- 526 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
'pijama'
Hacdan getirildiğini söyledikleri, hâlbuki çarşıda hac malzemeleri satan dükkândan aldıkları naylon pijamadan ciddi manada tiksinmeye başlamıştım. Rahat olur, hafif şalvar tarzı evde otururken giyerim diye kabul etmiştim. Balkona geçip oturduğumda, üzerinde naylon olan sandalyeyle temas etmeye başlayınca iş çığırından çıkmıştı. Dışarı çıkıp, en azından bu lanet pijamayı da üzerimden çıkarır, pantolonla rahat rahat gezinirim diye düşünmüştüm. Ayakkabının bağcıkları her daim bağlı olduğu için, ayakkabıyı direk giyip çıkarabiliyordum. Merdivenler zahmetliydi; özellikle yukarı çıkarken merdivenlerin icat olunma sebebine insanın küfredesi geliyordu. Bazıları merdiven çıkıp inmenin insan hayatında önemli bir sportif aktive olacağına inanıyordu. İnsan anatomisine ters bir beton yapının nasıl bir yararı olabilirdi ki? ‘Asansör kullanmayın, merdivenleri kullanın’ sloganını zaten pek takan da kalmamıştı. Apartmanları eski olup, asansörün bina inşa zamanında yapılması düşünülmemiş daire sahipleri bu sloganı yine de seviyorlardı. Tabi, on ikinci katta oturan bir insanın durumuna hiç düşmedikleri için sloganı sahiplenmelerinde ters bir durumda yoktu. Nihayet sokağa inmiş, sahile doğru yürümeye başlamıştım. İkindi ezanının okunmasına iki saatten az bir zaman vardı. Güneş kendini gösteriyordu ama yine de yağmur her an yağabilirdi. Birkaç çocuk ve genç haricinde denize giren yoktu. Umursamaz bir yüz ifadesinin doğuştan suratıma yapıştırıldığına inandığım bir tavırla etrafa bakınıyordum. Eski bir arkadaşımı arayıp, halini hatırını sormak fikri iki gündür aklımdaydı. Bir türlü elim telefona gitmiyordu. Bilemiyordum, belki de rehberde numarası yoktu. En son cebimde kalan son parayla ona yemek ısmarlamıştım. Sanırım bir yılı geçmişti. İyi bir çocuktu, hatta ahlaklı, dirayetli… Onun haricinde mert kelimesini de kullanmak istiyordum ama gerçekten araya giren her hafta, ay ve yıl insanın başkalarının sahip olduğu kemal özelliklere karşı bir alakasız olma durumu var ediyordu. Kedi ve köpek boklarıyla dolu kumsalın denize en yakın tarafında iki bayanın güneşlendiğini fark edince, arkadaşımı düşünmekten vazgeçtim. İki bayandan biri toprağa saplanmış gibi güneşleniyordu. Diğerinin bacakları haddinden fazla pürüzsüz, pembe dolgulu bikini iri göğüslerini zor zapt ediyordu. Hafif sağ taraflarına düşen, sahildeki banklarda oturan adamların dikkatli bakışlarının sebebi bulunmuştu. Birkaç gün önce aldığım gazete de denizde görünen kırmızı gelgit probleminden bahsediyorlardı. Yirmi yılda bir gerçekleşebilen bu kırmızı gelgit hadisesi aynı yıl içerisinde dört kez vuku bulunca uzmanlar çıldırmıştı. Denizde fitoplankton türlerinin ani artışına sebep bir şeyler olmalıydı. Tabi ki bu konuda çok bilgin olmaya gerek kalmadan; ‘o kadar çok gemi geçiyor ki, onların artığı, pisliği bile yeter bu fito bilmem ne planktonun artımına’ yorumu yapılabilirdi. Gerçekten düzgün ve ilgi çekici bacaklara üçüncü defa bakmamak adına adımlarımı hızlandırıp, yürümeye devam ettim. Şarkı söyleyesim gelmişti ama gözüme denizde kıyıya yakın tarafların kirliliği çarpmıştı. Geçen yaz da bir kez girmiştim, böyle giderse denize yakın kişilerin pek de denize girmezler varsayımını da doğrulayacaktım. Canım çay çekmişti. Hiç gitmediğim bir mekâna gidip, oturup, çay içmek istiyordum. Marina’nın içinde bulunan kafelere bir kez olsun gitmemiştim. Zaten insanların çok olduğu yerlere gitmekten nefret ederim ama bu sefer her şey bir bardak çay için değişecekti. Kendi devrimimi bir bardak çayla yapabilecek küçük bir insandım.
Kitap okuyan adamların, kitap okumayanların yanına gidip, artık bir şeyler değişmeli derler. Onları kışkırtılar. Devrimin sonunda kitap okuyan adamlar, arkadaşlarıyla beraber cilalı masalarında nefis içkilerini yudumlarken, o kitap okumayan fakir adamlarsa çatışmalarda ve arbedelerde ölmüştür. Bu müthiş yorumu ben yapamadığım için üzgün değilim fakat Ennio Morricone müzik bestelerini tekrardan hatırlatan Meksika Filmi’ne aklım gitti. İnsanın yaşarken sahiplenebileceği klasik filmleri olmalıdır. Aslına bakılırsa Sergio Leone’nin tüm filmlerinde bu başarı var, insanı film içine hapsettirebiliyor ama insanın umudunu korumasına sağlayan hayatta her ne kadar güzellik varsa, bir o kadar da yılgınlık umudun içinde dolaşıyor. Hayat umutlu olabilmek için çok güçlü sebepleri maalesef acının ve yılgınlığın mevcut olduğu şartlarda taşıyor. Kendi filmimi izliyorum.
Bir ömür boyu yalnızlığın eseri panodaki garip italik kafe ismi olmalıydı.
Defalarca söylenip durdum içimden: ‘Nefret ediyorum, nefret ediyorum, nefret ediyorum…’ Kendime haksızlık filan değil, gerçekten de kendimden nefret ediyordum. Benim burada ne işim olabilirdi? Tasvir edilmesi güç olmayan, boş masa bulmanın güç olduğu bir yerdeydim. Özellikle üniversite okuyan gençlerin paralarını nerelere harcadıkları belliydi. Genellemelerden de nefret ederim, tüm öğrencilere bu iğrenç söylemi kullanmaktan da imtina ediyorum. En sağ köşede iki kişilik küçük bir masanın boş olduğunu görünce kendime olan nefretimi unutup, yürümeye başladım. Garsonların itibarını kazanabilecek biri olmadığım için kimse bana ‘hoş geldiniz efendim, buyurun’ gibi klasik sahte gülücüklerle dolu merasimde bulunmadı. Ne talihsiz adamım! Masa ve sandalye arasındaki mesafe o kadar yakın ki, yıllar önce üniversiteye giriş sınavında sınava girdiğim ilkokuldaki sıralardan farkı yok. Oturabildim. Nihayet oturabildim ve önümdeki menüye bakmamak üzere garson yanımdan geçip hızla mutfağa doğru ilerlemek isterken ‘çay alabilir miyim’ diyeceğim. Evet, bunu ben yapacağım. Yapabilirim. Başka zaman yapmamış olabilirim, kendimden nefret ediyor olabilirim, çirkin olabilirim, fakat uygunsuz geldiğini fark ettiğim şey, sıfatlar… Sıfatlarla kendimi tanımlamak yanlış bir meşgale olur. İnsanlar birbirlerine sinirlendiklerinde sıfatsız mı yoksa suratsız mı diyorlardı? Yok, sinirlenme durumu yoktu, bir insanın karşısındaki insana karşı anlamsız ve asabi bakışları karşısında, muhatabının ona suratsız sıfatını kullanmasından bahsediyorum ama yanılıyorum. Hem bana ne, beni ilgilendirmemeli böyle şeyler. Şu an haddinden fazla yalnızım. İşin bir diğer kötü yanı masaların haddinden fazla birbirine yakın olması. Konuşmaları rahatça duyabiliyorum. Yüzlerine bakmıyorum ama kızın biri yanındaki kıza ‘abla, çık işten, boş ver, başka iş buluruz seninle beraber’ diyordu. Konuşmaya kendimi kaptırmama ramak kalmıştı. Ortamın boğuk ambiyansına uymayan bir film soundtrack’ı içimi ısıtıyordu. Üşümüyordum, bu üşümek değildi, başka bir şeydi.
-Evlenmene az kaldı senin, sen çalışsan dahi olmaz, hayır ya!
-Ama abla, ben senin durumuna razı değilim. Her gün üzgün görüyorum seni. Oraya muhtaç değilsin, başka yer de olabilir.
-Değişir mi, değişir sence başka yerde erkeklerin tutumları?
-Abla…
-Canım benim, sen de biliyorsun ki her iş yerinde aynı. Kadın olmaya özgü bir suç bu. Bu tür tacizlerden kurtulmak için ya hiç çalışmamak ya da…
-Sus ne olur, ölmekten bahsetme yine. Avukatla konuşacaktın bu konuyu, konuşabildin mi?
-Yok, avukat eşiyle yurtdışı tatiline gitmiş. Şansa bak işte, işimiz düşer avukata, tanıyoruz diye de ona gidelim dedik ama yok, gitti o da, bir ay yokmuş.
-Bir ay mı? Bir ay tatil mi olur be abla! Bu avukatlar gerçekten zengin ya!
-Kızım bizim gibi insanların küçük işleriyle uğraşmıyor. İhale davalarına filan giriyormuş bizim avukat.
-Babamın askerlik arkadaşının kızı mıydı bu abla?
-Evet, umurumda değil ama avukat ne yapacak?
-Gözü korkar, mimlenir en azından bir daha sana yaptığı gibi başkasına yapamaz.
-Dün gece yine rüyamda gördüm.
-Aynı rüya mı abla? O rüya değil, kâbus artık abla.
-Depoda sıkıştırmış, elleri bacaklarımda, dudaklarımdan zorla öpüyordu.
-Hayvan oğlu hayvan, onun gibi orospu çocuklarını dövmek lazım aslında abla.
-Neyse Elif, bırakalım bu konuyu, buraya yani göre eğlenmeye geldik. Ben bir bira alacam.
-Yok abla, doğru söylüyorsun, ben kahve alacağım ya, bira mideme dokunur şimdi.
Elif deyince çaktırmadan bakayım dedim ama gözlerim mıhlanmış gibiydi. Evet, oydu, geçen yıl bir türlü açılamadığım kız. Markette çalışırken, üzerinde marketin ambleminin bulunduğu tişört ve altında genelde siyah keten giyen kız, dizlerine kadar uzanan, omuzlarını ve kollarını dışarıda bırakan mavi bir elbise giyinmişti. Gerilmiştim. Önümdeki menüye göz gezdirmeye karar verdim. Beyefendinin önünde gazete ve kitap olmadan da bir şeyler okuyabilirdi. Aslında telefonunu eline alıp, önemli bir şeye bakıyormuş gibi iddia dahi oynayabilirdi. Liglerin çoğu bitmişken, yine de dünya çapında hazırlık ya da başka bir etkinliğine ait maçlar olabilirdi. Önemli olan o an iddia yapılabilecek bir müsabakanın olmasıydı. Kitapların garip bir iyileştirici tarafı vardır. İnsan hiç ummadığı zamanda kitapların içinde farkına varmadan iyileşme sürecine girer. Bu onun ruhuyla alakadardır. Beyefendinin de ruhuna uygun bir kitap o an için yoktu. O da aynı şeyleri düşünüyordu:’ Ah salak kafam! Nereye gidersen git yanında bir kitap götürürsün de, şimdi niye yanında bir kitap yok! Aptalca, fahiş bir menüye göz gezdirmekten başka yaptığın bir şey de yok. Fakat Kafka’nın da bir söylemi var ki, herhangi bir işe giriştiğinde insan, o işle alakalı olmayan bir kitap okuduğunda gevşer, rahatlar, hafızasını canlandıran, hoşuna gidecek ilintilere sahip olur. İnsanın aklına yepyeni düşünceler getirir. Ben ne yapıyorum? Kafenin her masada bulunan menüsüne göz gezdiriyorum. Ne gibi yeni fikirler açabilir ki bana? Evde mantar soslu dana bonfile mi yapacağım? Belki de bir iş yeri açarım, kim bilir ben de böyle bir menü hazırlarım. Hayır, kaçamayacağım. Karşımda işte. Evleniyormuş da. Ne güzel, şahane! Ablasından önce evleniyormuş ama ablasının umurunda değil. İş yerinde tacize uğramış. Çalıştığı teknoloji marketini biliyorum. Acaba çalışanlardan hangisi böyle bir pislik yaptık ki? Gözlüklü, esmer, kel olan mı? Uzun boylu, sarışın olan mı? Bir tane tipini hiç sevmediğim vardı, o mu yoksa?’
Gelecek günlerde kendime nasıl bakacaktım? Hangi yüzle kendimi ifade edebilirdim ki? Yolun kenarında kaldırımın hemen iki metre arkasında ağaçlara yakın duran banka çöktüm. Ellerimi açtım, avuçlarıma bakındım. Beni uyuyor ya da dinleniyor zannedebilirlerdi. Ne düşündükleri umurumda değildi. İnlemeye çalıştım. Birazcık mırıldanır gibi oldum. Ağzım yamuluyordu. Gözlerimin altında biriken torbacığın daha siyah ve sarkık olduğuna ant içebilirdim. Nefret ettiğim plastik bir çiçek gibi oracıkta duran, hiç gitmemekte ısrarlı gölgemdi. Neler oluyordu, ne hissediyordum, yine ne olacaktı ve ben bu sorular yumağından kaçabileceğim konusunda umutlu değildim. İnsan sevdiği birinin yaşamasını ister. Ondan kendisine emanet olarak bırakabileceği sözler diler. Eşyalar, hatta ondan bir tırnak parçasını, saç sakal kılını, şeftali tüyünü saklamak ister. Önemli değil, bir çapak parçası da olabilir. Sevdiği birinin yaşaması onun için umut olur. Peki, tersi durumda insan tamamıyla ondan nefret etmez mi? İçine girsem bu gölgenin, ben mi olurum? Gölge gerçekten bensem, ben benin içine nasıl girer ki? Erotik bir çağrışımdan, deliklerden bahsetmiyorum, hayır, yığıldım bankta kendi gölgeme sesleniyorum. Bu içses filan değil, düpedüz kendi gölgemin karanlığımın asil bir tasviri olduğuna inanabilirim. Gözlüklü bir adamın, ince, sıska ve pısırık bir çocuğuyum ben. Tedavisi hiç olmayacak bir ağrının deviniminden düşerim de, yine aynı basamaklardan kendime çıkabilirim. İlintilerin ürkmemle alakası yok, bu ayrıntıların gizle de yakınlığı vaka olmamış ve pek de husumetli değil gözlerim başka birisine. Buruşuk, pis, kıllı bir yüzüm vardı. Gittikçe kıllanan bir bedenim vardı. Buna engel olamıyordum. Üzerime giydiğim şeyler çaputtan farksızlardı. Herkesin aynı gemide olduğu bir an da, bokun bile manasının güzellikle eş olabileceği bir serüvenden bahsederken, insanlar aşağılandıklarını sanıyorlar. Hayır, aşağıyız, çukurun dibinde birbirimize sımsıkı bağlı ve kaçmaya çalışıyoruz. Çoğu kez kirlenen pantolon paçalarıma karşı ilgisizliğimi de ilave etmeliyim. Dahası paslanan bir vücudum var. Etin paslandığını hissediyorum ama daha çok kemikle de alakalı olabilir. Doktora gidersem bana bilimsel açıklama yapabilir. Ben paslanıyorum tabirini seviyorum. Fakat gölgem tüm pislikleri kapatabiliyor. Acaba ruhumun gölgem olup olmadığını da merak ediyorum. Böyle güzel, cici sözcüklerle asla; kıytırık, asabi ve haddinden fazla küfürlü! Yüzyıllar boyunca havaların kötü olmasından dolayı bu çukuru kendim seçmedim. İçine düştüğüm debdebenin bir sınırı yok. Kurtulamıyorum. Kendime bakınıyorum, aslında yalnız değilim ve insanların düşebileceği çukur şahsa bağlı ayrılmıyor. Ayak numaraları farklı pek çok insanın, elleri yardımıyla tutunmaya çalıştığı zincirlerin her an kopabileceğinden korkarak yaşadıkları bir çukur burası. Hayır, kurtuluş aramıyorum. Asla bir bağışlanma da dilemiyorum. Bu yanılgı olur. Kendimi inkar etmiş olurum. Yaptığım şey cebimden bir dal çıkarıp ona ateş yardımıyla hayat vermek. İşte nefes alıyorum, duman çıkıyor. Onu izliyorum. Gölgem dumanın etrafında dans etmeli ama hayır, duruyor ve dumanın gölgesini yok. Gözlemsel olarak kaybın, duyumsal olarak bir sesi olmalı ya da etkilemeli. Yalnızca kendi sözcüklerim yırtıyor benliğimi. Kararan bir şehir gibi içime batarken sonlanan bir hayat gibi de duygusal olmamak için tekrar ayağa kalkıyorum. Ama susuyorum, bazen konuşuyorum. Zaten susuyordum ve bazen konuşuyordum. Kesintili bir akıntı kanımla beraber dışarı çıkıyor. Tekrardan parmağımı kesmek için bir sebep olmalı. Tabağı sertçe çöp kovasına fırlatırken, elimde tabakla beraber kovaya doğru hareket ediyor. Buna engel olamıyorum. Arzuyla bu hareketin sonucunda aynı parmağımdan fışkıran kanı izliyorum. Bu ziyafetin birkaç dakika boyunca süreceğini biliyorum. Kan akıyor, fışkırıyor damarımdan. Küçücük bir damarın çeperinden akan kanın kırmızılığına hayran kalıyorum. Kimsenin umurunda değil ya da alay konusu da olabilirim. Yalnız başıma bu şölenin keyfini daha iyi çıkarabilirdim. Fışkıran kanı durdurmak adına kullanılan kağıt peçetelerin mahsuru var. Onlar belediye zabıtası, hükümet polisi, çıkarcı askeri oluverirken, lavabonun keyfine diyecek yok. Bu görsel ziyafetin birkaç gün boyunca çekilecek çilesi olabilir, düşünmemeliyim. Anlık bir keyfi bozamaz hiçbir şey.
Garson yanıma gelmeden oradan kaçıp gitmeyi başarmıştım. Elif’i umarım son görüşüm olacaktı. Onu, simsiyah saçlarını dümdüz ve fönlü haliyle, boynundaki ter damlacıklarının emeğe sarılı andaki yumuşaklığıyla anımsamaya karar verdim. Bu onu markette gördüğüm son ana ait tasviriydi.
Eve geri döndüğümde kurutmalığın üzerinde bekleyen pijamaya koştum. Naylon pijamayı nerede çıkardığımı çoktan unutmuştum. Kurumuştu sevdiğim pijamam. Cebine elimi soktum. Şükür hiçbir kağıt parçası yoktu. Eğer olsaydı, makinede yıkanırken un ufak olacak ve beni kendinden soğutacaktı.
YORUMLAR
HakkınSesi
bilemiyorum, karışık işler..
demek her pijama biraz gerçek, biraz hüzün sayılır. öykü güzeldi, tebrik ederim
HakkınSesi
saygılar