- 527 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
GULENİN OĞLU YILMAZ PÜTÜN
“Üç gündür rahatsızım. Baharla birlikte hava değişiminin etki olacak. Babama benziyorum yaşlandıkça. Bazen onun gibi öksürüyorum. Hastalanınca çocuğu andırırdı nazlarıyla. Sırtına şişe çektirir, anamı, analığımı, bacımı başına toplar acıklı acıklı ölümden bahseder, durumunu önemsememiz için elinden geleni yapardı. Bütün gece de gereğinden fazla inler, bacımla beni bağrına basar, ağlardı. Şimdi düşünüyorum da onu ağlatan duygunun sadece hastalığı olmadığını, özünde yılların biriktirdiği çaresizlik, bir takım gizli kalmış acılar olduğunu anlıyorum. Benim zavallı anam, zavallı babam ve zavallı bacım” Onları bir bir aklımın derinliklerine kazıyorum.”
Yılmaz Güney, bu satırları 1970’li yıllarda hapishanedeyken yazıyor not defterine... Güney’in annesi kırmanci konuşulan Muş yöresindeki bir aşiretten geliyor; Muş’un Darabi Köyü, Cibran aşiretinden. Göç nedeni Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında Rus ordularının Kafkaslardan yaptığı istiladır. Ruslar’ın 1916 Ocak ve Şubat aylarında Muş yöresini de işgal edecek Bingöl yakınlarındaki “Kevir-i Gavan” yani Çoban Taşı geçidine kadar gelmeleri üzerine, Batıya doğru on binlerin yaptığı göç içerisinde, önce Diyarbakır’a sonraları ise Adana’nın Yenice ilçesine kadar gelmişlerdir. Göç büyük bir yoksulluk, binlerce ölüm ve toplumsal yaşamın parçalanması anlamına gelmiştir. Soğuk ve açlığın kırıcılığında yüz binlerin göçü...
“Bizimkiler; Rusların geldiğini haber alınca, aceleyle köyü terk ediyorlar. Kadınları, çocuk ve yaşlıları atlara bindiriyorlar. Erkekler yaya... Annem o zaman çocuk. Ninem Hezal, onu atın terkisine alıyor. Ninem çok yiğit, namlı bir kadınmış. Gerektiğinde eline tüfek alır, erkeklerin yanında çarpışırmış.
Bizimkiler, hazırlanıp köyü terk edene kadar Ruslar kapıya dayanıyor. Bunun üzerine erkekler, mevzilenip ellerindeki mavzer ne varsa onunla düşmanı oyalamaya çalışıyorlar.
O çarpışma sırasında bir şarapnel mermisi, annemle ninemin bindiği ata isabet ediyor. At düşüyor, paramparça oluyor. Annem de bacağından yaralanıyor.”
Gule, sürü sahibi zengin bir ailenin kızıyken, gündelik ekmeğini kovalayarak büyüdü. Genç kız oldu. Derken karşısına kısmeti çıktı. Gule’yi isteyen genç, Siverek’in Niğit köyünden Koço’ydu. Düğünleri öyle Varto’daki gibi olmadı. Koçlar, koyunlar kesilip şölenler düzenlenmedi. Gençler günlerce Govend tutmadı... Kenarda kalmış iki yoksulun düğünleri neyse, öyle oldu.
“Annemin ailesi genişti. Fakat Rus işgaliyle dağılmış, perişan olmuşlardı. Yıllarca sonra ancak toparlanabiliyorlar. Barınmak ve tutunmak için, koca aile savrulmuş, her biri ayrı yere düşmüştü. Annem, dayılarım ve halam Nigit köyüne tutunuyor. Annemin dayısı Hüsso, kız kardeşi Hezal ve yeğenlerini araya araya, izlerini süre süre yıllar sonra Siverek’e geliyor. İki dayım Celalettin ile Alattin’i ve anneannemi alıp memlekete dönüyor. Annem artık evli olduğu için babamla kalıyor. 1937 yılında, Dersim isyanının patlak verdiği sene ben doğuyorum. Daha sonra Koço’yla Gule ayrılıyorlar. Bir süre sonra, kıtlık başlayınca, karnımızı doyurmak için köyden çıktık. Günlerce yürüdükten sonra Adana’ya vardık. Yapabileceğimiz tek iş tarlada çalışmaktı. Yenice köyüne gittik. Orada ırgatlığa başladık.”
Gule, o arada Hamit Pütün’le tanışıp evlendi. Hamit Pütün, Koço’yla uzaktan akrabaydı. İkisi de Siverekliydi. Koço Nigit, Hamit Pütün’de Desman köyündendi. Köyleri birbirine bitişikti.
Koço, ayrılmadan sonra Siverek’e Nigit köyüne döndü. Gule Adana topraklarında kaldı. Yeni evliliğinin ikinci yılında, 1937’nin 1 Nisan’ında Gule ile Hamit’in ilk çocukları Yılmaz dünyaya geldi.
Yılmaz Güney’in babası köylülerin Hano ya da Hamit Çavuş dedikleri Hamit Pütün, Siverek’in Desman köyündendir. Bir dağ köyüdür burası, kayalık ve dağlık bir toprağı vardır.
Hamit çavuş daha çocukken, babası kan davasından, tarla beklerken öldürülür. Gencecik karısı dul kalır. Kürt geleneğinde, dul kalan gelinin aileyi terk edip bir yabancıyla evlenmesi, adı belli, tanınmış ailelerde az rastlanan bir olaydır. Gelin, aile içinde biriyle, hatta ölen kocanın kardeşiyle evlenmeye mahkumdur. Hamit Pütün’ün dul anasıda, bu gelenek uyarınca ölen kocasının amcasının oğluyla evlendirilir.
Fakat Hamit üvey babasını hiç sevmez. 6-7 yaşındayken evden kaçıp ninesinin yanına gider. 9 yaşındayken ninesi ölünce, ortada tek başına kalır. Üvey babasına olan nefreti yüzünden annesinin yanına gitmez. Halasına sığınır. Çok geçmeden halası da ölünce küçük Hamit yapayalnız kalır.Bakanı, ilgileneni, yemek yapanı olmadığı için açlık çeker. Bir gün çok acıkır. Fakat utancından, köyde kimseden yiyecek istemeyi gururuna yediremez. Çalmaya karar verir. Gece bir evin bacasından içeri girer Fakat karanlıkta ekmek ararken ev sahipleri uyanırlar. Onu yakalayıp bir güzelce döverler. Gururu kırılır, çok utanır. Kendi kabuğuna çekilir. İnsan içine çıkamaz. Üstünü başını bitler sarar.
12 yaşındayken Desman’dan ayrılır, yollara düşer. Günlerce yürür. Önüne çıkan köylerden ekmek alıp karnını doyurur. Nerede akşam olursa o köyde uyur. Ertesi gün yoluna devam eder. Ve günlerce süren bir yolculuktan sonra Adana’ya varır. İş ararken yolu Yenice köyüne düşer. Yenice iki, üç ailenin çiftliğidir. Köyün ağalarından Mehmet Yalçın Ağa ona kuzu çobancılığı verir. Böylece küçük Hamit bir barınağa, ve kendini doyuracak ekmeğe kavuşur. Geceleri ahırda yatmaktadır. O, neredeyse hayatının sonuna kadar sürecek biçimde, ağa ve çiftliğinin bir parçası haline gelir.
Yılmaz Güney’in babası esmer, zayıftı. Silaha düşkündü. Silahını yanından hiç ayırmazdı. Silahı gece uyurken bile yastığının altındaydı. Tuvalet evin dışında, bahçedeydi. Gece kalkıp tuvalete giderken, silahını alır, namluya mermi sürer öyle çıkardı. Bir tür babasından miras almış gibi, aslında yaşam koşullarının dayatması... yaşamak silahla bu kadar iç içe olursa bir süre sonra silah bir sevgi ve tutku nesnesi olur. Yaşamın getirip insanların eline verdiği bir tür fetiştir silaha düşkünlük.
Hamit Pütün hiçbir zaman ne bir karış toprağa, ne de oturabileceği bir eve sahip olabildi. Çalışarak kazandığı ile birikim yapmak bir yana, kazancı ailesinin geçimine bile yetmiyordu. Gule, toprak tarla neyse, en çok evsizliği yadırgıyordu. Evsiz köylü olurmuydu? Ama Çukurova’da oluyordu.
1939 yılında Yılmaz iki yaşındayken ailenin ikinci çocuğu Leyla dünyaya geldi. Köylüler birbirleriyle çok iyi anlaşan ve çok seven bu iki kadeşi bir çift güvercin olarak anıyorlardı:
“Beş altı yaşımdan itibaren çalışmaya başladım. Kendimi tanımaya başladığımda, ağa için çalışıyor, ailemin ekmeğine katkıda bulunuyordum.”
Yılmaz Güney, daha bebek çağda dünyadaki ikiliği, çelişkileri görmeye başladı. Dünyada, iki tür insan vardı: Zenginler ve yoksullar. Dilediğini yiyen, içen, giyen, kısacası hükmedip, yaşamdan tat alanlar ve boyun eğerek seyredenler... Zengin ve yoksul ilişkisi ve fakirin gözünden zenginlik bu yalın halinde Umut’ta verilir.
Güney okula başladığında, 12 km uzunluğundaki okul yolunu çarıkla ya da yalın ayak katediyordu. İnsan, yıllar sonrasının Umut filmindeki “zengin olunca her Bir şey güzel, yağmur kar bile” sözlerini hatırlatıyor, çünkü bu insanlar için böyle havalarda üşümemek bir hayaldir neredeyse. Çocuklarını okutmak da bir hayaldir; Hamit Pütün köylülerce hayalci olarak, ağa içinse anlamsız bir çaba içinde görülür, ama o okutmaya kararlıdır. “Ağa, babamı çağırıyor, diyor ki oğlunu okutup ne yapacaksın. Okuyup memur olsa da, okumasa da hizmet edecek değil mi? En iyisi, şimdiden okulu bırakıp işinin başına dönsün.”
Yoksulluk çemberini kırmak, biraz da huzuru bulmak ve kendi işinin sahibi olmak bu insanlmar için hayaldir, bir anlamda umutsuz bir umuttur. Baba bir kez daha umutlarını gerçekleştirmek için varını yoğunu seferber ediyor. Baba Hamit yoksulluk çemberini kırma çabasıyla girişimde bulunuyor.
Evdeci olarak, ağanın ev işlerini yapmaktan, odun kırmaktan, uşak gibi çalışmaktan bıkmıştı. Özgürlüğüne kavuşmak, kendi kendisinin efendisi olmak istiyordu. Kurtuluş umuduyla, Ceyhan’da Mercin köyünden bir tarla kiraladı. Pamuk ekti. Fakat ödediği kira da emeği de boşa gitti. Ürün alamadı. Kurtuluş umutları sönüverdi. Yenilgiden sonra, başı eğik biçimde, Yenice’ye dönmeyi içine sindüremedi. Adana’da ekmeğini aradı. Aile topluca Gule’nin kiraladığı barakada barındı. Hamit Pütün’ün barajda işçilik ve daha sonra da polis karakolunda gece bekçiliği bu döneme rastlıyor.
Babasının Sebiha adlı bir kadınla evlenmesiyle aile içi kavgalar yaşandı. Ve Gule iki çocuğla yaşamını yürüyerek gittikleri Adana’nın merkezinde bir kulübede sürdürmeye başladılar. Gule evlere hizmetçiliğe gitmeye başladı, büyük oğlu çalışmaya başladı.b Yılmaz’ın su, gazoz, çerez, gazete satıcılığı, bakkal ve kasap çıraklığı bu dönemde başladı. Bu dönemin hayallerinden biri okul öncesi ve dönüşü çalışmak değil oyun oynamaktır.
“Sınıfsal farklılığın ne olduğunu ilk zengin çocuklarıyla oynarken fark etmiştim. Annem, yazın babamla birlikte tarlalarda ırgatlık eder, kışınsa şehirde hizmetçilik yapardı. Bazen çalıştığı evlerden yemek artıkları getirirdi. Lezzetli şeylerdi bunlar. Ama bir süre sonra bu yemeklerin, artık olduğunu anladık. Bu yemekleri her yiyişimizde alçaldığımızı, aşağılandığımızı hissederdik.”
İlkokul dördüncü sınıfta, kış boyu tren istasyonunda kömür toplayıp, sırtındaki gaz tenekesiyle eve taşıdı. Bu arada emeğini paraya çevirerek işler aradı ve yaptı, bunlardan biride simitçilikti.
Bir tanıdıklarının aracılığıylı simit fırınıyla anlaştı. Peşin para ödemeden aldığı simitleri sokak sokak satmaya başladı. Fakat ilk günler büyük sıkıntılar çekti. Utanıyordu. Okul arkadaşlarına rastlamaktan çekindiği için, rahat biçimde dolaşamıyor, mahalle ortasında bağırıp sabahları zengin çocukların iştahını gereği gibi kabartamıyordu. Sonra yavaş yavaş alıştı. Çekingenliğini, kendi kendine yaptığı telkinler ve sesli düşünmeyle yenmişti.
“- Hırsızlık yapmıyorum ya namusumla para kazanıyorum. Bunda utanılacak ne var?” diyordu kendi kendine. Bu geçiş süreci, yani seyyar satıcılık yapabilmenin iç duygusu, çekingenliği aşmak yıllar sonra 1972’deki ikinci hapislik zamanında yazdığı öykü-roman Salpa’da anlatılacaktır.
Yılmaz bu tempo içinde çalışarak ortaokulu bitirdi. Dostlarından Güven Şengil’in anlattığına göre, bu dönemde yanında çıraklık yaptığı kasaptan hayatını yönlendiren şeyleri öğrendi. Mertliği, yani delikanlılığı, yani vericilik ve özveriyi, çalıştığı bu yıllardan Adana’nın sosyal hayatını daha yakından tanıdı, kültürel çeşitliliği gördü. Her iş başka insanların dünyasına açılan kapıydı, bir yandan insanları tanıyor, öte yandan kişisel özellikleri oluşmaya başlıyordu. Adana halkı Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı ile her mezhepten insanı, kabadayısı, düzenbazı, yoksulu ve zenginiyle renkli bir mozayikti.
Yılmaz Pütün, 12 yaşındayken çikolata yiyen sınıf arkadaşlarını görüyor, tadını merak ediyordu. Bugün çerez satışından kazandığı paranın bir kaç kuruşuyla çikolata aldı. Çok beğenmişti.
Ortaokul öğrencisi ve 13 yaşındayken sinemayla tanıştı. Sinema adını hep duyuyordu. Kenar semtteki sinemada seyrettiği bu ilk film, vuruşmalarla doluydu. Daha çok dar gelirliler, çırak boyacı ve işsizlerin, kısacası alt sınıfın gittiği bu sinemada, ilk görüşte sinemanın, filmin büyüsüne kapılmıştı. Fakat sıkça sinemaya girebilecek kadar paralı değildi. Ama ayakları, onu hergün sinema önlerine çekiyordu. Bıkıp usanmadan dakikalarca durup ofisleri seyrediyordu. Eline geçen ilk parayla onu en çok büyüleyen filimlere koşuyordu.
Yıllar sonra, Çirkin Kral döneminde bir diyaloğa dönüşür o günler: "çocukken sinemaya gitmeyi çok severdim.. Bugün sinemada kovboyun biri dört adamı dövdü. Sinema alkıştan inledi. Bende çıkınca iki kişiyi gözüme kestirdim. Dövdükten sonra seyirciden alkış beklerken, kendimi karakolda buldum."
"Bisiklet için deli olurdum. Çıldırırdım. Ama ne bisiklet alacak paramız vardı ne de benim kiralayacak harçlığım... Bisiklete binmek için arkadaşlarıma bahaneler uydurmak gibi bir yöntem geliştirdim. Şöyle bir bahane uydurmuştum. Hemen her gün evde bir şey unutmuş numarası yapar, bir arkadaşın bisikletini alır, teneffüste eve gider gelirdim."
Ana dilini anlıyor ama konuşamıyordu, annesi arkadalarıyla birlikte öğretmeye çalışmış, ama öğrenmek istememişti. Onun için çalışmak yerine oynamak daha çekiciydi. "Çocukluğumda kürt çocuğu olduğumu bilmiyordum.Çevremde hep Türkçe konuşuluyordu. Bense ana dilimi bilmiyordum. Ancak, daha sonra, kürtlere karşı uygulanan politikayı görünce, ülkedeki bütün azınlıklara karşı sevecenlik duymaya başladım."
Yoksulluk insanı, küçükken olgunlaştırır, daha hızlı büyütür, çünkü insan küçükken hayatın kuralları ve dayatmalarının farkına varır, yoksulluk aile içi gizleri oluşturur, çocuklar bunu öğrenir ve uyarlar. Özlemlerini bastırırlar, daha fazlası mümkün olmaz: "Bayramları, diğer günlerden farklı yemek yemenin, şekerlerin, çeşit çeşit kolanyaların, yeni giysilerin, yeni kunduralarımızın vurduğu ayakların acısının tadını taşır benim için. Bacımla ben neler düşünürdük bayram önceleri, neler kurardık... Bayram gecelerini binbir hayalle sabaha ulaştırırdık. Ama hiç bir bayramda düşündüklerimiz gerçekleşmedi. Ne dilediğimiz kadar paramız, ne de bayramlıklarımız oldu.
Topladığımız şekeri, yemeyerek eve gelecek konuklara ikram edilmek üzere annemize veriyorduk, bacımla... böylece onurumuzu kurtarıyorduk. Konuğa karşı mahcup olmaktan, hiçbir şey sunamayan ev sahibinin ezikliğinden...”
"Okulda çocuklara imrenirdim. Mandalin çalar, futbol, veleybol oynarlardı. Ben hiç birini yapamazdım. Çünkü çalışmıyordum. İlkokul dördüncü sınıfta, yazın köye geldik. Anamla babam tarlada çalışıyorlardı. Ben ırgatlara suculuk ettim. Sonra yıllar geçtikçe, benim işlerim de değişti. Çapa çekimende artçılık ettim, pamuk topladım, kazma kazdım. Terfi ettim. Bağ bekçisi oldum. Bir yaz traktör sürücülüğüne merak sardım. Ortaokuldayken de çalışıyordum. Sabahları simit satardım. Dersten sonra gazoz... Garip değil mi? İngilizcem çok iyiydi. Öğretmen beni etüd öğretmeni yapmıştı. Bazı günler erken gelir, çocukları ingilizce çalıştırırdım.”
Yıllar sonra o günlerin kalıntılarını şöyle özetler:"Çocukluğuma ait iki şeyi çok iyi hatırlıyorum. Birincisi kürt olmam, bu nedenle gördüğümüz baskılar, ikincisi de fakirliğimiz ve bunun getirdiği eziklik. Bu iki şey hayatım boyunca beni etkilemiştir."
"Sanatçılığımı herşeyden önce annem ve babama borçluyum. Gerçi babam, annemi çok incitirdi. Ama çocukları ve ilk göz ağrısı olmam nedeniyle de, özellikle beni çok severdi. Okula giderbilmem için cebindeki son kurularını da harcardı Babam da annem gibi Kürt şarkılarını çok güzel söylerdi. Saz da çalardı. Yoksul komşularımız düğünlerinde babamı çağırırlardı. Babam yanında beni de götürürdü. Ben büyük keyif alırdım onun çalıp söylemesini dinlemekten.
Annem uzun kış gecelerinde, birbirinden ilginç kürt masalları anlatırdı. Bazı akşamlar evimiz konu komşularla dolardı. Bıraksan, herkes annemin masallarını dönlemek için sabaha dek otururdu. Bu masalları kağıda geçirmiş olmayı çok isterdim. Ama o sıralar bunu yapamazdım. Köyümüzde Yakup diye yaşlı bir adam vardı. Saz çalar türkü söylerdi. Bana şiir yazmayı o öğretti."
Buna benzer çocukluk yaşayanlarda, çocukluğun kalıntıları hayat boyu ilginç şekillerde ortaya çıkar. Örneğin Chaplin’in hayatında yoksulluk ruhu denen duyuş kavrayış ve davranışlar milyon dolarları olduğunda da sürmüştür...
Bir sınıf arkadaşı ilk gençlik yıllarında ki Yılmaz’ı anlatıyor:
"Okumaya meraklı, okul bahçesinde bile elinden kitap dümeyen, kendine saygılı son derece efendiydi.Öğretmenlerimiz, baharda bizi kırlara götürüyordu. Özellikle beden eğitim öğretmenimiz ahmet Bey bahar aylarında tüm dersleri kırlarda yapıyordu. Ders boyunca koşup zıplar top oynardık.
Kırlara gidiş ve dönüşte meyve bahçeleri arasından geçiyorduk. O zaman öğretmenimiz, "Hadi erik toplayın", diyordu. Öğretmenden çalma izni çıkınca, Yılmaz bize katılmıyor, bir yere oturup kitap okuyarak toplanmamızı bekliyordu. Top oynamaya da düşkün değildi. Sportif oyunlarımıza katılmıyordu. Tenffüslerde elinde kitap, ağzında bir çöp bahçede dolaşırdı.Babam Sümerbankta ustabaşıydı. İkimizde ezilmişlerdendik. Belki bu yüzden iyi anlaşıyorduk. Benim bisikletim vardı. Arada sırada Yılmaz’da binerdi. Bir biyoloji öğretmenimiz vardı: Sefa Alkemik... Ara notlarımızı alacağımız bir gün çok iyi taklit yaptığını bildiği Yılmaz’a : "Kalk bakalım dedi. Benim bir taklidimi yapda, sana iyi bir not vereyim..."Hocamızın taklidini yaptı. Sınıfça gülmekten sıraların altına yatmıştık. Yılmaz’da iyi bir not almıştı."
Edebiyatla ciddi ciddi ilgilenmeye lise yıllarında başladı Bir arkadaş grupları vardı. Artık edebiyatı şamının en belirleyici unsurlarından biri sayıyordu. İlk kez kendini, saygı duyduğu bir sıfatla anmaya başladı. O artık edebiyatla ilgilenen, dergileri düzenli takip eden Hikayeci Yılmaz’dı.
"Adana’da iken hikayeler yazmaya başladım. Aramızda toplanarak Varlık dergisini, Yeni Ufuklar’ı, Pazar Postası’nı izlemeye başladık. Daha önce boş bir adam sayıyordum kendimi. Oysa artık koltuğumun altında Yeni Ufuklar’ı taşıyan ve bundan gurur duyan bir adamdım. Sonra hikayelerim yayınlandı. İlk kez kendime güven duydum Hikayeci Yılmaz’dım."
Yılmaz Güney 1953’te solculukla tanıştı:
"Sosyalızmın ilk cana yakın soluğunu 1953-54’te Adana’da, İnönü Caddesi’nde bir kolonyacı dükkanında duydum. On yedi yaşındaydım. Genç bir adam, işçilerden, köylülerden söz eden, İspanya İç Savaşı’nın acılarını anlatan şiirler okudu bana -. Küçük, kırmızı kaplı bir cep defterine özenle yazılmış şiirlerdi bunlar. Kim yazmıştı, yüreğime çoşku dolduran bu şiirleri? İlk kez ondan duydum şairin adını: Nazım Hikmet... Limon çiçeği kokan o küçük kolanyacı dükkanında içime düşen ateşin adını ve hangi sınıfın adamı olduğumu öğrendim. Köylüydüm ben. Emekçi... kurtuluşum, ancak sınıfımın kurtuluşuyla mümkün olabilirdi..."
Fatoş Güney’in yıllar sonra yaptığı tanıklıkta belirttiği gibi... "genellikle yaşadığı olaylardan hareket ediyor, güçlü gözlemciliği sayesinde, yaşamın gerçeğiyle, hep içiçe oluyordu. Bu, ileri dönemlerdeki çalışmalarında da, hep böyle sürecek, yarattığı her eserinde daima yaşanandan yola çıkacak, toplumsallığı birlikte yoğuracaktı."
1952’de, "Bir Gün" dergisinde bir öyküsü yayımlandı. Yazdığı hikayeler çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanıyordu. 1953’te liseyi bitirdiği sene, arkadaşlarıyla birlikte, Püren ve Doruk dergilerini yayımladı. Ancak maddi sıkıntılar yüzünden bu dergiler uzun ömürlü olmadı.
"1953-54 yıllarında çeşitli konularda yazılar, küçük öyküler yazmaya başladım. 1955 yılının sonlarına doğru ise yazılarım dergilerde yayımlanmaya başladı. Lise ikinci sınıftayken, hasta karısını köyden kente doktora getiren yoksul bir köylü üzerine öykü yazmıştım. Köylünün hiç parası yoktu. Doktora ücret olarak bir horoz getirmiştir. Doktor bu garip vazife ücretini kabul etmez. Köylüyü, karasını ve horozunu kapı dışarı eder. Solcu öğeler taşıdığı için öykümü yayımlamadılar. Oysa, o sıralar, ben solculuğun ne olduğunu bile bilmiyordum.
İlk önemli öyküm olan "Ölüm Beni Çağırıyor" ve "Ezilmenin Sonu Yok", 1956 yılında "Yeni Ufuklar" dergisinde yayınlandı. Aynı yıl, "On Üç" adındaki dergde yayımlanan "Üç Bilinmiyenli Eşitsizlik Sistemleri" ise büyük gürültülere ve benim hapse girmeme neden oldu. Bu öykü, benim hayatımda bir dönüm noktası oldu."
Yılmaz Güney 1963’te hapislik ve ardından gelen sürgün sonrasında İstanbul’a geldiğinde, amaçlarını gerçekleştirmek için star’lığa oynamaya karar verir. Asıl amacı film yönetmek ve senaryo yazmaktır. O yılların Yeşilçam’ında insanların istedikleri filmleri yapma, adam gibi senaryolar olanağı pek yoktur. Hele kişi, adı sanı pek duyulmamış biriyse, bunu yapabilmesi mümkün değildir. Starlığa oynamak ise, arkadaşlarınca pek olabilir bir hedef olarak görülmez. Bunun sonrası ilginç, çünkü Güney starlığa oynadı ve başardı, hem de Yeşilçam içinde pek benzeri olmayan bir starlıktı başardığı şey. Onun elde ettiği sinema içinde star olmak değildir, o starlığa oynadı ve bir halk kahramanı oldu. Burada önemli olan Yılmaz’ın ünlü bir oyuncu olması değil, üstelik başarısı da sıradan bir başarı değildir. Bu yükseliş hikayesi toplumsal yapımızın anlaşılması için önemli, bu anlamda Güney’in öyküsü toplumsal tarihinde bir öyküsü aynı zamanda. Kısaca "... bu olaya sadece bir sinema olayı olarak bakmamak gerekir. Bu olaya toplumsal bir olay olarak bakmak gerekir. Ben bu kanıyı taşıyorum." diyen Güney haklıdır.
Yılmaz Güney, sinemada yarattığı tipi süreç içinde karektere, bir ahlak taşıyıcı kimliğe, toplumsal yapıdaki birikmiş öfkeyi ise isyana dönüştürdü. Güney’in yükselişi birbirine bağlı çok karmaşık etkilerin üzerine kuruludur. İlk üzerinde durulması gereken öğe, Yılmaz Pütün’ün ikinci sinema döneminde, onu zirveye götüren süreçte oynadığı karakterlerin özelliklerini kendisi belirlemiş olmasıdır. Onunla berabser heyecanlanan, onunla beraber aşağılanan, onunla beraber tokadını atan, silahını çeken yani Güney’in yarattığı bir kimlikle neredeyse zihinsel ve duygusal olarak özdeşleşen izleyici kütlesi, bir süreç içinde oluştu.
Burada, beyaz perdede görünen kimlikle onun yaşamdaki uzantısı olarak bir ilişki Yılmaz Güney’in bir ürünüdür, yılların deneyiminden, ortak yaşanmışlıktan kaynağını almaktadır. Sinemada bir yıldız olarak parlayan karakterin özellikleri, senaristlerden, yönetmenlerden ya da belli bir türün kalıp örneklerinden oluşmaz; bunları birleştiren yılların ve hayatın yoğurduğu yeni yetişen bir aydının kalemidir. Bu tipin arkaskında bizzat Güney’in kendisi vardır. Nedir bu tipin özellikleri? Şimdi hem Türkiye sinema tarihinin parçalarını, hem de toplumsal açıdan bu karakterin özelliklerini birlikte inceliyelim. Bunun sonrası aslında "Topraktır köylünün isyanı" anlamına geldi. Güney’in çizdiği kabadayı Ali Duran tipi ezilenlerin beyaz perdedeki isyanın hikayesidir. Ezenlerin baskısına, kaybetmeyi veya ölmeyi göze alarak isyan eder.
"Benim sinemaya ikinci dönüşüm 1963’lerde olmuştu. Sinemaya ilk girişim ve ilk mücadele yıllarım ise 1958’lere uzanır. Ben 1958’de sinemaya geldiğimde "star sistemi" olabildiğine hakimdi. O zamanlar Ayhan Işık, Göksel Arsoy, Orhan Günsiray, daha öncelerden de Eşref Kolçak grubu sinemaya hakimdi. İşletmelerde genellikle, bir filmin daha iyi satabilmesi için starlara ihtiyaç duyuyorlardı. O zaman bir takım yönetmenler, bu yeni kurumlaşmaya başlayan "star sistemi"ne karşı bir tepki niteliğinde, genç oyuncularla çalışmaya, onlara bir takım olanaklar tanımaya başladılar. Benim sinemaya girişim bu döneme rastlıyor. 1958’de Atıf Yılmaz’la önce yönetmen ve senaryo yardımcısı, sonra da oyuncu olarak çalıştık. İlk filmimiz "Bu Vatanın Çocukları" ikinci filmimiz "Alageyik" oldu. Fakat benim amacım oyuncu olmak değildi, yönetmenlik yapmaktı. Bunun için de o sırada gelen bir takım oyunculuk tekliflerini kabul etmedim ve yardımcı olarak Atıf Yılmaz’la birlikte çalışmaya devam ettim."
Yukarda sözü edilen yönetmenlerin, verili kalıpları zorlamak ve Türkiye sinemasında yapımcıların egemenliği yerine yönetmenlerin ve sanatın daha öne çıkması için verdikleri mücadele, kısa sürede yenilgiye uğradı. Bir kaç deneme sonrasında piyasanın kuralları kendini dayattı. Bu arada 27 Mayıs darbesi Yeşilçam’ın kendince sınır çektiği sol çizgiyi biraz daha sola, gerçek sola doğru genişletti. 1961’de Güney ise Atıf Yılmaz’ın yönettiği Tatlı Bela filminin setinde, 1956’da yazdığı bir öyküden dolayı 18 ay hapis 6 ay sürgün cezası almış olduğu için tutuklandı.
"Fakat bu dönemde sinemadan zorunlu olarak ayrılmam, bir hikaye yüzünden cezaevine girmem ve iki yıl yattıktan sonra (1961-1963) dönüşüm, bende farklı bir düşünce yapısı geliştirdi. Bu düşünce şu idi: "ben sinemada birşeyler yapmalıydım: ancak yaptıklarımı büyük kitlelere ulaştıracak bir araç haline nasıl gelebilirdim. Çünkü tek başına bir adama yönetmenlik vermiyorlardı, doğru dürüst senaryo yazdırmıyorlardı... Ve ben o günün şartları içinde bir güç olan "starlığa" oynamak zorunda kaldım. Bütün olanların, programlarını buna göre yaptım: Nasıl star olunur? Bunun için önce tanıdığım bir takım yönetmen arkadaşlara başvurdum. Onlar bana olanak tanımadılar. Biz de bunun yollarını araştırdık: O gün sinemadaki firmalar ve küçük firmalar vardı. Bu üç grup içerisinde benim yanında olacağım ve karşısında duracağım gruplar vardı. Ben küçük sermayeyi ve küçük firmalaarı zaten durumum gereği seçmek zorundaydım. Yani büyük firmalarla çalışma olanağım zaten yoktu. Küçüklerinde, büyük firmalar karşısında gittikçe kaybolan, yok olan durumları içinde, tutunacak bir adama ihtiyaçları vardı. Biz o zaman (19637ün sonlarıydı) sinemaya şöyle baktık: Piyasada genellikle satan filimleri, güldürüler hakimdi. Biz ise sinemada olaylara, insanlara farklı bir şekilde yaklaşma gereğini duyuyorduk. Ve ben koltuğumun altında senaryolar, bir takım küçük firmaları kollamaya başladım. Ve nihayet "İkisi de Cesurdu" adlı bir film yaptık. Yönetmen Ferit Ceylan’dı. Samim Meriç patrondu ve filmin başrolünde de kendisi oynuyordu. Benim ikinci derecede bir rolüm vardı. Ama benim bu filmde çizdiğim tip, aslında mücadelemin ilk temel taşıdır. Senaryoda bilinçli olarak hazırlanmıştı. O günün şartları içinde benimki dikkati çekecek bir tipti. Ve bizim düşündüğümüz şey çıktı, yani "İkisi de Cesurdu"daki "kabadayı Ali Duran" tipi tuttu. Ancak bu filmden sonra 6 ay boş kaldım.
Nihayet Nuri Akıncı bana bir film teklifinde bulunduğu zaman, ona senaryoyu kendim yazarsam oynayabileceğimi söyledim. Bana "Kamalı Zeybek" diye çok kötü bir hikaye verdi. Ben aldım, hikayeyi yeni baştan ücretsiz olarak yazdım ve oynadım. Arkadan "Kara Şahin" diye bir film yaptık. Bu filmlerden çok az bir para aldım. Anlaşmamızç iki film için 12.000 liraydı,, ama bu parin yarısını alamamıştım.
Yani bu dönemde bir takım küçük firmalarla yaptığım bu küçük filmler, kitleyle organik bağlar kurdu. Bu bağlar sonucu işletmelerden istekler gelmeye başladı. İşletmeciler, cezaevinden çıktüıktan sonra ypaptığım bu ilk üç filmden sonra "Yılmaz Güney Filmi" istemeye başladılar.”
Güney’in Ali Duran tipinin tutulmasının hikayesini o dönemin bir tanığından dinleyelim:
İlkokula başlar başlamaz müthiş bir sinema hastalığına tutulmuştum. Bursa’ya gelen filmlerin hiçbirini kaçırmaz ve hemen hergün bir başka sinemaya giderdim. Devamlı gittiğim sinemalardan biri de Yeni Sinema’ydı. Yeni Sinema vur-kır cinsinden filmler getirirdi. Yine bir gün mahalle arkadaşlarımdan biriyle Yeni Sinema’ya gitmiştik. O gün "İkisi de Cesurdu" adlı bir film oynuyordu. Filmin sonu oldukça duygusaldı. Bu duygusal sonun ardından ben de arkadışım da şok geçirmiş gibiydik. Filmin sonunda "Ana, ana" diyerek ölen Mert kabadayının tesirine girmiştik. İlk defa karşılaştığımız o "Mert Kabadayı" rolündeki oyuncuya tutulmuştuk. İlkin adını ezberledik: Yılmaz Güney. Daha sonra gelecek filmlerini gözledik. Ve beklediklerimiz geldi. Kamalı Zeybek, Koçero, On Korkusuz Adam, Kasımpaşalı Recep, Üçünüzü de Mıhlarım, Haracıma Dokunma vs.
Yılmaz Güney’i ilkin biz çocuklar sevmiştik. Minicik ellerimizle bizler alkışlamıştık onu, biz çocuklar sayesinde yapımcıların göz bebeği, sinema salonu sahiplerinin de can kurtaran simidi olmuştu. Ki o günlerde hiçbir ciddi eleştirmeci, hiç bir aydın kesim Güney’e yüz vermemişti. Filmlerdeki kendine özgü silah tutuşuyla, gülüşüyle, dövüşüyle bir başkaydı o biz çocuklar için. Tavırlarını öylesine benimsemiştik ki, o "kilişe" tipi seyretmeye doyamıyorduk. O, filmlerinde yüzlerce kişiyi pataklasa da haklıydı. Ama bir de her filmin sonunda ölmeseydi.
Güney’in vurdulu-kırdılı filmlerle temelini attığı sinemacılığı her gün gelişmeğe ve onun çocuk seyirciside büyümeye başlamıştı. Ortaokul sıralarında Güney’in en ateşli seyircilerinden birisi olma durumumu muhafaza ediyordum. Hatta bulabildiğim kadarıyla da kartpostallarını biriktirmiştim. Bu arada Güney’in "Hudutların Kanunu", "İnce Cumali", "Kızılırmak-Karakoyun", "kurbanlık Katil", "Seyyit Han", "Aç Kurtlar" ve "Bir Çirkin Adam" gibi benim neslimi alt üst eden filmleri gelmişti. Bir kısmında oyunculuğunun yanısıra yönetmenlik de yaptığı bu filmlerin her biri bir başka güzeldi. "Kurbanlık Katil"in hiç konuşmasız geçen nefis final sahnesi, "Seyyit Han"ın yalın anlatımı, basit bir konuda yola çıkmasına rağmen heyecanlı sahnelere malik olan "Bir Çirkin Adam"ın kiralık katili Yılmaz Güney ismini belleğimiztde iyice büyütmüştü. Eskiden Türk filmlerine aldırmayanlar da artık Yılmaz Güney filmlerine gelmeye başlamışlardı."
Başlangıçta Mağrur ve sefil olarak düşünülen İkisi de Cesurdu 1963’te çekilen tek filmdir Yılmaz Güney’in. Daha sonra ardından gelen Kamali Zeybek ve Kara Şahin balangıçta tasarlanan kabadayı Ali Duran tipinin tuttuğunu gösterir. O dönemde Türkiye’de çekilen filmlerin büyük çoğunluğunun şekillenmesinde bölge işletmecilerinin etkisi vardır. Bölge işletmecileri izleyicinin talepleri ve tepkileriyle birebir karşılaşan ve bunlara göre, filimlerin büyük çoğunluğunun şekillenmesinde bölge işletmecilerinin etkisi vardır. Bölge işletmecileri izleyicinin talepleri ve tepkileriyle birebir karşılaşan ve bunlara göre, filimlere konu ve oyuncu öneren bir müdahele alanına sahiptiler. Yapım anlamında da bir ağırlıkları vardı, özellikle küçük yapımcılar üzerinde... Tefecilere kırdırılarak işleme konan senetleri vererek yapım sürecinde etkili oluyorlardı. Bu üç film sonrasında Yılmaz Güney filmi istenmeye başlıyor; bunun anlamı ise kabadayı Ali Duran tipinin yeraldığı ve oyuncusunun Güney olduğu filmler, bir bakıma ikisi yan yana.Bu tip vazgeçilmez biçimde, namus için, vefa için ezenlmerin kanun dışı isteklerine alet olupy sonra işin aslını anlayarak, yaşamın sürüklemesiyle kurulan karşıtlıklar zincirinde... kendine özgü biçimlerde ama kendi değerlerini koruyarak isyan eder.
"Hiç düşündün mü? Ben kimim? Neyim, nerden gelmişim, nereye gidiyorum? Şu koca dünyadaki yerim nedir? Onları biliyormusun sen? Şu yedi senedir durmadan kan kusan bir tüfeğim... Soyguncuyum, katilim, hapishane firarisiyim. Bir kanun kaçağıyım. Jandarma peşimde, hakkımda vur emri var. Niye celladım? Niye sıcak evinde oturan 300 liralık bir memur değil? Niye büyük şehirde üçkağıtçılık yapan bir avukat değil? Niye dükkanını saat altıda kapatıp, rakısını içmeye giden bir doktor değil? Niye bir tüccar değilim? Şöför değilim? Niye afyon kaçakçısı değilim? Çünkü sekiz sene önce Siirt’in bir köyüne gelen, içi memleket sevgisiyle, heyecanıyla dolu, gözü pek bir öğretmendim. Bir karım vardı. Yeni evlenmiştik. Mutluluk dedikleri belki o günlerde idi. Sonra birden her şey bitti. O hiç aklımdan çıkmayacak güzel günler bir daha geri gelmemek üzere gitti. Bir gece eşkiyalar bastı köyü. Ve benim karımı beraberinde götürdüler. Dokuz ay dağlarda eşkiyalarla kaldı, sonra bir gün ölüsünü getirdiler köye. İntihar etmiş.
Ansızın herşeyin manası değişti. Sevmenin sınırsızlığını, öfkenin sınırsızlığını anladım. Yaşamak çekilmez bir yüktü artık. İnsanları sevmiyordum. Kendimi dağlarda buldum sonra. Kan kusan bir silahtım. Eşkiya avına çıkmıştım. İlk yakalandığımda o bir kişi öldürmüştüm. İdama mahkum edildim. Hapishaneden kaçtım. Ve kan, barut ve öfke içinde yedi yıl geçti Öldürdüğüm adamların sayısını unuttum ama karım hala aklımda. Her gün, her saat, her dakika...
Çünkü herşey onunla güzeldi. Ne demek istediğimi anladın mı? Karın için geldim buraya. Eşkiyalar dağa kaldırdı diye kabul etmediğin karın için... Erkeklik onuruna dokundu değilmi? Asıl erkeklik onu bu acı içinde yalnız bırakmamaktır..."
Yılmaz Güney’deki kabadayı Ali Duran tipinin 1965 sonrasında kıra yönelmesi ve Eşkiya tiplerine bürünmesi aslında bir kendine dönüştür. Bir yandan da o günlerin sosyalist yapılanmalarındaki devrim modeli tartışmalarında kıra özel bir ağırlık verilmesinden etkilenir. O giyimiyle, istekleriyle, ufkuyla ve gerçek yaşamdaki koşulların çıkış vermesiyle, mülksüzlerin, topraksız köylülerin, yoksul-ezilmiş ve çıkış umudu olmayan milyonların temsilcisidir. İlk yıllardaki kabadayı, olgunlaştığında, örneğin Baba’da çocuklarının geleceği için başkasının yerine hapse girecek ya da Ağıt filmindeki eşkiya grubunu sınırı geçirmek üzere aldıkları iş için iki yüz lira ve mavi çizgili bir mintan isteyecektir. O ezilenlerin, yoksulların, yani milyonların yaşam koşullarının içinde yaşayacaktır. Yani yaşanmışlıktan harekete geçtikçe, "işçisin sen işçi kal ... ustam seslendi uzaktan giy dedi tulumları" sınırlarının içinde bizden biri olarak isyan etemeye devam edecektir.
Ama kahramanımız bizden biri olduğu için, hayatın zor koşulları karşısında ya da istemeden isyan ettiği düşmanlarının yıkımında erdemli eşkiyanın tipik bir özelliği olarak üzülecek ve ağlayacaktır. Ancak bu gözyaşı, çaresizlik içinde sessizce değil, yıkıcı yaşam karşısında olup bitenlere kişisel yanıt vermek yerine toplumsal boyutları olan damlalara dönüşecektir.
Güney’in çizdiği karakterin tutması ve izleyicinin olumlu tepkisi, birbirine benzer konularla ve hemen hemen aynı karakterle bir dizi filmin yapılmasını sağladı. 1965’e gelindiğinde Güney artık Yeşilçam’ın en güvenilir starlarından biriydi. Buna rağmen çizilen kabadayı tipinde devam edildi, çünkü Güney çizdiği karakterle öne çıkınca ismini de tüketecek olan salon filmlerine terfi edemezdi, çünkü Güney’in kendi çizdiği karakterin izleyiciyle kurduğu ilişkiyi parçalardı. O piyasanın genel eğilimlerine ters, onda yansıtılmayan onun içeremeyeceği sıradan, yoksul ve düzenin kıyısında yer alan insanların isyanını taşımıştı ekrana. Bu isyandan ve çıkışsızlığın anlatılmasından vazgeçemezdi, üstelik Türkiye’de yaşamın gittikçe siyasallaştığı bir ortamda... isyandan vazgeçmedi, ama olgunlaştı ve ardından giderek siyasallaştı.
"Ve ben o günlerde piyasa şartlarını, piyasanın gelişim eğilimlerini çok iyi saptadığım için kendimi bir değer olarak kabul ettirmenin çeşitli yollarını aradım. Fiyatımı artırdım; bir süre sonra konu seçmeye başladım. Ayrıca o sıralarda çok daha iyi filmler yapabilen yönetmenlerle de çalışabilirdim. Fakat ben o gün ticari başarısızlığa uğrayabilecek bir takım filmler yapsaydım, bugün olmayacaktım, yok olacaktım. Onun için günün eğilimleri ne ise, aşağı yukarı onların sınırları içinde kalıp çalışmayı seçiyordum.”
Ali Duran tipine daha yakından bakalım. Önce bir hatırlatma; Yeşilçam ortaya çıkardığı bir tip tutunca onu tüketene kadar tekrar ettirir, *furyalarla kendi karakterini yozlaştırır,* seriyallerini yapar. Burada Ali Duran tipi kendini kurtarmak için kendisini aşmalıdır.
"Mesela sinemaya getirdiğimiz şeylerden bazıları şunlardır; Kavga dövüş, avantür, kabadayılık vb... Fakat bunlar bile bir takım insanların elinde farklı bir biçimde yozlaştırılarak kullanıldı. Bizim ise bunları getirip koyuşumuz, içinde gerçeklere çok yakın unsurlar taşıyordu.
Hayattan gelen bir takım şeyler vardı. Özellikle oyun biçimi, kıyafet, tavır, davranış; bütün bunlar halkla bağlar kuruyordu. Mesela ben, oyuncu olarak halkın giyiminden, davranışlarından farklı olmamaya çalışıyordum.
Zaten olamazdım ki. Ben zaten kedimi oynuyordum. Şöyle bir durum var: Yaptığım bütün filimlerde benden bir parça vardır. Yani o kavgalı dövüşlü filmlerde, palavra diye nitelenen filmlerde, hepsinde, benim daha önce yaşadığım hayattan çeşitli kesitler, parçalar vardır. Bu yüzden olacak; yani yaşanmışlıktan hareket ettiği için, oyuncu Yılmaz Güney ile seyirci arasında bir diyalog kuruldu. Bu diyalog bir süre sonra bir sınır içine girdi. Yani tutulan bir Yılmaz Güney vardı. Sinemacılar, prodüktörler zannettiler ki, Yılmaz Güney, bu kavgalı-dövüşlü, filmlerle tutuluyor; başka türlü tutulmaz zannettiler. Yani Yılmaz Güney, silah çekecek, adam öldürecek, kadınlarla yatacak, kalkacak; bunun için tutuluyor zannettiler. Yanılgıları burada başlıyor... Sonra onlar da bu tip filmler yapmaya başladılar başka oyuncularla. Fakat bu filmlerin Yılmaz Güney filmleri kadar iş yapmadıkları görüldü."
Güney’in filmlerinde yarattığı karakterler halkın çok hoşuna gitti. Yılmaz Güney’le halk arasında yıkılmaz bir köprü kuruldu. Halk onu kendinden biri olarak gördü ve sevdi. Çünkü o hep halkın karakterini taşıyan insan tiplerini oynadı. Yarattığı tipler namusluydu, dürüsttü, mertti.
"Hep, halkımın karakterini taşıyan insanları oynadım. Yabanın kadınına bakmayan, dürüst bir kişiliği canlandırdım. Bunu düpedüz yaşamımın getirdiği deneylerden çıkardım. Gerçekten de halkımın temel niteliklerinden biridir bu. Özel yaşamımda da şimdiye kadar bir arkadaşımın sevgilisine bakmamışımdır. Anadolu’da bir takım yalanlar söylenebiliyor ve halkın görenekleri yozlaştırılıyorsa, bunun nedenlerini ekonomik yapıda aranmalıdır. Yaşamın gittikçe zorlaşmasında aranmalıdır."
Güney, 1970’e gelindiğinde bütün hayatını yeniden kurmak ister, Fatoş Güney’le gelen evliliği bu yeni dünyaya açılan ilk çıkış denemelerinden biridir; kumarı bırakır, yepyeni ve sanatçı yönünün iyice öne çıktığı filmler yapar, düşünsel alanda çabalar gösterir. Güney artık kendi yarattığı tipin sınırlılıklarını aşmaya bir toplumcu sanatçı olarak devrimci olmaya karar vermiştir; ve 1972’de içeri alındığında bu planlarını tekrar düşünür ve kendi geçmişiyle hesaplaşır;
"Çocukluk günlerim, anamın acıklı, türkülü masallarıyla, hikayeleriyle doludur. Yenice’de, o uzun kış geceleri, masal anlatsın diye zengin evlerine çağırırlardı anamı. Anam, beni ve benden iki yaş küçük bacımı da götürürdü. Kadınlar, çocuklar bir odaya doluşur, anamı dinlerdik. Herkesi ağlatırdı anam, biz de ağlardık. Masal kahramanlarının ağzından türküler söylerdi anam; dokunaklı ve etkili...
Zengin evlerinde bize, ceviz, kızılcık kurusu, pestil verirlerdi. Ben bunların bir kısımını yer, bir kısmını da kan kardeşim İsmail’e götürürdüm. Kara kuru bir çocuktu İsmail. Dişleri kapkaraydı. Sekiz yaşlarındaydık. Ben ve İsmail Yüreğir ovasında, Yenice’nin iki küçük atıydık. Varlıklı çocukların atı olurduk ikimiz. İpleri renkli kağıtlarla süslenmiş gemlerimiz vardı. Akşamları okuldan çıkınca, at olur uçardık; ben ve İsmail.
Çocuklar yorulup evlerine gidince ikimiz kalırdık. Ben onun atı, o da benim atım olurdu, sırayla. Akşamları at olur uçardık Yenice’de. İkimizde dal gibi inceydik. İsmail hepimizi, bütün atları geçerdi; hep birinci olurdu. Bir gün, sonuncu geldiğim için, atı olduğum çocuk beni dövdü. Çok dokunmuştu bu İsmail’e. Ben ağlıyordum sümüğümü çekerek. Çocuklar bırakıp gitmişlerdi bizi. Duvarın dibinde, akşamın serinliğinde yalnızdık. İsmail gözlerini uzaklara dikmiş, suskun bekliyordu.
"Bir daha kimsenin atı olmayalım" dedi bana.
O güne dek, hep başkalarının atı olurduk. Bizim hiç atımız olmadı bir birimizden başka. Düşündük, karar verdik. Kimsenin atı olmayacaktık artık.
Fakat sözümüzde duramadık. Bizi dövdü çocuklar. Korkumuzdan yine at olduk onlara.
"Şimdi çocuğuz" dedi İsmail, "ama bir gün büyüyeceğiz, kocaman olacağız. Işte o zaman atı olmayacağız kimsenin."
Büyüyünce kimsenin atı olmayacaktık.
Bir yıl sonra İsmail öldü. Su toplamıştı karnı. Öküz arabasıyla acele Adana’ya götürmüşlerdi, hastaneye. Kurtulamadı, öküz arabasıyla getirdiler ölüsünü. Onu, köyümüzün küçük mezarlığında, küçücük bir mezara gömdüler. Eski bir tahta diktiler baş ucuna, helvasını dağıttılar. Anası çok ağladı İsmail’in Ben de çok ağladım. Ve ona söz verdim.
Büyüyünce kimsenin atı olmayacaktım.
İşte benim savaşım İsmail’in ölümüyle başlar. Yoksul çocuklar kimsenin atı olmasın diye de sürer gider. Ve İsmail, bütün dünyanın ezilmiş, yoksul çocukları adına yaşar, büyür içimde.
Karyolaya uzandım. Sislerin, pusların arasından gerilere doğru adım adım uzanmaya çalıştım. Özellikle son on yılında kişisel hayatım bireysel yanı ağır basan fırtınalarla doluydu. Tutarsız, karmaşık ilişkiler toplamı içinde yenilmezliğin tohumunu da taşıyan o yoğun pislikler bataklığında, boğulmamı önleyen neydi? Bütün bunları, nedenleri, kaynakları ile düşünmem, her şeyi yerli yerine oturtmam gerekiyordu.
Attığım her adım, yaptığım herşey, yüzeyden bakılınca akıl almaz çılgınlıklarla dolu görünürdü. Neyi amaçladığımı tam anlamıyla çözemezlerdi. Çözmek içinde bir çaba göstermezlerdi. Kimi zaman da araç olarak seçtiğim şeylerin amaçlaştığını, gününü ve görevini doldurmuş, artık gereksizleşmiş ilişkiler yumağı içinde boğulduğumu gördüm.
Çevremdekilerin, yaptıklarıma küçümseyerek baktıkları olurdu. Aldırmazdım. Her temel aracın zorunlu durakları, çalkantıları, geriye çekilmeleri, yenilgileri vardır. Her amacın kaçınılmaz zorlukları, aşılması gereken bağışlanmaz engelleri vardır. Zaman zaman bocaladım, yalnız kaldım, acınacak durumlara düştüm, yetmedim kendime; bunalımlar geçirdim. Yanlış eğilimlerimi göstermemek niyetiyle başka yanlışlıklara bulaştım. Kimi zaman düşünceme, inançlarıma ters düşen davranışlarım oldu. Kimi zaman da serserinin tekiydim.
Bir yığın zorluğu yenmek için canımı dişime taktığımda, eksikliğini duyduğum, fakat adını bilemediğim şeyler vardı. Yine de direndim. Yenilmemeliydim. Ezilmemeliydim... Ezilsem de yenilmemeliydim, yılmamalıydım.
Bunun için de, bilincimin yettiğince çırpındım. Ama hiç yılmadım; yanlış yapmaktan korkmadım, amaçladığım doğrulardan hiç şaşmadım. Her bunalımdan, her zorluktan daha güçlenerek, deneyler kazanarak çıkmam gerekiyordu. Bireysel alanda bile olsa, başarısının her adımında Savaş vermiş, onu özgücüyle ele geçirmiş insanları yıkmak zordur. Her başarılı atılım, belli oranda hataları, eksiklikleri de barındırır içinde.
Hatanın ve çarpıklıkların bilincine varan ve bunlardan gerekli dersleri çıkartan insanlar, hiç hata yapmadığın sanan insanlardan daha güçlüdürler. Onların görevlerinden biri de, hata yapma ihtimali olan unsurları, kendi deneylerinden kaynaklanarak uyarmaktır. Bu yüzden, geriye bakarken, bütün gerçekliğimle, hatalarımla, sevaplarımla kendimi değerlendirmem, acımasız davranmam gerekiyordu. Gözümü kırpmadan kendime neşter vurmalıydım. İrinim, pisliğim akmalıydı. Sisteme can katan yanlarım açığa çıkmalıydı. İçimde yaşattığım burjuvazinin tahta atı ölmeliydi."
"O demir, taş ve beton yığını neler bıraktı bilincime? İki yılımı paylaştığım arkadaşlarım, demir kapım, pencerem, hapishane yollarında büyüyen oğlum, bin bir sıkıntıyı kucaklayan yiğit karım, ben çıkana dek ölmemeye kararlı anam, sıkı yönetim mahkemesi, kelepçeler neler bıraktı bilincime?
Geçtiğim her duraktan, her konaktan bir şeyler katılmıştır bana. İnsanın mayalanmasında büyük payı olan olaylar vardır. İz bırakan, değişime zorlayan olaylar. İnsana yetmezliğini, yetersizliğini duyuran, kendine duyduğu saygıyı yitirten, kendi gerçeğini bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren olaylar...
Kontr-gerillada başlayan sarsıntı, kırk gün hücrede kendimle cebelleşmem, cezaevi deneyinin getirdiği yoğun birikimler, kendime bakarken cesur olmam gerektiğini öğretti bana. Kendime bakarken acımasız olmalıydım. Cezaevi öncesi tutum ve davranışlarım, her ne kadar iyi yanları, inancı, namusluluğu da içinde taşıyor idiyse de, eksikler, yanlışlıklar yanı ağır basıyordu. Bir gece beni alıp götürdüklerinde, bir yığın zaafı taşıyordum içimde, cesurda değildim.
Evet... Cezaevi günlerim benim için yeniden doğuş olmuştur. Arınmak, yakınlaşmak, bir takım sahteliklerden kurtulmak zorunluluğunu duydum orada. Orada, toplumun çeşitli kesimlerinden aldığım, kendime mal ettiğim tutarsız eğilimlerimin farkına vardım.
Ta Yenice’den başlayıp, o tarlalardan, kırlardan başlayıp, olumlu olumsuz bir yığın konaktan geçerek bu güne dek uzanan yaşama çizgim çeşitli zikzaklarla doludur. Hayatım hayatın her aşamasında etkinliğini gösteren hareket ettiricim şuydu; kimsenin atı olmayacaktım... Ama at olmaktan da kurtulamadım hiç... artık yeni bir hayat, mücadelenin sıcaklığını hissettirdiği yeni bir hayat."
Arkadaş yapıldığında olay olur, Türkiye’nin gündemine oturur, O artık tokat atan değil, kendisine atılan tokadın bir gün hesabını soracak bir devrimcidir. İşte Yumurtalık olayına neden olan süreç böyle başlar. Yep yeni bir haylatın, umutun taşıyıcısı olacak bir hayatın parçası olanlarla olmayanların mücadelesi...
Güney’in toplumsal olarak en çok tartışılması gereken dönemlerinden biri olan 1963-70 dönemi bugün toplumbilim ve tarihçiliğin ışığında üzerinde ne yazık ki en az durulan dönemidir. Oysa, bir efsanenin doğuşu olan bu dönem incelendiğinde pek çok farklı şey anlaşılabilecektir. Güney efsanesi yalnızca Türkiye’ye özgü olmayan bir kültürün, ezilenlerin kültürünün bir parçasıdır.
YORUMLAR
Siyah renk gözlerimi yormasına rağmen, yazıyı okudum.
Yılmaz Güney genç kız dönemimde çok sevdiğim bir aktördü.
Onun susması bile konuşmaktı.
Burada kendi ağzından hayat öyküsünü okumak onu daha yakından tanıttı bana.
Yılmaz Güney'in kürt olduğunu bu yazıyla öğrendim. Kürt-Türk olmak farketmiyor.
Sanki bizim çevremiz Türk'tü de bizler farklı mı yaşadık. Aynı yaşamlar, özlemler, masallar.
Benim annem de çok güzel masal anlatırdı. O masal anlatırken sus-pus olur, ne diyecek diye
ağzına bakardık.Halamın küçük duvarları minder, ot yastıklarla çevrili odasında gaz lâmbası altında
yoksul ama zengin günler yaşadık.
Gözlerim yorulsa da okumama değdi yazı.
Kimsenin atı olmamak, kimseye boyun eğmemek güzel.
tebrikler Çetin bey,
selâm ve saygılarımla..