- 539 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Otuz Üçüncü Gün
Ameliyat sonrası istirahat dönemini değerlendirmek için bolca vakti olduğuna seviniyor, yıllardır iş, ev arası koşturmacadan vaktinde yapamadığı bütün ibadetlerini kazalarıyla ödemeye çalışıyordu. Bugün evde kalabildiği otuz üçüncü gündü. Hayatının en güzel otuz üç günü. Esma-ül Hüsna okumaya takılmıştı. Her gün yeni bir Esmayı ekleyerek zikretmek özel bir huzur veriyordu içine. İkindi ezanıyla zikre ara verip, abdest tazeledi, namazını eda ettikten sonra hafif bir uyuma hissiyle yatağına uzandı.
Kesif yeşil bir ışıkla gözleri yanmaya başladığında onu engellemeye çalışmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu. Önce elleriyle sonra koluyla gözlerini kapamayı denedi. Ama ışığın keskinliğinden hiç bir şey eksiltemedi. Gözleri yanıyor ayaklarından başlayarak vücudunun üst tarafına yavaş yavaş ilerleyen bir çekilme hissediyordu. Çekilme hissi kalbi hizasına geldiğinde artık belden aşağısını hissedemiyordu. Aynı his bu sefer başından başlayarak yine kalbi hizasında toplandı. Göğsünde bir yumruk baskısı hissi bir kaç saniye sürdükten sonra birdenbire çok hafiflediğini, hatta uçuyormuşçasına bir hisle kaplandığını gördü. Göğsündeki baskı esnasında üç kez büyük bir acıyla işlediği üç günahı gördü. Rüya mı gerçek mi diye düşünecek zamanı bile yoktu. Her şey hızla gelişiyor ışığın içine doğru çekiliyordu. Işığın içinden ona gülümseyen üç sliüet onu çok rahatlattı. Kendini bırakıp etrafına bakınmayı denediğinde, yatakta uzanmış yatan kendiyle karşılaştı. Gülümseyen bir ifade ama kapalı gözler rahatmış hissi veriyordu." Her halde rüyadayım kendi kendimle yüzleşiyorum." diye düşündü. Bu fikir baya mantıklıydı. Başka türlü hem yatakta hem de burada odanın tavanına yakın bir yükseklikte asılı nasıl olabilirdi ki? Üç güzel insanın ikisini tanıyordu ama üçüncü yüzü ışıktan görünmeye ama pamuk gibi bir his veren eliyle elini tutan kişi, işte o bütün ömür aradığı sevgiyi akıtıyordu damarlarına. Ilık bir rüzgar gibi bütün ruhunu saran , kanı gibi her hücresine sevgi pompalayan pamuk şekeri, kim di?
Kızının acı çığlıkları odayı kapladığında tam da odadan çıkmak üzereydi. Işığın çekiciliğine kapılmış su da yüzer gibi kayıp dururken;" bu çocuk niye bağırıp, ağlıyor?" diye düşündü.
- Anne gitme! Gitme ne olur sana ihtiyacım var!
Çığlığı beyninde yankılanıyor," ben çok iyiyim merak etme. " diyor ama kızı sesini duymuyordu. Bir adım geri geldi, kararsızlaştı " ileri mi yoksa geri mi ilerlemeliydi?" Öylece ayakta dururken kendi vücudunu, yanında uyuyan eşini ve gözyaşları içindeki kızını seyretmek çok ilginçti. Işığa doğru seslendi;
- Henüz değil, kızımın bana ihtiyacı var, üstelik hedefim bu değildi.
Yavaş yavaş azalan ışıkla birlikte elini tutan pamuk eller onu nazikçe bedenine iade etti. Önce ayaklarını, sonra bütün vücudunu ağrılarıyla ve ağırlığıyla hissetti. Ağlayan kızına sarıldığında hala her hücresi o yumuşak dokunuşu, elini tutan bulut gibi, pamuk gibi yumuşak ruhu arıyordu.
Aradan geçen günler pişmanlıkla doluydu. "Tekrar o ana dönebilmek için neler vermezdim?" diye düşündüğünde çocukları gözünün önüne geliyor ve; "Onları veremezdim." diyordu. Büyük bir gel-git ortasında kalmış, savrulan deniz kabuğu gibi bomboştu. Ya o hedefi, bin yıl düşünse böyle büyük bir hedefi dileyemezdi kesin. "Böyle bir dilek için kesin delirmiş olmalıyım." dedi kendi kendine. Son günlerdeki zaman zaman yükselen sesle konuşmaları da ev halkını rahatsız etmeye başlamıştı. Eşi;
- İyi misin? Ne dediğini anlamıyorum ama böyle fısır fısır boşluğa konuşmaların çok garip. Yarın bir doktora gidelim istersen.
Dediğinde ona kızamadı bile. Garip olduğunun farkındaydı ama yaşadıkların veya hissettiklerini kendi kendine bile açıklayamazken eşine veya bir doktora ne anlatabilirdi ki? Her şey karma karışıktı. Bir yanı gitmek istiyor bir yanı kalmak istiyordu. Ama kapı açık değildi artık. Bir fırsat kaçmıştı belli ki. Ama o huzur hali...Bedenden ayrışmanın ağrı ve acılardan sıyrılmanın, vücut ağırlığını hissetmemenin ne demek olduğunu biliyordu artık. Öyleyse hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Evlatlarına olan sevgisi hariç hiç bir şeyi hissedemiyordu artık. Dünyaya ait ne bir istek, ne de bir yorumu yoktu. Her şey bir şekilde halloluyordu. O hep başka bir alemde gibiydi. Ama o alemde net değildi. Acı da duymuyordu ama zaman zaman kendinden geçme halleri dalga dalga bedenini saran ışıklar artık huzur doluydu. Onu tek mutlu eden şey de bu anlarıydı.
Zaman ve mekan kavramını tamamen yitirmişti. Artık sorgulamıyor sadece yaşadıklarını uzaktan seyrediyordu. Tıpkı bir yabancı gibi. Zira son günlerde yaşadıkları akla hayale sığacak gibi değildi. Biraz daha sorgularsa kesin delirecekti. Bunun bir rüya olduğunu ve az sonra uyanacağını düşünmek istiyor gibi gözlerini ovuşturup duruyor ve durmadan bildiği bütün duaları ve esmaları ardı ardına okuyordu. Zira yapabileceği başka bir şey yoktu. Kendini olayların akışına, bilincini de özgürlüğe bıraktı. Zira çok yorgundu. Uykuya teslim oldu. Derin ve deliksiz bir uykudan sonra belki her şeyin bittiğini görecekti. Belki....
Ertesi günü nedense vitrinin camına yerleştirdiği dedesinin siyah beyaz resmi kırmızıya dönüyordu. İlk fark ettiğinde güneş vurduğu için öyle gördüğünü zannetse de vakit akşam oldukca daha da kızardığını hissediyordu. " Hayırdır İnşaallah" deyip üstünde durmamaya çalıştı. Saatler ilerledikçe resim kesif bir kızıllığa büründü. Bir ürperti hissetti içinde. Abdest tazeleyip " her neyin habercisi ise hayır eyle Ya Rabbi, kötü bir şey ise iyiliğe döndür, bir felaket ise hafiflet " diye dua etti. Saat üçe geldiğinde artık uyku ağır basmaya başlamıştı. Son kaza namazını da eda edip yatağına uzandığında müthiş bir sarsıntıyla fırladı. Çocuklarını ve eşini kaldırıp dışarı çıktıklarında hala bütün şehir sallanıyordu. Komşular akrabalar hepsi sokaklara döküldü, ilk şiddetini kaybetse de ara ara sallantılar sabaha kadar sürdü. Bir yerler yıkılmıştı kesin ama neresi haber almak mümkün değildi. Sadece duaları vardı yüreklerinde ve dua ederek sabahladılar.
Sabah ezanıyla evlerine döndüler. Yorgun gecenin etkisiyle eşi ve çocukları çoktan uykuya dalmıştı ki, birden kendini yıkıntılar arasında buldu. Elinde annesinin çeyizine koyduğu eskiden ibrik denen su kabı, kesif toz bulutları arasında ilerliyor yaralılara su veriyordu. Yüzünde tebessümle; "geçecek, iyileşeceksin." diyordu. Her yönden yardım çığlıkları, ağlamalar , feryatlar geliyordu kulağına. Ama o son derece sakin yaralılara su veriyordu sadece. Silkinerek ayıldığında eşinin baş ucunda dikilerek; " Kendine gel, ne oldu sana?" diye bağırdığını duydu. Yine evdeydi. "Ne oldu niye bağırıp duruyorsun?" diyebildi. Eşi;
- Ya çok korktum, rengin bembeyaz hareketsiz oturuyordun, ama gözlerin sabit hiç hareket etmiyordun. dedi.
"Galiba dalmışım rüyamda su dağıtıyordum." diyebildi. Kalktı elini yüzünü yıkadı, gün başlamıştı. Depremin yerini ve şiddetinden yıkılan şehrin görüntülerini seyrettiler televizyondan. " Allah’dan bizim burada yıkım yok. " dedi eşi, aceleyle kahvaltısını yaparken. Küçük bir veda öpücüğüyle o işine, çocuklar okullarına gitti. Yalnız kalınca "biraz uyumalıyım" diye düşünerek yatak odasına yöneldi, yeniden kendini yıkık kentte buldu. Bu sefer yıkıntıların altında ağlayan bir çocuğun yanındaydı. "Korkma bak ben yanındayım, şimdi seni bulacaklar" diyebildi. Ayağının üstündeki taştan acı içinde kıvranan çocuk tozlu yüzünü sol eliyle şöyle bir sildi, " çok şükür bulabildiniz beni, su verir misiniz? Çok susadım." dedi. Yine aynı ibrikten su verdi çocuğa, sarıldı biraz, sonra yaklaşan ayak sesleri duyuldu. Ama çok derinde olmalılardı ki seslenmelerine rağmen duyan olmadı. " şimdi ben onları çağırıp gelirim." diyerek çocuğu bıraktı , birden üç askerin yanında buldu kendini " çabuk şuradaki binanın sol tarafında bir çocuk var yaralı" diyebildi. Askerler hemen işaret ettiği yeri kazmaya başladılar, yarım saat kadar sonra çocuğun çıkarılışını gördü, rahatladığı an da yine evdeydi. Yatak odasının kapısına dayanmış buldu kendini. Şaşkın şaşkın bakındı, ne olduğunun pek farkında değildi. Sarhoş gibi hissetti kendini. Hızlıca yatağa yöneldi. Yorganı başını da örtecek şekilde üzerine çekti. Hemen uykuya daldı.
Deprem kıyamet günü gibi inmişti Gölcük’ün üzerine. Cesetlere ulaşmak bile aralıksız çalışma gerektiriyordu. Hele canlı canlı yer altında kalanlar hepsi kurtarıldığında farklı hikayeler anlatıyordu. Tam bir ana baba günüydü. Ferda Hanım’da ulaşılamayan depremzedelerdendi. Ne kadar zamandır burada olduğu bilmiyordu. Büyük bir gürültü ve sarsıntıyla bölünen geceden her yeri toz toprak içinde. beton yığınlarının altında uyanmıştı. Saatlerce seslenmesine bağırmasına cevap veren yoktu. O da çaresiz dua etmeye başlamıştı. Yıllar kadar uzun gelen zaman içinde susuzluk iyice kendini belli etmeye başlamıştı. Her nefes alışında boğazına dolan toz, sanki boğuluyor gibi hissettiriyordu. " Allah’ım ne olur bir yudum su bari gönder ki bu imtihanında şeytana yenik düşmeyeyim, ölüm gelince şeytan su ile kandırır derlerdi büyüklerim, ne olur Allah’ım beni şeytana yenik düşürme, imanımla al" diye dua ediyordu ki yanında beliren güler yüzlü kadının ibriğinden damlayan suyu gördü. O an sorgulamak, kimsin nesin demek aklına bile gelmeden kana kana sudan içti. Tam rahatlayıp teşekkür edecekken kadın kayboldu. "Her halde serap görüyorum" diye düşünse de susuzluğunun giderilmiş olması ve elinde kalan maşrapa aksini söylüyordu. Kısa bir süre sonrada gelen jandarma erleri çıkardılar enkazdan. Kurtuluşuna sevineceğine gözleri etrafta o kadını aradı hep ama nafile yoktu. " Dualarıma Allah bir melek yolladı sanırım, çok şükür" diyebildi.
Kadın rüyasında yine deprem bölgesindeydi. Gah su dağıtıyor, gah kazı çalışmalarına yardım ediyor, ama bir yer altında bir yer üstünde oluyordu. Her seferinde yeraltında sıkışmış birilerine moral ve su veriyor sonra yukarıda ki çalışanları bulduğu kişilere yöneltiyordu. Kapının aralıksız çalan ziliyle uyandığında vakit akşam olmuştu bile. Eşi okuldan aldığı çocuklarla birlikte eve dönmüştü. Ama o hala uyur uyanık haldeydi. Durumunu pek de sorgulamıyordu. " Etkilendim, rüyama girdi herhalde" diye düşünse de vücudundaki ağrılar pek de uyumuş birinin hissedeceği cinsten değildi. Rutin akşam yemeği ve çay sohbeti hep deprem ve orada yaşanan dramlarla ilgiliydi. Televizyonu açtıklarında ilk dikkatini çeken, bir çocuğun kurtarılışı çekimiydi. " Allah Allah tıpkı rüyamdaki çocuk" diye söylendi kendi kendine. Eşi ; " ne oldu rüya mı gördün? "dediğinde olanları anlattı. Rüyamdaki çocuğa çok benzettim. İlginç, biraz sonra da gördüğüm kadını çıkarırlar İnşaallah" diye güldü. Tam o sırada enkazdan çıkarılan kadının " bana bir kadın su verdi, o nerede?" diye sorduğu duyuldu ekranda. Eşi de şaşkındı ama en çok kadın şaşırdı. " Çok etkilendim galiba, ameliyatın verdiği sarsıntı da var, belki televizyon açık kalmıştır da uyurken duyduklarımı rüya sanmışımdır." Dedi. Gerçi söylediği kendi beyni için bile çok mantıklı değildi . Eşi suskun kaldı. Karısının sabah gördüğü hali geldi gözünün önüne geldi ,hiç de normal değildi. "Yarın bu rüyaların geçmezse telefon et, bir doktora görünelim, psikolojin bozuldu galiba, hadi şimdi yatıp dinlenelim" diyerek kalktı , televizyonu kapattı, yatak odasına yürüdü. Tam ayağa kalkıyordu ki yine kendini deprem enkazının içinde buldu. Şimdi çığlıklar daha sessiz, dualar ve kalp sesleri daha derindi. yerin altı mahşer yeri gibiydi. O kadar çok dua ulaşıyordu ki, iki kaşının arası yarılacakmış gibi hissediyordu. Yine de her birine su vermeye , yerlerini kurtarma ekibine göstermeye devam etti.
Ona saatler gibi gelen süre evde an gibiydi. Karısının yatağa gelmediğini gören beyi geri döndüğünde yine onu hareketsiz otururken buldu. Elleri sıcacıktı ama sabit bakan gözleri bambaşka bir diyardayım diyordu sanki. Seslendi, sarstı bir türlü uyandıramıyordu. Panik içinde telefonunu çevirmeye başladığında balkondan kızının sesiyle dondu kaldı. Kızı annesiyle konuşuyordu. " Yok artık!" Diyebildi. Bir balkondan kızının elini tutmuş giren eşine bir de yanında, koltukta oturan eşine bakakaldı. Gülümseyerek gelen karısı usulca oturan bedenle birleşti, uykudan uyanan bir mahmurlukla, " ne o yatmadınız mı siz daha?" diye sordu. Kızı;
- Anne artık hep uçacak mısın? Çok güzeldin, bir gün beni de uçurur musun? Diye sorduğunda eşi hepten dili tutulmuş, gözlerini ovuşturuyordu.
Kızını gördüğünün bir rüya olduğuna ikna etmeye çalışarak , odasına götürüp yatırdıktan sonra eşinin yanına çöker gibi oturdu. Şimdi ikisinin konuşacağı çok şey vardı, ama cevaplar hep muaallak, hep faraziydi. Yaşananlar hakkında daha fazla yorum yapacak gücü bulamadan gidip yattılar.
Böylece geçen bir haftanın sonunda deprem bölgesi yaralarını sarmaya başladı. Artık enkazdan çıkarılanlar sadece cesetlerdi. Kadın da bu hafta boyunca hiç uyku görmemiş bedenini yatağa attığı anda baygın gibi uyudu. Uyandığında doktoruna gitti. Fazla detaya girmeden halüsünasyonlar gördüğünü ve açıklayamadığı olaylara dahil olduğunu anlattı. Bütün gün süren tahlil ve tetkikler, psikiyatrist ile olan görüşme çok yorsa da daha huzurlu eve döndü. Zira doktoru geçirdiği ameliyat nedeniyle hormon dengesinin bozulduğunu ve bu nedenle olayların içinde gibi hissettiğini söylemişti. İçten içe inanmasa da inanmak istediği, en azından elle tutulur mantıklı bir yorum gelmişti hayatına. Yolculuk sürüyor her gün daha az görüntü ve donmalarla zaman akıp gidiyordu.
İstirahati bitmiş işine dönmüştü. İş arkadaşları da farklı biri olduğunu söyleyip duruyorlardı. Zira eski konuşkanlığı, telaşı, panikleri hepsi yerini derin bir tebessüme bırakmıştı. Sanki yaşamıyor seyrediyordu. Sahnenin içinde bir oyuncu iken dışında bir seyirci pozisyonuna gelmişti. Son tahlillerde hormon dengesinin de düzeldiği belirlendiğinden beri daha rahattı. " Hormonal bir durumdu, hayal ile gerçekleri karıştırdım" diye düşünüyor, yine de ilk yeşil ışıklar içinde yaşadığı huzuru arıyordu. Pamuk şekeri ellere yeniden kavuşmak kalan hayatının hedefiydi. Kesin olan tek gerçek O’nu, pamuk elli yoldaşını çok özlediğiydi.
Daldığı evrak yığınının içinden başını kaldırdığında oda kapısında elinde ödeme belgesiyle dikilen Ferda Hanıma inanamaz gözlerle bakakaldı. " Eyvah yine bozuldu bizim denge" diyerek gözlerini ovuşturup tekrar baktığında elindeki evrağı atan kadının ;
- Buldum sizi, olamaz gerçekten varsınız, bu bir mucize!
Diyerek boynuna sarıldığını gördü. Ne yapacağını bilemiyor sadece sakinleştirmeye, susturmaya çalışıyordu.
- Tamam, lütfen kendinize gelin , birine benzettiniz herhalde.
Diyebildi. Ama Ferda Hanım sakinleşecek gibi değildi. Sadece sesinin tonunu düşürdü, daha sessizce ;
- Ben ne gördüğümü biliyorum, o sizdiniz. Bana ibrik ile su getirdiniz. Sonra yardım ekiplerini çağırdınız, dualarıma Allah sizi yolladı. Bu bir mucize, bu bir mucize!
Evet bu bazılarına göre bir mucizeydi. Ama ona göre ; Sadece otuz üç gün müslüman gibi yaşayan her insana verilecek bir hediye, Allah’ın ikramıydı.
Nurhayat Nalçacı
YORUMLAR
İnanın o kadar güzel anlatılmış ki,sanki bire bir yaşanmış bir olay gibi..GÖLCÜK DEPREMİ hakkında kitaplar dolusu yazılacak o kadar dramatik acı dolu anılarımız,varki..Ciltler dolar..
O günün kabusunu hatırladıkça sinirlerim alt üst oluyor..
Yataktan ayağa kalkmaya vaktimiz olmadı..Ölüm bedenlerimizde iliklerimize kadar girdi ve çıktı...HEPSİ 45 SANİYE..
Sanki bir yıl gibiydi..Hayal etme yeteneğiniz,düşünme kapasiteniz..Tepki vermeniz imkansızlaşıyor..
ALLAH öyle felaketleri hiç bir canlıya yaşatmasın..
O gece bir başka geceydi..Hiç unutmuyor depremin şokunu atlattıkan sonra 200 metre ilerde yıkılan bir siteye gittim,binanın yarısı çökmüş yarısı artçı depremlerle sallanıp duruyor..
İçerden imdat sesleri geliyor...Bugün olsa onlarını birisini yapamam sanırım..
İçeriye girdim enkazın altına..Baktım bir erkek kriş bacağına çökmüş,çıkması mümkün değil...Çırılçıplak vaziyette yatıyor..Ağbim üzerimde bir şey yok dedi..Gözlerim doldu..Ne kadar uğraştımsa kurtaramadım..
Dışarıdan yardım almak için çıktım,kardeşleri dışarda,bina bir yandan sallanıyor..Kardeşleri cesaret edip
içeriye giremediler,tekrar girdim mümkünatı yok..Bıraktım orada..Sabah 7 de gittiğimde ölmüştü..
Evladın babasına yardım etmediği gün işte bu mahşeri gündür..Biz bunları yaşadık..
Rabbim yarın huzuru mahşerde ne yapacağız acaba..?
Kimi talan yaptı,kimisi elinde ki son lokmayı paylaştı..Bunu anlatmak istemiyorum birgün görüşmek kısmet olursa özel anlatırım size.
Yüreğine kalemine sağlık değerli ŞAİREM..
Selam saygılar yolluyorum
17 AĞUSDOST 1999
Onyedi ağusdost koptu kıyamet
Ocakları yıktı büyük felaket
Memleketi sardı ah ile feryat
Kahrolası deprem yok etti bizi
Mahşeri andırır yollar sokaklar
Nice yuva,söndü battı ocaklar
Anne,baba yavruların sayıklar
Kahrolası deprem yok etti bizi
Acılarım büyük,derdim dağ gibi
Serdim Canlarımı selvi dal gibi
Dostlarımda bakar sanki el gibi
Kahrolası deprem yok etti bizi..
Analar ağlıyor yanar yürekler
Yetim kaldı kundaktaki bebekler
Gökte saf saf oldu sanki melekler
Kahrolası deprem yok etti bizi...
Durak YİĞİT derki kanıyor yaram,
Yarab yaralarım nasıl saracam..?
Bu acılara can nasıl dayanam..?
Kahrolası deprem yok etti bizi...
Durak YİĞİT
GönüllerinŞairi
KOCAELİ
nurhayat nalçacı
öncelikle yazının çoğu yerinde tüylerimin diken diken olduğunu itiraf etmeliyim. anlatım bozukluğu olmadan veya konudan kopmadan çok güzel yazılmış. bütünün içinde iğreti duran bir bölüm de görmedim. bilmiyorum kendimi kaptırdığımdanmıdır? ama sonuç itibariyle çok güzeldi. verilmek istenen mesaj da kasmadan kolaylıkla verilmiş.
elinize sağlık diyorum, etkileyiciydi.