- 555 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
O:Ç:Osmanov(Ölüm Uykusu)
Ağustos/1986-Sevindik Köyü
ÖLÜM UYKUSU
Babalar, koşup öküzleri kovalayan kurtların peşlerinden gitti ama o da gitmeliydi. Fırlayıp yattığı yerden kalkıyor. Kalktığı gibi de gözleri kamaşıyor. Vakit gece değil, güpegündüz. Gözlerini yumup ovuşturuyor. Sonra tekrar açıyor. Vakit gece değil, güpegündüz. Ayılmaya, açılmaya uğraşırken aval aval bakınıyor. Burası yedi numaralı sınır taşı yanı değil. Orman içi değil. Yüksekçe bir yer ve kızılcık kümesi altında gölgelik bir yer. O sırada serin bir yel ince ince yüzünü yalıyor. Bakıyor; önü kumsal ve deniz. Günlük güneşlik sıcak bir hava, yağmur da yağmıyor. Her yer pırıl pırıl…
Kendine gelmeye çalışıyor ama içinin titremesi dinmek bilmiyor. “Öküzler…” diyor içinden. “Öküzlere kurt saldırdı…” İçi titrerken koşmaya başlıyor. Tepe yerden yılmalanıyor, küçük gölle deniz arasındaki yoldan geçip karşı tepeye tırmanıyor. Harmanlık yanından geçip bağlar yoluna giriyor. Koşarken yol tozuyor. Yol boyunca birbirlerine sarılıp uzamış böğürtlen kümeleri hep toz içinde. Üzümler hep olmuş; sarı, siyah, kırmızı üzümlü salkımları asma çubukları zor tartıyor. Bağ içleri meyve ağacıyla dolu; dutlar, elmalar, armutlar, ayvalar, bardak erikleri, cevizler, ayvalar…
Sepetler ellerinde üzüm toplayan kadınlar, kızlar görüyor. O, hep koşuyor. Arada soluklanıp gene koşuyor.
Bağları geçince dede bayırına varıyor. Tepeden Beylik Çayırı görünüyor. Otlar hep kurumuş ama çayır yemyeşil. Bakıyor; bir sürü hayvan, yayılmış, yeşil çayırda otluyorlar. O zaman içi biraz rahatlıyor. Azıcık oturup dinleniyor. Koşarken çok yorulmuş. Dinlenirken düşünüyor. Uyurken gördükleri film şeridi gibi gözleri önünden geçiyor. Ne rüyaymış, diyor içinden. Kâbus gibi…
Çayırda bir sürü hayvan var ama acaba kendi öküzleri orada mı? Ayrılıp gittilerse! Zilli öküze hiç güvenmiyor çünkü. Ayrılıp tek başına gittiyse de tek savunmasız öküzün peşine bozkurt düştüyse!
Kalkıp gene koşmaya başlıyor. Dede Bayırından inip Beylik Çayırına vardığında iki öküzün de orada olduğunu görünce iyice rahatlıyor. Rüyaların tersi çıkarmış, diyor içinden. Öküzler arasından geçip çayır içindeki ulu kavağın yanına gidiyor. Eğilip dibindeki kaynaktan su içiyor. Elini, yüzünü yıkadıktan sonra ağacının kalın gövdesine sırtını verip oturuyor.
Ağacın dalları çok geniş ve çok yüksek; yel vurdukça yaprakları titreşip hem parıldıyor, hem de rahatlatıcı, hoş sesler çıkarıyordu. Otururken düşünüyordu. Düşünürken geriye dönüp hep rüyanın içine gidiyordu.
“Ne rüya ama! Kâbus gibi bir rüya…”
Sabah götürüp öküzlerini saldığında hayvanları oradaydı ama arkadaşları yoktu. Oysa her sabah bekliyor olurlardı. Denize mi, dereye mi, köye mi; her nereye gideceklerse orada buluşup birlikte gidiyorlardı. Arkadaşlarını bulamayınca dönüp köye gelmişti. Aramıştı ama köyde yoktular. Sonra kumsala gitmişti. Orada yoktular. Limandaki balıkçı barınakları tarafına bakınmış; bulamamıştı. Dereye balık tutmaya gitmişlerdir, diye düşünmüştü ama orası çok uzak, diye üşenmişti. Anası bahçedeydi. Bahçede olmuş nohutları yolma işi vardı. “Öküzleri salmaya bırakınca gelip yardım et.” demişti ama canı çalışmak istemediği için onun yanına da gitmemişti. Sonra tepedeki tek ağaca sırtını verip seyre koyulmuştu.
Dalgasız Karadeniz çarşaf gibiydi bugün. Martılar boyuna uçuşuyor, boyuna çığrışıyorlardı. Hemen karşı tepenin üstünde Rezovo isimli Bulgar köyü vardı. Köyün denize bakan tarafı taşlık ve yarlıktı. İki adım uzaklıktaydı ama o köye hiç gitmemişti. Acaba Bulgar köyü nasıl olur, diye çok merak ediyordu. Karşıdan bakıldığında kendi köylerine göre daha bakımlı, daha güzelmiş gibi görünüyordu. Bulgar insanları nasıl giyiniyor, çocuklar ne biçim oyunlar oynuyor diye merak ediyordu. Dürbünü olsa seyredecekti ama yoktu.
Açıklarda, suya bir dalıp bir çıkan nesneler görüyordu. Biliyordu; onlar yunus balıklarıydı ama dürbünü olmadığı için onları da seyredemiyordu. Çok daha açıklarda nokta gibi görülen balıkçı tekneleri vardı. Balıkçı olmayı çok istiyordu ama babası onu okutacakmış. Sabah erkenden kalkıp atına binmiş; ver elini İğneada demişti. Oradan vilayete gidip İsa öğretmenle buluşacaklar; hem okula, hem de yurda kaydını yaptıracaklardı.
“Olsun, okumak en iyisi.” diyordu. “Balıkçı olup da ne olacak? Balıkçılıktan kaç kişi adam oldu? Cana kıyanın iki yakası bir araya gelir mi? Oduncu olup da ne olacak; odunculuktan kaç kişi adam oldu? Yaş kesen baş kesmiş olmaz mı? Köyde kalsa ne olacak; azıcık tarla kimi adam etti? Herkes fakir, fukara; en iyisi gidip okumak…”
Böyle dört bir yanı seyreylerken, hem de düşler içinde gezinirken nasıl olduysa bilmiyor; oracıkta uyuya kalmıştı…
Öküzler çayırdaydı. Babası vilayette, anası bahçedeydi. Arkadaşları yoktu; hangi cehenneme gitmişlerse!
Ceylan geldi aklına. Gördüğü bu rüya, ne berbat bir rüyaydı. Rüyaların tersi çıkarmış; öyle bir kaide mi var? Bunun bilimsel bir yanı var mı? Yok. Çünkü rüyaların ne olduğunu, ne olmadığını bilen hiç kimse yok. Kimine göre şuuraltının uykuya yansımasıymış. Var mı kanıtı? Yok. Kendi şuuraltında böyle düşünceler yoktu ki! Tamam, bazı yaşanmışlıklar vardı geçmişte. Bazıları yaşanmıştır diye rüyalarda görülenler gelecekte yaşanacak olan şeyler olabilir mi? Var mı böyle bir şey? Yok. “Bir ruh, birçok beden,” diyenler vardı bir de. İslam âlimleri de, “Allah önce ruhları, sonra bedenleri yarattı” diyorlardı. Nerden biliyorlarsa! Eğer ki öyle ise ruh-beden ilişkisi doğru olamaz mı? Beden ölünce toprağa gömülüyor. Kimileri yakıyormuş, olsun. Peki, beden toprak oluyor da ruha ne oluyor? “Artık işim bitti,” deyip göğün yedi kat üstüne mi gidiyor?
Her gün binlerce yeni bebek doğuyor. Bu da binlerce beden demektir. Allah, her gün binlerce ruh mu yaratıyor? Neden uğraşsın ki? Belki de bedeni ölmüş bir ruhu bu yeni bedene üfürüyor. Olamaz mı? Eğer öyle ise bu ruh, eski bedeninde yaşarken görüp geçirdiklerini hatırlıyor olamaz mı? Üüf, çok karışık!
Rüyasındaki kurtlar gerçekteki öküzlere saldırmamıştı ama sakın ola ceylana saldırmış olmasınlar! Yozu bulup ceylanı görmeliydi. Hem özlemişti de. Kalkıp bir yöne doğru yürümeye başladı. Nereye gideceğini, nerede arayacağını bilmiyordu. Yürüye yürüye ayakları onu kırkayalık düzüne götürdü. At sürüsü oradaydı; şaşırıp kaldı. Sanki nerde olduklarını biliyormuş gibi dosdoğru oraya gitmişti. Adına his dedikleri altıncı duyu bu muydu acaba? Buna inanıyordu bak. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama oluyordu işte. Böyle tesadüfler yaşadığı çok olmuştu.
Mesela, yaz günlerinde çapa kazmaya, orak biçmeye veya öküz gütmeye gittiklerinde sabahtan akşama kadar kırlarda kalıyorlardı. O zaman yavuklusu Ayşe Nur’u çok özlüyordu. Ona sevda diyordu. Özlemek sevda çekmektir, diyordu. Sevda çekmek zordu. Çok zor. Onu görmeden duramıyordu. Akşam bir olsa da bir görsem, diye yanıp tutuşuyordu. Hemen köy içine inecek, cami duvarı dibine dikilecek; Ayşe Nur suya giderken oradan geçecek, o da görecek.
Ayşe Nur da seviyordu onu. Nerden mi biliyordu? Öyle hissediyordu. Hani his denilen bir şey vardı ya. Yüz yüze gelip hiç konuşmamışlar, isteşmekten hiç konu açmamışlardı ama her gördüğünde yüzüne bakıp gülümsüyordu da ondan biliyordu.
Bazen kır işinden geç dönüyorlardı. Döndüklerinde karanlık basmış oluyordu. O zaman “göremeyeceğim” diye çok üzülüyordu. “Bu gece gözümü uyku tutmaz,” diyordu.
Bir gün gene öyle olmuştu. Çapadan geç gelmişlerdi. Akşamı zor etmişti ama Ayşe Nur suyunu alıp gitmiştir, şimdi gitsem karanlıkta kimi göreceğim diye üzülüyordu. Öyle de özlemişti ki, burnunda tütüyordu. Anası, eline iki termos verip; “Haydi Osman’ım, git de su alıver. Çok yoruldum, yerimden kalkacak halim yok.” demişti. O da fırlayıp gitmişti. Gidince ne görsün; karanlık olmuştu ama Ayşe Nur çeşmedeydi…
Kır kayalık düzü mis gibi ada çayı kokuyordu. Ondan mıdır ne; çok da çekirge vardı. Yürürken yüzlercesi sıçrayıp duruyorlardı. Çok da karasinek vardı. Onlar da vızıldayıp uçuşuyorlardı. Gürgen kümesinin dibine dikilip ıslık öttürdü. Taya seslenirken ıslığını beygir kişnemesi gibi çıkarıyordu. Hem çakal kısrak, hem de tayı bu sesi tanıyorlardı. Islığını beygir kişnemesi gibi öttürünce kır kayalıkta otlayan bütün atlar başlarını kaldırıp kulaklarını dikerek sese doğru baktılar. Peşi peşine iki kere daha öttürdü. Ceylan tay, gelenin kim olduğunu hemen tanımıştı. O da kişnedi, sonra dörtnala koşmaya başladı. Buluşunca sarmaş dolaş oldular. Ceylan da Osman’ı özlemişe benziyordu.
Bir süre öpüşüp koklaşarak seviştiler. Sonra sıçrayıp tayın üstüne bindi; “deh,” dedi ona. Tay, koşmaya başladı. Tay koşuyordu ama nereye gittiğini bilmiyordu. Yelelerine sıkıca tutunup birlikte koştular. Gide gide gittiler; bir de baktı ki, bahçelikler yanına gelmişler. Bahçede yolunmuş tepe tepe nohutlar vardı. Anası Asiye de oradaydı, onu görünce gözleri güldü. Tayı ceylan ile buluştuğu için zaten sevinçliydi. Ne oluyorsa bilmiyordu ama sevincinden içi içine sığmıyordu. Sevine sevine anasının yanına gitti. Kendisini gördüğüne sevinmiş gibi anasının gözleri de gülümsüyordu.
Osman:
“Ceylanı buldum.” dedi.
Anası:
“İyi de sürüden ayırıp neden buraya getirdin?” dedi.
Osman:
“Ben getirmedim ki, o kendisi geldi.”
“Özlem giderin biraz madem. Sonra gene götürürsün.”
Osman:
“Babam yok mu?” dedi.
“Baban vilayete gitti ya…”
Osman:
“Ha, sahi ya!” dedi. “Unutmuşum. Gelmiş midir acaba?”
“Gelmemiştir. Gelse evde durmaz, buraya gelirdi.”
Osman:
“Okula yazdırmış mıdır?”
“Yazdırmıştır.”
Osman:
“Yurda da yazdırmış mıdır?”
“Yazdırmıştır elbet. Nerde yatıp kalkacaksın?”
Birkaç laf edince aklına yeni bir şey gelmiş gibi hemen de çekildi. Tay, kızılağaçların yanındaki çimenlikte otluyordu; fırlayıp üstüne atladı.
Anası sesleniyordu arkasından; “Nereye gene? Yeni geldin di… Karnın aç değil miydi?”
Sol eliyle tayın yelesine sıkıca tutundu, sağ eliyle kıçına vurup “Deh,” derken; “Eve, eve…” diyordu. “Biz görüştük, babam geldiyse anasıyla da görüşsün.”
Dörtnala gitti.
Eve geldiğinde sevinci ikiye katlandı. Kızıl kısrak avludaydı. Demek ki babası vilayete gidip gelmiş. Kızıl kısrak onları görünce kişnedi. Tay da kişnedi. Gene fırlayıp yere indi, avlu kapısını açtı, “Hadi gir,” dedi “ananın yanına. Hasret giderin.”
Tay, doğru anasının yanına gitti. Zaten anası da kapı yanına kadar gelmişti.
Avlu kapısını kapayınca doğru eve gitti. Ama kapı kilitliydi. “Allah Allah!” dedi içinden. Babası gelmiş ama evde değil. Elini kaldırıp saçak altındaki kirişe uzandı; anahtar saklı yerinde duruyordu. “Allah Allah!” dedi. Gene de kapıyı açıp içeri girdi. Telaşla bütün odaları gezip göz attı. Hem, “Baba,” diye de seslendi. Babası evde değildi.
Kapıdan çıkıp koşarak gitti. Aynı bahçe içindeki iki katlı taş evin önünde durdu. “Yenge, amca,” diye seslendi. Babaannesi çıktı sese. Kapıya dikilip; “Ne bağırıp duruyon Osman?” dedi ona. “Nedir bu telaşın?”
“Babamı gördün mü?”
“Görmedim. Nabacağdın bubanı?”
“Gelmiş ama evde yok…”
“Nerden gelmiş buban? Nereyi gittiydi ki?”
“At, avluda ama o yok…”
“At neden avluda? Götürüp çakmamış mı?”
Belki kahvededir, diye geçirdi içinden. Koşup köy içine gitti. Kahvelerde birkaç aylak kişi vardı ama içlerinde babasını göremedi. Gördünüz mü, diye kimseye de soramadı. Belki köy içine gelirken babası da çay içtikten sonra kalkıp öteki yoldan eve gitmiştir. Ata binip bahçeye gidecektir ama avludaki ceylanı görünce şaşırıp gözleri fal taşı gibi açılırken; “Bunun ne işi var burada?” diyecektir.
Koşup gene eve gitti. At da tay da avludaydı ama görünürlerde babası yoktu. “Allah Allah!” dedi.
İçini sıkıntılar sarmaya başlamıştı. Babaanneden hayır yok. Amcasının karısı Sebile yenge de yok. Hemen dönüp bahçeye gitmeliydi. Belki yürüyerek gitmiştir. Gitmediyse bile vaziyeti annesine söylemeliydi.
Avlı kapısını açtı; “Gel,” dedi, taya. Tay, gözlerini ağartıp gözlerine baktı. Gelmek istemiyor gibi bir hali vardı. “Naz etme,” dedi ona. “babam yok. İçimi de sıkıntılar bastı…”
Tayı dışarı çıkarıp kapıyı kapayınca fırlayıp gene üstüne atladı. Ayaklarıyla karnına vurup; “Deh!” dedi ama Tay, bahçelik tarafına değil de ıhlamur ağacının yanına gitti. Bir de baksa arabanın tahtaları üstünde birisi yatıyor; babasıydı o. Yeniden sevindi. “Buradaymış,” dedi içinden. “Uyumuş...” Buradaymış, dedi ama bu duruma biraz şaşırdı. Babası gündüz uyumazdı ki onun. Hem de karısı bahçede tek başına çalışırken hiç uyumaz. “Garip…” dedi. “Ne oldu acaba?”
Taydan inip yanına gitti. Soluksuz uyuyordu. At kişnemiş, duymamıştı. Tay kişnemiş, duymamıştı. Avludan eve, evden amcasının evine koşuştururken duymamıştı. Yanına geldi, gene duymuyor. Oysa uykusu bu kadar ağır değildi onun. Köpek, hav dese fırlayıp kalkıyor, hemen gidip ne oldu diye bakıyordu. Çok garip!
“Baba,” diye usulca seslendi. Babası duymadı. Sonra bir kez daha seslendi; gene duymadı. Elini uzatıp usulca kolundan dürttü. Kıpırdamadı. Nabzı artıyor, vücudunu ateşler basıyordu. Gene usulca alnına dokundu. Hayret edilecek kadar soğuktu. Telaşlandı. Aklına getirmek bile istemiyordu ama gelmişti işte; “ölmüş olmasın sakın!” Kulağını göğsüne dayayıp dinledi. Nefes almıyordu. Bir kere daha dinledi. Kalbi atmıyordu…
Tayı da atı da unutup bahçeliklere doğru koşmaya başladı. Hem de avazı çıktığı kadar bağırıyordu; “babam ölmüş, babam ölmüş…”
SON
Tevfik Tekmen Aralık/2014/Lüleburgaz
Not:
Romanın tamamını okumak isteyenler LaTekmen rumuzlu blogumu ziyaret edebilir.
Sevgilerimle...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.