- 689 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ahd-e Vefa
Ticaretin, kervanlarla yapıldığı yıllardı. Yemen’de, bir cami avlusunda namaz sonrası toplanmış bir gurup tüccar, aralarında muhabbet ediyorlardı. Topluluktan biri, (Hint elinde öyle büyük bir Ticaret Pazarı kurulmuş ki) diyordu ve ekliyordu, (Oraya her milletten Tüccar gidiyor, kısa zamanda da zengin oluyormuş)
Bu sırada aynı bölgenin genç tüccarlarından Mesut‘da yoldan geçerken topluluğa kulak kabartıyor, selam verip yanlarına oturuyordu. Bölgede ticaret imkânlarının az olması sebebiyle uzun süredir sıkıntıda olan genç tüccar, duyduklarına inanmakta, Hint Pazarına gitmeye niyet etmekte pekte zorlanmıyordu.
Zaten sıkıntıda olan Yemen’li Mesut, sonunda kervanını tamamlayıp bir aksam serinliğinde, Hint Eli’ne gitmek üzere yola koyuluyordu. Yol uzun ve oldukça da zahmetli, bir o kadar da tehlikeliydi. Ancak o yıllarda ticaret peşin altın yada para ile değil, malların karşılıklı takası ve yazılı evraklar(Akitler) ile yapıldığından, tehlike, maldan ziyade canları için söz konusu olabiliyordu ve Bu alışverişte en çok itibarı ise sözünde duranlar görüyordu.
Yemenli Mesut, haftalar sonra uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından o meşhur Hint Pazarına ulaşıyordu. Şöyle bir etrafına dikkatlice bakındıktan sonra, (Hakikaten Pazar, anlattıkları kadarda varmış) diye düşünen Mesut, gerçekten de dünyanın dört bir tarafından gelmiş tüccarlara rastlıyordu. Çinlisi, Arap’ı, Acemi adeta her milletten tüccar, pazar yerinde dolaşıyordu.
Yemen’li Mesut, bir ara pazarda ki tüccarların kervanlarını bırakıp hep aynı yöne doğru telaşlı bir şekilde yürüdüklerini fark ediyor, kendide merakından o yöne doğru yöneliyordu. Biraz ileriye vardıklarında, kral tahtını andıran bir koltukta, yaşlı bir zat, ona refakat ettiği anlaşılan birde hizmetçi görülüyordu. Tahtın karşısında, saf halinde dizilen tüccarların, yaşlı adama saygılarını sunup hediye verdiklerini görüyordu. Bir kez sıraya girmiş bulunduğu için Yemen’li Mesut’ta o zata saygılarını sunuyor, ancak hazırlıklı gelmediği için hediye veremiyor, büyük bir mahcubiyet hissediyordu. Bu mahcubiyeti, adamında gözünden kaçmıyor ve adam, mühim değil der gibi ona gülümsüyordu.
Yemen’li Mesut, daha sonra o zatın, Hint Eli’nin yerli, en varlıklı ve en itibarlı baş tüccarı olduğunu öğreniyordu. Tören sona erdikten sonra baş Tüccar’ın hizmetkârı, toplanan tüccarların karşısına geliyor, eliyle biraz ileride adeta küçük bir dağ büyüklüğünde, yan yana, üst üste dizilmiş satışa hazır malları işaret ederek, onlara hitaben, (Şurada görülen mallardan isteyen takas usulü, isteyenlerde bir yıllık vade karşılığı ihtiyacını alsın. Vadeli alanlarda gelip akit’ini yazılı olarak tas tik ve imza etsin!) diyordu.
Bunun üzerine, tüm tüccarlar da telaşlı bir hareketlenme başlıyordu. Bu arada, uzun yollardan gelmek zorunda kalan Yemen’li Mesut, üç deveden oluşan küçük kervanıyla getirdiği mallarını, ihtiyacı olduğunu düşündüğü mallarla takas ediyor ve pazardan ayrılıyordu ki, karşısına baş tüccar’ın hizmetkârı dikiliyor ve (Efendim seninle görüşmek ister) diyordu. Mesut, kervanını da yanına alarak huzura çıkıyor, selam veriyordu. Baş tüccar, (Genç tacir, alışverişini tamam ettin mi?) Mesut, (Evet efendim Hamd olsun bitirdim) diyordu. Baş tüccar devam ediyordu, (Kervanının hepsi bu mu?) Mesut, (Evet efendim) diyordu. Bunun üzerine baş tüccar, hem gençliğine benzettiği bu tüccarın, karakterini, sözüne sadık olup olmadığını denemek, hem de onun bu kadar uzun yolu az bir mal ile kat etmesini önlemek için ona, (Neden vadeli mallarımdan almıyorsun?) diye soruyordu. O ise, (Kervanımda o malları taşıyacak bineğim yok. O nedenle alamayacağım, bu kâfidir efendim) diyordu. Bunun üzerine yaşlı tüccar yardımcısına işaret ediyor ve ziyadesiyle yüklü iki deve dolusu malı develerle birlikte Mesut’un kervanına eklettiriyordu. Ardından, hizmetkârına (Bu develerden biri, yükü ile birlikte hediyemdir. Lakin diğer deve ve yükü için bir mukavele hazırla, genç Tüccar da imzalasın) diyordu. Yemen’li Mesut gerekli işlemlerden sonra, olanlardan memnuniyetini ifade edip sevinçli bir şekilde oradan ayrılıp, memleketine doğru yola koyuluyordu.
Aradan zaman geçiyor ve baş tüccardan mal alanlar, borçlarını ödemek ve yeni alışveriş yapmak üzere Hint Pazarında toplanıyorlardı. Sıra Yemen’li Mesut’a geliyor ve önceki yıl borçlandığı bir deve ve yükünün bedeli olan otuz altını baş tüccara ödüyor, yanında getirdiği bir miktar Yemen Kahvesini de hediye olarak sunuyordu. Baş tüccar, gençliğine benzettiği tüccarın sözüne de sağdık olduğunu görmekten duyduğu memnuniyet nedeniyle onunla daha da yakından ilgileniyor, sohbete başlıyordu. (Evet genç tüccar, iyi çalışmış olmalısın. Bunu, beş develik kervanını elli deveye çıkarmış olmandan anlıyorum) diyordu. Mesut’ta, (Hamd olsun efendim.) diye cevap veriyor ve müsaade isteyip kendine gerekli olan mallardan seçmek üzere huzurdan ayrılıyordu. Kısa bir süre sonra, kervanını yükleyip tamam ediyor, malların bedeli olan bin altınlık borç mukavelesinin ödeme tarihini görüşmek ve imzalamak için de, sıraya giriyordu.
Sıra tam ona geldiğinde baş tüccar hizmetkârına, (Onun mukavelesini, beş yıl sürelidir diye tamam et!) diyor ve diğer müşterileriyle meşgul oluyordu.
Mesut, bin altın borç için verilen bu uzun ve uygun sürenin sevinciyle kervanını toplayıp Yemen’e dönüyor ve bu büyük sermayeyle kısa sürede memleketinin en varlıklı tüccarlarından olmayı başarıyordu.
Artık ticaret için uzak diyarlara seyahat etmesi de gerekmiyordu. Hint eline, son ticaretinden kalan borcunu ödemek için kervanıyla değil sadece bineği olan, çok sevdiği ve emsallerinin en güçlüsü, beyaz bir at ile gidiyordu.
Hint Elindeki Pazara ulaştığında, iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık olan o pazarı, terkedilmiş bir viraneyi hatırlatan halde buluyor, şaşırıp kalıyordu. Etraf, adeta savaş sonrasını andırıyordu. Biraz hayreti dindiğinde, baş tüccarın malikânesine doğru yöneliyor, ancak oranında harabeden nasibini almış olduğunu görüyordu. Telaşlı gözlerle malikânenin etrafını dolaşıyor, olup bitenleri sorup, öğrenebileceği birilerini arıyordu.
Biraz ilerlediğin de yoksul giyimli bir zatın, harabeler içerisinde oturduğunu fark ediyordu. Biraz daha yaklaştığında o zatın, baş tüccarın hizmetkârı olduğunu anlıyor ve yanına yaklaşıp, (Nedir bu haliniz? Burada neler oldu?) diye soruyordu.
Bu arada, hizmetkârın gözleri yaşarıyor ve derince bir iç çektikten sonra anlatmaya başlıyordu, (Üç yıl kadar önceydi. Bir gece vakti haydutlar bu beldeyi basıp talan ettiler. Her şeyi yaktılar, yıktılar değerli ne varsa yanlarına alıp gittiler. O günden sonra Efendimin, yokluklar içindeki zar günleri başladı.
Her şeye katlandı, ancak itibarını bir anda kaybetmeye dayanamadı ve bir gece kimselere haber vermeden buradan ayrıldı.
O gün, bu gün ne ölüsü ne de dirisinden haber olan olmadı. Ancak ben umudumu yitirmedim. Bu viranede hala onu beklemekteyim) diyor ve başını öne eğerek ağlamaya başlıyordu.
Bunun üzerine Mesut, elini koynuna götürüyor bir kese altını çıkarıp hizmetçinin kucağına bırakıyor ve (Bu, içerisinde bin altın bulunan kese, Efendine olan borcumdur. Bunu almanı, Efendini gerekirse diyar diyar dolaşarak aramanı, onu sağ bulduğun da ona vermeni, yok ölü bulduğunda ve bundan emin olduğunda ise bunu kendi ihtiyaçların için kullanmanı istiyorum) diyor ve üzgün bir halde geriye dönüyordu.
Aradan yıllar geçiyor, Yemen’li Mesut’un ticarette ki itibarı ve şanı çevre ülkelere de yayılıyordu. Onunla iş yapmak için her bölgeden tacirler akın akın Yemen’e geliyorlardı. Bunların içerisinde bulunan Çinli Tacirler, onu ülkelerine davet ediyor, oda bu daveti kabul ediyor bir süre sonra da bu maksatla, Çin’e gidiyordu. Bir süre orada kalan, çok değerli anlaşmalara da imza atan Mesut, tekrardan ülkesine dönmek üzere yola çıkıyordu, Hint eline yakın bir yerde, bu gün ki zenginliğine vesile olan baş tüccarı hatırlıyor ve onunla ilgili bir haber olup olmadığını öğrenmek üzere, atının yönünü Hint Eline çeviriyordu.
Bir süre yolculuktan sonra, önünde bulunan son tepeyi de aştığında, gördüklerine şaşırıp kalıyordu. Çünkü son gördüğünde Virane-i Han olan o şehir, şimdi güllük, gülistanlık üstelik dört bir yanı da mescitlerle, minarelerle adeta süslenmiş ayağının altında uzanıyordu.
Hemen atını hızla şehrin giriş kapısına doğru sürüyor ve kapının yanında gördüğü ilk yerli Hint’e soruyordu, (Burası Hint Eli değil mi?) yerli, (Evet) diyordu (Hint Eli’dir) Mesut devam ediyordu, (Peki buranın halkı Müslüman mıdır?) yerli, (Hayır. Değildir) diyordu. Mesut devam ediyordu, (O zaman bu İslam mabedi olan Mescitlerin hikmeti nedir?) Bunun üzerine yaşlı adam, Mesut’a atından inip yanına oturması için işaret ediyor, o da atından inip, merakla adamın yanına oturuyordu.
Yerli, , bu meraklı yabancıyı önce gözleriyle derin derin süzdükten sonra, neden Müslüman olmayan bir beldeye, hem de bu kadar mescit yapıldığının hikmetini anlatmaya başlıyordu, ( Bu şehirde bir zamanlar, Hint Elinin en zengin en itibarlı ve en çok sözüne güvenilir “baş tüccar” olarak tanınan, değerli bir zat yaşıyordu. Bu saltanatı bir gecede haydutlar tarafından yakıldı, yıkıldı, yağma edildi. Bir anda itibarını ve saltanatını yitiren bu zat, bir gece sessizce şehri terk edip kayıplara karıştı. Bir süre sonra öldüğü hakkında söylentiler yayılır oldu. Bu durum, ona borcu olan tüccarlarında işine geliyordu. Zira karısı ölen ve hiç evladı da olmayan bu zatın, mirasına sahip olacak vasi’si de bulunmadığından, ona borcu olanlar, borçlarını ödemekten kurtuluyorlardı.
Bu borçlulardan,Yemen’li Mesut adında bir tüccarın, Ahd’e Vefa edip borcunu ödemek için geldiğini ve onu bulamayınca da hizmetçisine ödediğini duyduk. Hizmetçisinin de bu emaneti alıp Efendisini bulmak ve ona ulaştırmak üzere şehirden ayrıldığını duyduk. zor da olsa hizmetçinin, onu bulup emaneti de verdiğini, zaten zeki bir tüccar olan o zatın da, bu bir kese altınla bulunduğu bölgede yeniden ticarete başlamak suretiyle, kısa sürede tekrardan eski saltanatı ve itibarına kavuştuğunu, sonrada buraya döndüğünü duyduk.
Kendisiyle görüştüğüm de, (İtibarımı yeniden kazanmama vesile olan sözüne sadık Yemen’li tüccarın şerefine bir anıt yaptırmak istiyorum. Ancak ne yaptıracağıma karar veremedim henüz) demişti. Bir gün, Yemen’li tüccarın gönderdiği boş altın kesesiyle uğraşırken, kesenin içinde bir mektup bulduğunu, o mektubun “Besmele” ile başlayıp “Besmele” ile bitmesinden, Yemenli tacirin Müslüman olduğunu anladığını, onun anısına bu şehri, yine onun dini olan ve üzerlerinde onun adı bulunan İslam mabetleriyle donatacağını söylemiş ve (ben öldüğümde bu mabetlerden birinin bahçesine defnedin) diye de vasiyet etmişti. Bizde öyle yaptık) diyordu.
Yaşlı Hintlinin sözü bittiğinde, Mesut yerinden doğruluyor ve (Peki kabri, hangi mescittedir?) diye soruyor, Hintli de, eliyle işaret ediyordu. Mesut o yöne doğru yöneldiğinde ise Hintli, (Yabancı, ismini bağışla) diyor, ancak Mesut bu soruyu ziyadesiyle nefsi buluyor ve nefsine muhalefet için cevap vermeden mescide doğru atını sürüyordu.
Yaşlı adam, bu meraklı yabancıyı göz ucuyla takibe devam ede dursun, Mesut mescide ulaştığında, üzerinde (Mescid-i Mesut El Yemen-i) yani, Yemenli Mesut Mescidi, yazısı bulunan bu devasa mabet karşısında, (Suphanallah) demekten kendini alamıyordu. Mescitten içeri giriyor, iki rekat Namaz kılıyor sonra da bahçede bulunan baş tacirin kabri başına gelip dua etmek için ellerini semaya kaldırıyor ve şöyle diyordu, (Ey Rabbim, beni ve burada yatmakta olan kulunu vesile etmek suretiyle, bu müşrik beldesini Mabetlerinle doldurdun. Ancak bu mabetler boş ve mahzun. Bu beldenin halkına da Hidayet et ki Mabetlerin dolsun. Senin her şeye gücün yeter. Âmin)
Bu dua’nın ardından Mesut geldiği yoldan şehri terk etmek üzere harekete geçiyordu. Tam şehrin kapısından çıktığı sırada, arkasından biraz önce konuştuğu yaşlı Hintlinin sesi yükseliyordu. (Selametle git ey Yemen’li Mesut! Selametle!)
Metin CEYLAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.