sonuçlar çıkaran, güç veren hava gitmiş, yerine bir acı ve burukluk gelmiştir. Gençliğini sık sık anar olmuştur. Ölümü düşünmektedir sık sık. Kendi cenaze törenini anlatmaktadır. Vasiyetnamesini daha şimdiden yazmıştır.
Hemen hemen hiç uzun şiir yazmamaktadır artık. Nerdeyse her şiirinde bir bitmemişlik havası vardır. Son şiirlerinin bir çoğuna ad vermemiş olması, bu bitmemişlik, bu yarım kalmışlık havasını kuvvetlendirmektedir. Bir yolculuğa çıkacak ya da uzun bir ayrılıktan sonra hemen sevdiklerine , yurduna kavuşacak bir insanın telaşı , tedirginliği vardır üzerinde sanki.
Yukarıda Nazım’ın şiirinin kendi öz yaşamına ne derece bağlı, ondan nasıl ayrılmaz olduğunu göstermeye çalıştık. Şimdi de şiirinin genel karakteristiği üzerinde duralım biraz.
Evrensel olmanın yolu, öncelikle ulusal olmaktan geçer. Bütün sanatların temelinde yatan insan gerçeğini ve onun dünyadaki durumunu eksiksiz ve tüm boyutlarıyla verebilmek, bir sanatçı için, içinden çıktığı, içinde yaşadığı toplumu iyi tanıması ile mümkündür. Ulusal gerçek bir yerde evrensel gerçekle birleşmekte, evrensel gerçek olmaktadır. Kendi gerçeğini bütün fazlalıklarından, çok özel yanlarından arıtarak güçlü bir sentez içinde verebilen sanatçı evrensel insan gerçeğine en fazla yaklaşmış olmaktadır.
Nazım’ın ustalığı da buradadır zaten. Bütün yaşamı boyunca halktan bir kişi olarak kalmıştır. Kendini hiç bir zaman, en küçük davranışlarına varıncaya kadar tanıdığı Türk halkından uzak, onun üstünde bir kişi olarak düşünmemiştir. Onlar gibi yaşamış, onlar gibi sevmiş, onlar gibi azıcık şeyle mutlu olmuş, yine onlar gibi yaşamdan, toplumdan aldığından çok fazlasını vermiştir yaşama. Onu Lorca çizgisinde bir şair olarak görmekte haklıdır Tristan Tzara.
Fransız şair, bu konuda şöyle diyecektir:
’Ulusal kültürün derinliklerinde yatan gelenekleri modern dünya düzeyine aktarmakla, Nazım, Türk edebiyatına büyük bir yenilik getirmiştir.’
İnsan çırılçıplaktır onun şiirinde. Derin ruhsal incelemelerin, çapraşık ilişkilerin tülleri arasında gizli değildir. Kendine bu dünyada verilmiş yaşamı elinden geldiğince, olduğu gibi yaşamaya çalışmak tadır. Akıl almaz serüvenlerin kahramanı değildir. Bütün kahramanlığı bu yaşamı kendi elleriyle yeniden kurmaya yönelik kavgasındadır. Bu kavgada , Memleketimden İnsan Manzaraları’nın, yenik düşüp kendini öldüren Doktor Faik’i de vardır;İkinci Dünya Savaşında cepheleri, hapisane duvarına astığı haritadan gün gün çizerek izleyen, sonuçlar çıkaran mahkum Halil’i de...Aşığıyla kaçarken kendilerine yük olan öz bebeğini kuyuya atan Nigar’da vardır; hapisteki kocasını on beş yıl her gün elinde bir yoğurt bakracıyla ziyarete gelecek olan Zeynep de...Kendilerinin seçmediği, kendilerine verilmiş bir dünyada bir parçacık toprak yüzünden katil olup yıllarca hapis yatanlar da vardır, onların bu kötü kaderinde payları olduğu halde lüks yemekli vagonlarda onlar üzerine fikir spekülasyonu yapanlar da.
Nazım’ın şiirinin tüm içeriği, bu sevgiyle,saygıyla,güvenle yanaştığı Türk halkıdır, demek yanlış olmaz. Onu, akıp giden yaşam ırmağı içinde sevgisi, kavgası, büyüklüğü, zavallılığı ile somut bir biçimde ortaya kor. Ulusal bir gerçekten evrensel insan gerçeğine ulaşır.
Nasıl bir biçimde verir bunu Nazım? Nazım için biçim sorunu nedir? Bu sorunun karşılığını yine kendisi vermektedir bize:
’Şahsen kendimse, şekli öylesine öze uydurmak istiyorum ki, şekil, özü bir kat daha belirtsin, ama kendisi, yani şekli belli olmasın. Güzel bir kadın bacağını bir kat daha güzelleştiren fakat kendisi belli olmayan ince bir çorap gibi. Bu, bugün tercih ettiğim şekildir, ama elbette ki yarın rengarenk şekilleri de tercih edebilirim. En kısa şiirde bile, özün dalgalanışına, gelişmesine göre şekil de değişmelidir.’
Yukarıda, yazımızın başında da belittiğimiz gibi, biçim sorunu, özellikle şiiri üzerinde daha çok çalışmak için zaman bulabildiği günlerden sonra büyük bir önem kazanmıştır Nazım için. Her gerçek sanatçı gibi onun içinde asıl amaç, öncelikle güzel bir şiirsel biçim bulmak, güzel bir şiir yazmak değil, içindekini:anlatmak, duyurmak, dışlaştırmak istediği şeyi en belirgin, en etkili biçimde verecek bir şiirsel yapıya, şiir diline ulaşmaktır.
1920’lerin yeni insanını, yeni toplum gerçeğini anlatmada yetersiz bulduğu hece ölçüsünü terk edişi;15. yüzyıla ait bir tarih gerçeğini anlatırken o günün diline yakın bir dil, aruz ölçüsünü aqnımsatan bir biçim kullanışı; Japon Balıkçıları, Kavak, Karlı Gece Ormanında gibi kimi şiirlerinde Türk Halk Şiirinin en işlek ölçülerinden biri olan 4+4 ölçüsünü kullanışı; Havana Röportajı, Saman Sarısı gibi şiirlerinde düz yazıdan, sinema tekniğinden faydalanışı;yaşamının son yıllarında, atmşını geçmiş bir şairken bile hala öncü biçim araştırmalarına girişişi Nazım’ın biçim sorunu üzerinde ne derece ilgiyle durduğunu gösterir. Nazım, bütün yaşamı boyunca, şiirlerinde etkilenmelere açık bir şair olmuştur. Sanatçıyı yaratışı ve sanatı, tüm ulusların, tüm insanlığın ortak ve süresiz bir çabası sayan Nazım için doğal bir olaydır bu. Ancak bu etkilenmeler hiç bir zaman yama gibi kalmamıştır şiirlerinde. Onları özümlemesini, kendi malı yapmasını, onlara kendi damgasını vurmayı bilmiştir Nazım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.