- 878 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İki Doktorun Akıbeti
Salih ve Kenan, tıbbiye’nin son sınıfında başarıları ve herkesi kıskandıran dostluklarıyla tanınan iki idealist öğrenciydi. Öyle ki Salih’in, Beşeri İlimlerin yanı sıra İlahi İlimlerin gerekliliğini de savunuyor olması karşısında, Kenan’ın yalnız beşeri ilimleri savunuyor olması bile bu dostluğa engel teşkil edemiyordu.
Zaman geçiyor, iki arkadaşın, diplomalarını alacakları ve doktor olacakları gün gelip çatıyordu. Kenan, her sabah yaptığı gibi arabasına biniyor, arkadaşının evine uğrayıp onu da arabasına alıyor ve birlikte okulun yolunu tutuyorlardı. Yolda tek konuştukları mevzu diplomaları ve hangi Şehirde görev alacaklarıydı. Ancak bir ara Salih’in dikkatini, yolun kenarındaki uçuruma düşmüş ters bir şekilde duran, halen dumanları tüten bir araç çekiyor, hemen arkadaşını da durumdan haberdar edip, apar topar kaza yerine koşuyorlardı.
Olay yerine ulaştıklarında, aracın içerisinde şoförün yalnız olduğunu fark edince bu duruma önce seviniyorlar, ancak yardım etmeye çalıştıkları insanın araca sıkışmış olduğunu fak ettiklerinde ise telaşlanmaya başlıyorlardı. Çünkü yaralı aynı anda da kan kaybediyordu.
İki arkadaş, yaralıyı sıkıştığı yerden alıp hastaneye götüremeyeceklerini anladıklarında, bir şekilde kendilerinin hastaneye gidip ona gerekli olan tıbbi malzemeleri getirme fikrini düşünüyorlar, ancak buna zamanlarının da çok az olduğunu biliyorlardı. Çünkü yaralı, kan kaybediyordu.
İki arkadaş, o güne kadar öğrendikleri tıbbi bilgilerini seferber edip, yaralıyı yeniden bir gözden geçiriyor ve bir karara varıp, hemen o kararı uygulamaya koyuyorlardı. Önce, yaralının kaybettiği kanı göz önünde bulunduruyorlar, sonra yaralıda halen olması gereken kanı hesap ediyorlar ve mevcut kan kaybının hızını da dikkate alıp, bu yaralının, içinde bulunduğu mevcut durumunun, en az yarım saat daha tehlike arz etmeyeceği kararına varıyor ve bu zamanın, Hastaneden getirecekleri tıbbi yardım için kâfi olduğunu düşünüp yola çıkıyor,. yarım saat dolmadan, olay yerine dönmeyi de başarıyorlardı. Ancak yaralı şoförün hayatını kaybetmiş olduğunu fark ediyorlardı. Üstelik o’ yaralıdan tehlike arz edecek kadar kanın da, akmamış olduğu halde.
Tabii ki üzülüyorlardı. Ancak onlar, görevlerini yapmış olmanın o’ anki verdiği huzurla kaza yerini diğer ilgili ekiplere bırakıp ayrılıyorlardı. Yardım aldıkları hastaneye uğrayıp, getirdikleri Tıbbi malzemeleri ve bu arada, o’ kaza ile ilgili tuttukları raporu teslim etmeyi de ihmal etmiyorlardı. Aynı gün diplomalarını da alan iki arkadaş, kur’a sonucu belirlenen görev yerlerine gitmek üzere şehirden ayrılıyorlardı.
Aradan zaman geçiyor, bu kaza raporu, hastane Başhekiminin dikkatini çekiyordu. Başhekim, raporun ilerleyen satırlarında adı geçen doktorların kendi öğrencilerinden olduğunu far ediyor ve bu nedenledir ki, raporu daha bir dikkatle inceliyordu. Rapor, tıbbı kurallara kesinlikle uygun görünüyordu. Ancak hocanın, yinede ilginç olduğunu düşündüğü noktalar bulunuyordu. Bir süre düşünen hoca, hem bu olayın öğrencilerinde bıraktığı etkiyi görmek, hem de bu vesile ile onları ziyaret etmek kararı alıyor ve bu iki öğrencisinin bulundukları adresleri de öğrenip vakit kaybetmeden yola koyuluyordu.
İlk ziyaretini Doktor Kenan’la başlatıyor. Onun bulunduğu şehre ulaşıyor, Görev yaptığı hastaneyi buluyor, kapıdan girişte rastladığı bir hemşireden onu soruyordu. Hemşire, (Lütfen beni takip edin) diyor ve birlikte birkaç koridoru geçtik ten sonra hemşire, bir odanın kapısını açıp hocayı içeriye buyur ediyordu. Ancak içeride kimse yoktu! Tek bir yatakta, saçı sakalına karışmış, elleri ve ayaklarından yatağa bağlanmış yatan bir hastadan başka. Hoca, (Hemşire! Bu odada doktor yok ! ) diye sesleniyordu. Bunun üzerine hemşire geliyor, eliyle yatmakta olan hastayı işaret ederek (Bu hasta, Doktor Kenan beyin kendisidir efendim) diye cevap veriyordu. Hoca, sok olmuş bir vaziyette Başhekimin odasına koşuyor, gördüklerini anlatıp olup biteni de Başhekimden anlatmasını istiyordu. Başhekim, (Maalesef beyefendi, Hemşire doğruyu söylemiş. Biraz önce gördüğünüz doktor, öğrenciniz Kenan beyin kendisidir) diyor ve devam ediyordu, (Bu doktorumuz, göreve ilk başladığı günlerde hep kendi kendine konuşuyor, Yaptığım hesap yanlıştı! Onu ben öldürdüm! Ben katilim! diye sayıklıyordu. Ancak bunu, zamanla yüksek sesle tekrarlamaya başladığı görüldü. En son büyük bir depresyona girdi. O günden beri odasında gördüğünüz gibi. Onu iyileştirmeye çalışıyoruz) diyordu. Bunun üzerine Hoca, üzgün ve şaşkın bir vaziyette hastaneyi terk edip kendini arabasına atıyordu. Karşısında deva dağıtan bir doktor yerine her türlü devaya muhtaç bir hasta bulan Hoca, ikinci öğrencisi Salih içinde telaşlanıyor ve hiç vakit kaybetmeden onun, görev yaptığı şehre doğru yola koyuluyordu.
Aslında Kenan’ın, içerisine kaderi, alın yazısını dahil etmeden yaptığı, sonunda da hüsrana uğradığı ilk planı değildi bu. Yine bir yıl kadar önce, soylu bir ailenin kızına aşık olan üvey kardeşi içinde bir plan yapmış, oda hüsranla sonlanmıştı.
O aileden bir kızla evlenmenin iki şartı vardı. Kızlarına talip olan kişi ya soylu bir aileden olacaktı yada gayet zengin. Ne yazık ki üvey kardeşinin şartları, ikisine de uymuyordu. Bu noktada Kenan devreye giriyor ve o ruhsuz, materialist planlarından birisini daha yapıyordu.
O günlerde üvey kardeşinin evlatlık olarak alındığı kuruluştan bir mektup gelmişti. Söz konusu kişinin uzak bir akrabası olduğu ve ölümü durumunda tek varisinin o, olduğunu belirtiyordu. Haber güzeldi ancak üvey kardeşin bu mirasa kavuşacağı günü beklerken kızı başkalarına kaptırma ihtimalide vardı. İşte bu noktada Kenan devreye girerek ona, bir plan yaptığını, mirastan da önce zengin olacağı müjdesini veriyordu.
Plan şuydu: Güya, ailesi ve kendi üzerindeki tüm mal varlıklarını üvey kardeşinin üzerine geçirip kızla evlenmesini sağlayacak, bunun karşılığında da üvey kardeşe kalacak olan mirası da kendisi konacaktı.
Üvey kardeş, bu teklifi hemen kabül ediyordu. Bu iş için gereken hukuki işlemlerden sonra, sevdiği kızla birlikte tatil için şehirden ayrılıyordu. Kenan daha önceden araştırdığı bu mirasın üvey kardeşine verdiği malın en az iki katı olduğunu daha önceden bildiği için büyük bir iştahla ellerini ovuşturuyordu.
Bu arada telefonu çalıyor ve karşıdaki kişi, üvey kardeşinin şehre dönüş yolunda geçirdiği kaza sonucunda öldüğünü bildiriyordu. Bu, planda olmayan gelişme onu üzeceğine, sinirlendiriyordu. Çünkü ona devrettiği mallarını artık geri alamayacaktı. Cenaze merasiminin ardından, mezarlık çıkışında postacı, eline bir telgraf tutuşturuyordu. Telgraf, mirasına konmayı hayal ettiği kişinin yatmakta olduğu hastane yönetiminden geliyordu. Üvey kardeşi adına gelen bu telgraf, akrabasının öldüğünü bildiriliyordu. Bir süre sonra gelen bir başka telgraf ise ölen akrabasının avukatından geliyor, mirasın teslimi için hukuki işlemlerin başlatılacağı, işlemlerin takibinde bulunması için onu, yani üvey kardeşi, yanlarına davet ediliyordu. Bu durum, aynı zamanda Kenan’ın, mirastan da olduğu anlamına geliyordu. Birde, bu üzüntünün sonunda gireceği depresyonun.
Bu arada Hoca, uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra Doktor Salih’in bulunduğu şehre ulaşıyordu Hastanesini buluyor ve yine bir hemşireden, ona ulaşabilmek için yardım istiyordu. Hemşire, (Lütfen beni takip edin! ) diyor ve bir süre yürüdükten sonra eliyle, çok dikkatlice bir büyük salonun kapısını aralıyor ve Hocaya, kürsüden onlarca doktora hitap eden tabibi işaret edip, yine salonun kapısını sessizce örtüyordu. Sonrada Hocaya, koridordaki koltukları işaret ederek, (Efendim, siz toplantı bitinceye kadar şurada istirahat ediniz. Ben, şimdi gidiyorum. Toplantı sona erip Salih Bey odasına çekildiğinde, gelip sizi, ona götüreceğim) diyor ve ayrılıyordu.
Hemşirenin gösterdiği koltuğa oturan Hoca, Kenan’a olanlardan sonra, Salih’in tam tersine mesleki kariyerinin en tepesine çıkmış olması karşısında adeta bir kez daha sarsılıyor ve karma karışık bu olanlara bir anlam vermeye çalışıyordu. Bu arada, çoktan beri kullanmadığı piposunu cebinden çıkarıp yakıyor, beynindeki taşlarının da yerlerinden oynadığını fark ediyordu. Çok geçmeden Hemşire geliyor ve (Buyurun efendim. Artık Salih beyin odasına gidebiliriz) diyor ve birlikte yürümeye başlıyorlardı. Bir kaç koridoru geçtikten sonra Hemşire, üzerinde "Başhekim Odası" levhası bulunan kapıyı çalıyor (efendim! bir ziyaretçiniz var!) diye ekliyordu. Doktor (İçeri alın!) diyor, ancak gelenin Hocası olduğunu fark ettiğinde, büyük bir edeple ayağa kalkıyor ve onu kapıda karşılıyordu. Elini öpüp onu kendi koltuğuna oturtuyor ve ziyaretten duyduğu memnuniyetini iletiyordu.
Hocanın, biraz önce yaktığı piposu hala kenetlenmiş dudaklarının arasında duruyor, yaşadığı şaşkınlıkları dindirebilmek için ciğerlerine derin derin nefesler çekiyordu. Çok geçmeden Hoca, tüm bu yaşananların sebebi olan Kaza Raporunu cebinden çıkarıp öğrencisine uzatıyordu. Salih ise Raporu alıyor, biraz göz gezdirdikten sonra, gülümseyerek Raporu tekrardan Hocasına uzatıyor ve (Evet Hocam, hatırladım. Bir zamanlar böyle bir olay yaşamıştık) diyordu. Hocası, (Peki evladım, o kazazede hakkında şu an ne düşünüyorsun?) Salih, yine gülümseyerek, (Ona Allah’ tan Rahmet diliyorum) diyordu. Bu cevap üzerine Hoca, Salih’te gördüğü vicdani huzur ve rahatlığın sırrını öğrenmek için ona bir soru daha soruyordu, (Pekâlâ Salih, hastaneden kaza yerine döndüğünüzde, yaralının ölmüş olduğunu görünce ne düşünmüştün?)
Salih, bu soru karşısında biraz zorlanıyordu. Çünkü Hocası da, Doktor Kenan gibi İlahi ilimleri yok sayan ve yalnız Beşeri İlimlere inanan bir felsefeden geliyordu. Ancak Hocasının ısrarlarına dayanamayarak cevap vermek zorunda kalıyor ve (Hocam) diyor sözlerine başlıyordu (Olay ile ilgili bu Rapordan da anlaşılacağı gibi, Tıp İlminin tüm gereklerinin yerine getirilmesine rağmen, kazazede ölmüştü. Bu nedenle, bu olayı Tıbbi bilgimle izah edemeyip bir an bocalamıştım. Ancak o anki çaresizliğimde, Allah’ın, (Ecelleri geldiğinde onu ne bir saat erteleyebilirler ve nede bir an öne alabilirler. A’RAF- 34) Ayetini hatırlayıp, olayın izahındaki eksikliği İlahi İlimlerin yardımıyla tamamladığımda, bu olayı bitirmiş, kendimi de rahatlamış olarak bulmuştum ve o kazayı, ta o gün unutmuştum. Ancak bu gün, ziyaretiniz vesilesiyle yeniden hatırlamış bulunuyorum.
Bu cevap üzerine Hoca, anlaşılmaz bir telaşla yerinden kalkıp, vedalaşmak istiyordu. Salih, Hocasının bu kararlı tavrı karşısında ısrarcı olmayıp büyük bir saygıyla onu hastane kapısına dek yolcu ediyordu.
Odasına döndüğünde, biraz önce, Hocasının piposundan kaynaklanan ağır tütün kokusunu fark edip, odayı havalandırmak için penceresini açıyor, ancak hastanenin bahçesindeki ağaçlardan birisinin yanında, Hocasının, diz çökmüş bir halde durmakta olup, hala hastaneyi terk etmemiş olduğunu fark ediyor ve hemen (Acaba bir sağlık sorunumu var!) endişesiyle apar topar bahçeye koşuyordu. Hocasına yoklaştığında, hayatı boyunca Beşeri İlimlerden başka İlim tahsil etmemiş olan Hocasının, zar zor da olsa hatırlayabildiği, Kelime-i Şahadet’in hecelerini, gözleri yaşlı bir vaziyette tekrarlama gayretini fark ediyordu. Bu arada, kendiside Hocasının yanına diz çöküyor, onun elinden tutuyor ve ona bu gayretinde, birlikte tekrarlamak suretiyle yardımcı oluyordu.
Metin Ceylan
YORUMLAR
merhaba kardeşim. çok entersan ve Allahın kurallarına uyan bir yazıydı.evet,nebir saniye ileri ne bir saniye geri alınamaz ölüm.inanç farklı ve çok güzel bir şey.ama bilerek inanacaksın.okuyacaksın,öğreneceksin.öyle körü körüne inanmıyacaksın.çok güzeldi yazı kutlarım .selamlar.