- 871 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Işığa Yürüyen Sandalyeler
Nihayet, iskeleye ulaşmıştım,Vapur’da henüz yerindeydi. Son, birkaç yolcunun telaşı, vapurun harekete hazırlandığını işaret ediyordu, adımlarımı hızlandırdım. Tam önümde beyaz takım elbisesi, kırmızı papyonu, fötr şapkası ve mütevazı bastonuyla yaşlı bir adam, vapura binmeye çalışıyordu. Onu geçmeyi nezaketsizlik addederek adımlarımı yavaşlattım. Yaşlı odam, tüm gayretine rağmen vapuru kaçırdı. Tabii bende.
Vapurdan ümidini kesen adam, iki eliyle bastonuna yüklenerek, biraz önceki koşuşturmaca dan yorgun düşen bedenini toparlamaya çalışıyordu. Bir süre o halde durdu. Nefesini toparlamış olmalıydı ki gözleriyle, etrafta aranmaya başladı. Muhtemelen, bir sonraki vapuru beklemek üzere, oturabileceği bir yer arıyordu. Yaklaşıp koluna girdim. Ona, bekleme salonunu işaret edip, oturacağı yere kadar refakat ettim. Ben de yakınlarında bir yere oturup, gelecek vapuru beklemeye koyuldum. Bu durumdan pekte şikayet etmiyordum. Zira, bulunduğum yerden görünen deniz manzarası, fevkaladeydi.
Bir ara yaşlı adamın, etrafına bakınmaya başladığını fark ettim. Beni fark ettiğinde durdu. Biraz önceki yardımım için olmalı, başıyla, nazikçe selamlayıp teşekkür etti. Ben de elim göğsümde, hafifçe öne eğilerek karşılık verdim. Yaşlı adamın, henüz nefesini toparlayamamış olmasına rağmen zaten beklemediğim bu nezaket kuralını ihmal etmemiş olmasından etkilenip bir süre daha gözlerimi ondan ayırmadım.
Giyiminden, varlıklı biri olduğu anlaşılıyordu. Oldukça uyumlu, temiz ve düzgündü. Yaka cebindeki kırmızı mendiliyle alnının terini şöyle bir sildi. Mendili, önceki ütü izlerini takip ederek eski haline getirmesi, titreyen elleriyle zor olsa da başarıp yaka cebine tekrardan yerleştirdi. Ardından etraftaki yolcuları dikkatle gözlemlemeye koyuldu. Bir an, dıştan, iyi giyimli, düzgün görünen bu adamın, iç âlemi, fikrî yapısı, kültürü, mizacı da öylemidir acaba diye aklımdan geçirdim.
Bu arada, yolcular gittikçe çoğalıyordu. Ellerindeki kitaplardan öğrenci oldukları anlaşılan on kişilik genç bir gurupta hemen yakınımızdaki sandalyelere oturdu. Gençlerin, kendi aralarında yüksek sesle konuşuyorlardı. Herkes gibi ben de onları izlemeye başladım. Ellerindeki kitaplardan tıp örencisi oldukları anlaşılıyordu. Bir süre onları dinledim.
Bu arada, yaşlı adamın da onları dikkatle dinlemekte olduğunu fark ettim. Oturduğu yerde, bacaklarının arasındaki bastonunu iki eliyle tutmuş, gençlerin beyan ettikleri fikirlerine, katılıp katılmadığını adeta yüz mimiklerinden anlıyordum. Bu ilginç tablo beni heyecanlandırdı.
Gençler; bilimin, bu günkü seviyesine ulaşmasında en çok katkısı olan ilim dalının hangisi olduğu konusunda tartışıyor, kimi felsefe kimi tıp kimi fizik iddiasında bulunuyordu. Bu hengâmede, yaşlı adamın, elindeki bastonunu yere, birkaç defa vurmak suretiyle dikkat çekmeye çalıştığını fark ettik. Herkes susup ona dikkat kesildiğinde öyle bir cümle kuruyordu ki, orada bulunan herkes, ben de dahil olmak üzere, oturduğumuz sandalyeleri, bu münevver, bilge adamı daha iyi duyabilmek için ona doğru yaklaştırıyorduk.
Yaşlı adam, (İçerisinde aşk ve muhabbet olmayan hiçbir ilim, faydalı olamaz, baki de kalamaz) dediğinde, tıp öğrencilerinden biri, yaşlı adamın etrafından gördüğü ilgiyi kıskanıp, ona alaycı bir örnekle cevap verme densizliği göstermiş ve, (Bak beyefendi, biz, laboratuar ortamında bilimsel deneylerle çeşitli serumlar elde ediyoruz. Şimdi, şu sözünü ettiğiniz aşk ve muhabbetinizi bu serumlara nasıl ilave edebileceğinizi bana gösterebilir misiniz?) dediğin de, eskidenyaşdığım bir olayı hatırlamıştım.
Kangren vakasından dolayı bacağını kaybetme tehlikesi olan bir hasta, yanımdaki yatakta yatıyordu. Hastaneye geldiğinden beri, sağlığına tekrar kavuşup yürüyebileceği günlerin hayaliyle yaşıyordu. Bir gün, aynı hastanın ayak ucunda iki doktor beliriyor, Kendi aralarında, hastanın kangren olan bacağını kesip kesmeme konusunda tartışıyorlardı. Onları duyduğuma göre, yanımdaki ayağı kesilecek olan hastada mutlaka duyuyor olmalıydı. Kaygıyla dönüp, ona baktım. Evet, ne yazık ki oda dinliyordu. Daha düne kadar ümidini muhafaza etmiş hastanın, nasıl, bir anda ümidini kaybetmekte olduğuna şahitlik ediyordum. İçimden, şu konuyu odanızda tartışsanız demek geçiyordu. Kendi aralarında tartışan doktorların, her menfi cümlesinden sonra, hastanın gözleri yuvasından fırlayacak gibi irileşiyor, nabzı yükseliyor, yüzüne kramplar giriyor, elleri, korkudan titriyordu.
O günden sonra hasta, kimselerle konuşmaz oldu. Öte yandan, devam eden tedavisi iyi sonuçlar vermeye başladı ve nihayet hastanın ayağı kesilmekten kurtuldu ve ilerleyen günlerde de taburcu edildi.
Onu severdik. Ayağı için gereğinden fazla kaygılandığını söyler, onu sakinleştirmeye çalışır, elimizden geldiği kadar yardım ederdik. Bu davranışlarımızın hatırına olmalı, bir yakını bizi ziyarete geldi. Tabii ki mutlu olduk. Bir süre sohbet ettikten sonra, onu sorduk. Öyle şeyler anlattı ki, sorduğumuza da, soracağımıza da pişman olduk. Meğer o gün ki doktorların, hastanın yanında, bacağının kesilmesi konusunda yaptıkları tartışmanın, aynı hastada dönüşü olmayan büyük bir ruhi travmaya sebep olduğunu ve şu an nerede bir beyaz gömlekli insan görse, çığlıklar atarak oradan uzaklaştığını söylüyordu. Bu durumun toplumu rahatsız ettiği gerekçesiyle, ilgililer tarafından bir akıl hastanesine kapatıldığını ekliyordu. Artık onun için, sağlığına kavuşmuş bacakların, hiçbir anlamı yoktu.
İşte! Yaşlı adamın kastettiği , (İçerisinde aşk ve muhabbet olmayan hiçbir ilim, faydalı olamaz, bâki de kalamaz) sözü, böyle durumlar için olmalıydı. İşte, aynı doktorlar, hastanın ayağını iyileştirirken, ruhunu bozuyorlardı. Bu arada, yaşlı adam, biraz önceki delikanlının sorusuna cevap veriyordu, (Evet delikanlı, elbetteki aşk ve muhabbeti ilmin bizatihi kendine ilave edemezsiniz, laboratuar ortamında dahi olsanız. Aşk ve muhabbeti, ilme değil aliminin kalbine, üstelikte, laboratuar şartlarında değil, lahuti bir ortamda ilave etmeniz gerekir. Ancak ilim o vakit fayda verir) bu cevap üzerine örenci hariç, orada bulunan yolcular bu aydınlık insana biraz daha yakın olabilmek için oturdukları sandalyeleri, biraz daha ileri doğru çekiyorlardı. Biraz önceki öğrencinin bir hayli uzakta kaldığını fark eden adam, onu kasten şöyle diyordu, (Beynindeki fikirleri, kalın yorganlar içerisinde uyutup, sukut ile dinleyenlerden, menfi de olsa, uyanıp soru soranlar daha evladır) bu söz üzerine kısa bir tereddüt geçiren öğrenci de sandalyesini alıp adama doğru yöneliyordu. Beni etkileyen şey yalnız bilge adamın sözleri değildi. Her cümlesinden sonra onu dinleyen yolcuların, sandalyelerini her seferinde adama doğru yallaştırıyor olmalarıydı.
Bir an, bu resimden yolcuları, hayalen sildiğimde, arta kalan sandalyelerin karsılarındaki ışığa doğru nasılda ilerlediklerini fark edip gülümsedim. Bu dalgınlığımı, acı bir siren sesi bozuyordu. Ö yöne baktığımda, ikinci vapurun iskelede olduğunu gördüm. Orada bulunan yolcularda kalkıp vapura yöneldiler. Yolculardan bazıları yaşlı adamla tanışma gayretindeydiler. Bana sıra geldiğinde, (Seni zaten tanıyorum) diyerek elini çektiğinde şaşırdım, (Ama efendim, nasıl olur?) dediğimde, (Bundan önceki vapura binerken, arkamdan telaşla yaklaşan ayak sesini duyarak, yanımdaki demir korkuluklardan tutunup beni geçmeni beklemiştim. Gençler, genellikle geçerlerdi. Ancak sen arkamda durdun ve beni bekledin. İşte o an, senin, karakterine, aşk ve muhabbeti ilave etmeyi başarmış olduğunu fark edip yüreğimdeki dostlarımın içine katmıştım. Bu nedenle tanışmamıza hacet yok. Haydi, selametle git) dedi ve ayrıldık.
O günden sonra, ne vakit yolum oradan geçse, ışığa yürüyen sandalyeler aklıma gelir, gülümserim.
Metin Ceylan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.