- 1039 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
399 - NİŞANLILIK
Onur BİLGE
Asistanla öğrencinin muhabbeti yılan hikâyesine döndü. Derken dersi biten diğer öğretim görevlileri de aşağıya geldi. Onlardan bir bayan ve bir erkek, olayı yukarıdan seyretmiş ya da birilerinden duymuş, gözü yaşlı kızcağızın korunması ve teskin edilmesi gerektiğine karar vermiş olmalılar ki önce Hasan’ın masasına yöneldiler. İkisinin de suratları beş karıştı. Erkek asistan, kaşlarını çatarak:
“Az önce burada yapmış olduğun hareket affedilir gibi değil! Ben otuz dört yaşındayım. Burası okul… Eğitim yuvası… Neden geliyorsunuz buraya? İnsan ilişkilerini bilmedikten sonra iktisat ticaret bilseniz neye yarar!” diye çıkıştı.
Hasan, ne yapacağını ne diyeceğini şaşırmış bir vaziyette yutkundu, alnındaki teri elinin tersiyle silerek kem küm etmeye başladı. Paniklemiş bir haldeydi. Onlarsa o sözleri hiç duymamış gibiydiler. Çünkü onun geveledikleri yeterli bir savunma değildi. Zaten hiçbir savunma, beraat etmesi için yeterli değildi. Bayan olanı:
“Rica ederim, bu olayı burada kapatalım! Sakin olmaya çalış! O zaman da bu haldeydin, şimdi de… Derdin ne bilmiyorum ama çok asabi bir yapın var. Sinirlerine hâkim olmayı öğren biraz! Adın neydi senin?”
“Hasan… Çok pişmanım! Hiç yaptığım bir şey değildi! Öfkeme yenildim! Burada böyle bir olaya mahal vermemeliydim. Çok özür dilerim.”
“Ne burada ne de başka bir yerde… Bu yaptığının hiçbir mazereti olamaz! Boşuna çabalıyorsun!”
Hukuk asistanı kendisini tutamadı, sanki o dersi görmemiş, neyin nasıl olması gerektiğini bilmiyormuşuz gibi tekrar anlatmaya başladı:
“Aranızda ne varsa konuşarak halledebilirsiniz. İki medeni insan, evlenme niyetiyle bir araya gelir. Buna nişanlanma denir. Senin ondan, onun senden beklentileriniz vardır. Bunları, beraberliğin başında konuşursunuz. Birbirinizin kurallarına uyabilecekseniz devam eder, uyamayacağınızı anlarsanız ayrılırsınız. Senin ona hükmetmeye hakkın yok! O, özgür bir birey ve nişanlılık kölelik değildir.” dedikten sonra olayın kritiğini yapmaya koyuldu: “Siz daha evlenmeden saç saça baş başa kavga ederseniz, üstelik umuma açık bir yerde… Yarın evlenince, tüm insanlara kapınızı kapattığınız anda evinizde cinayet işleyebilirsiniz!”
“Ben çalışan bir insanım…”
Onun da söz kesme âdeti vardı galiba. Belki de olay çok sinirlendirdiği için böyle yapıyordu. Konuşmasına fırsat vermedi. Aynı öfkeyle:
“Tamam da… Hepimiz çalışıyoruz. Bunun acısını birbirimizden mi çıkarmamız lazım! Herkes çalışıyor, kendine çalışıyor! Bir de savunmaya geçiyorsun! Hiç utanmıyor musun? Karşındaki savunmasız bir kızcağız… Sense onu koruma pozisyonunda olmalısın! Oysa ne yapıyorsun? Koruyup gözeteceğine hakaret edip dövüyorsun! Hem de umuma açık bir yerde… Bunca arkadaşının önünde, öğretim görevlilerinin huzurunda… Bunun mazereti, affı mümkün mü!.. Onun için sus!.. Sus ve benin sabrımı daha fazla zorlama!..” dedi, sağ elini masaya şiddetle vurarak. Sonra da bir şey demeden oradan uzaklaştı, kızın masasına yöneldi.
Serap yalnız değildi. Arkadaşları etrafını sarmış, başından beri onu teselli etmeye çalışıyor, sakinleşmesi için ne gerekiyorsa yapıyorlardı. Hepsinin kaşları çatık, suratları asıktı. Onlar gelirken sandalyelerini dışa doğru çekerek yer açtılar. Bayan asistan:
“Ne oldu sana?! Ağlama! Haksızlığa uğradın. Yazıklar olsun ona!” der demez sanki bu sözleri bekliyormuş gibi ağlaması yavaşlamış olan kızcağız tekrar hıçkırmaya başladı.
O masa bize daha yakındı. Konuşulanlar kesintili işitilmiyor, boş kalan yerleri doldurmayı gerektirmiyordu. Diğerleri gibi bağırmıyorlardı ama yine yüksek sesle hararetli hararetli konuşuyorlardı.
“Canıma yetti artık! Arkadaşlar engellemeseydi bilmiyorum nerede ve ne halde olurdum! Ne yaptığımı yapacağımı bilmez haldeydim! Bunu herkesin gözünün önünde yapıyor. Her şeyi yapıyor ediyor, bir de: “Kendimi öldüreceğim!..” diye fırlıyor! Bunun yüzünden babam ölümden döndü!” dedi, arkadaşımız. Sağ elinin dışıyla gözlerini siliyor, saçlarıyla yüzünü gölgelemeye çalışıyor, utancından başını kaldıramıyordu. Yanakları pancar gibiydi. Sağanakla başa çıkamayınca çantasından kâğıt mendil paketini çıkarıp, içinden bir tane daha aldı ve önce yanaklarından hızla akan yaşları, sonra da öne eğilerek burnunu sildi.
“O, sana… Şimdi bu kadar insanın içinde, bu ortamda bu şekilde davranırsa…” dedi, erkek asistan. Bayansa:
“Daha önce bu kız bana geldi, onu şikâyet etti ama o zaman bir şey yapamadım. Her şeyin bir yeri ve zamanı var…” dedi, ona. Diğeri: "İyi bir şey ettin!.." dercesine ters ters baktı ve kaldığı yerden devam etti:
“Beni iyi dinle! Şu anda, gençliğinin tesiriyle katlanabilirsin. Yaşın ilerleyince bütün bunlara katlanabilecek misin? Şimdi sana bunu yapan insan, yarın neler yapmaz!..” Bayan öğretmen kendisini tutamadı:
“Kim oluyor o! Anan değil baban değil! Geri zekâlı!” dedikten sonra kararını açıkladı: “Bu, bu şekilde devam edemez!..”
Kızcağız, arkadaşlarının yanında rezil rüsva olmuş vaziyetteydi. İki öğretmenin arasında, kızarmış yüzü, al al yanan yanaklarıyla acınası haldeydi. Ağlamaktan şişmiş, kan çanağına dönmüş gözleri, silinmekten soyulmak üzere olan burnuyla sus pus oturmaktaydı. O ikisi mütemadiyen konuşuyor, onu yönlendirmeye çalışıyorlardı.
Bir erkek arkadaş daha geldi. Elinde az önce çiseleyen yağmurda kalmış bir iskemle vardı. Yavaşça yaklaştı, aynı masaya fakat biraz uzağa, ıslaklığına aldırmadan oturdu ve bir şey önerdi:
“Benim tanıdığım başka bir çocuk var. Onunla arkadaşlık et! Hem onunla hayatın daha renkli geçer. Güçlü kuvvetlidir. Seni bundan korur. Yanınıza bile yaklaşamaz! Sen ne bekliyorsun ki bu pısırıktan? Onun, sadece zayıflara gücü yeter! Bir de bize yapsa ya!..”
“Ne pısırığı! Baksana nasıl efelik etti!..” dedi, biri.
“Böyleleri, elin içinde kabarırlar. Güçsüz kadınlara kızlara bağırarak, vurarak etraftakilere kendilerini göstermeye kalkarlar. Doğru olmayan bir şey gördüğüm zaman müdahale etmeden duramıyorum. Haksızlığa dayanamıyorum! Kaç kere dedim ona: “Bak, bu kızcağızı üzme! Senin yüzünden ders de çalışamıyor. Eziyet etme!” diye. Yok, kıskanıyormuş! Ne hakkın var senin! Beşiğine mi kalktın! Daha ortada nikâh mikâh yokken böyle… Yarın ne olacak?”
“Hadi başka yerde olsa neyse… Belki katlanılabilir ama burada böyle yapması… Bu kadar kişinin önünde…”
Hukukçunun iyice tepesi atmış olmalı ki olanca hiddetiyle feveran etti:
“Başka yerde de katlanılamaz! Ne demek katlanmak? Nişanlılık dönemi katlanma dönemi değil, karar verme dönemidir. Bugün katlanabiliyorsun, yarın iki çocuğun olduğunda ne olacak? Yine katlanabilecek misin? Onlara da zarar verir bu!.. Aklını başına topla! Yarın, oturup konuşacaksınız! Aranızda halledeceksiniz! Şimdi ben, birinin benim kızıma böyle yaptığımı düşünüyorum da… Ne yapardım, biliyor musun? Bursa’yı başına yıkardım!..”
Artık konuşulanları anlayamaz oldum. Kendimi dinlemeye başladım.
Aşk, bunca gerginlik arasında yaşayabilir miydi? Eselebilir, boy atabilir, gümrahlayabilir miydi? Bence aşk, her şeyden önce sükunet isterdi. Romantizm de öyle… Bunlar slow yaşanırdı. Loş ışık, hafif müzik, dinginlik...
İçime yöneldim, bir tanem vardı. Onunla beraber tüm güzellikler… Erişilmesi zor hisler, rüya gibi düşünceler… Neşe, huzur, mutluluk… Sarhoş eden duygular…
O demek, her şey demekti. Onunla olmak hayale sığmazdı, hayalinin ihtişamı tarife…
Yürüyüşü, duruşu... Tam yürekten vuruşu... Saçları, gözleri, elleri... Başımda kavak yelleri...
Hep korkmakta olduğum bir şey vardı. Konuşmak… Yani konuşma halinde ondan bu şahane beraberliği gölgeleyecek en küçük bir kötü söz işitmek… Onun için hep böyle kalsın istiyordum cennet bahçem. Ona zerre kadar leke gelmesin!
O kadar yüksek duygulardı ki aramızdaki! Aşkımızı oluşturan kristal parçaları o kadar kırılgandı ki! Nasıl isterim, yerle bir oluvermesini!? Pisa Kulesi gibi eğilmesine dahi katlanamam! Ne bir kuş kanadı değsin ne küçük bir esinti… Öyle kalsın, öylece... Başı bulutlarda… Öyle zarif, öyle hoş, öylesine görkemli… Çünkü aşk, her şeyden ama her şeyden önemli!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 399
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.