- 573 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
NAMUSLU BİR AYDIN
Sabahattin Ali, en çok sevdiğim yazarlardan biridir. Bir ara onun edebiyattaki yerini öğrenmek istedim. Rauf Mutlıay’ın dışında hiç bir edebiyat tarihçisinde izine raslamadım. Bu durum beni büyük bir mutsuzluğa sevk etti. Türk edebiyatının en başarılı bir kaç kalemiinden biri olan, bazı Fransız yazarlarınca’Türkiye’nin Gorki’si’ sayılan ve bence de ’Ulusal bir değer’ sayılması gereken Sabahattin Ali,’resmi’ edebiyat tarihçilerimiz için yoktu! !
Neden?
Devlete, düzene karşı bağışlanmaz bir suç mu işlemişti? Hayır !
Herhangi bir eserinden ötürü hüküm mü giymişti? Hayır!
Kitapları sakıncalı sayılıp yasaklanmış mıydı? Hayır !
Aslında, gerçekten demokratik ülkelerde bunlar dahi önemli değildi. Çünkü orada ’düşünce suçu’ diye bir şey yoktu. Değeri olan her yazar edebiyat tarihine girebilirdi. Sözgelimi , Fransa’da Aragon’suz, Almanya’da Brecht’siz, Yunanistan’da Ritsos’suz, Şili’de Neruda’sız bir tarih düşünülemezdi. Düşünülmüyordu.
Bizde ise işler tersine gidiyordu. Edebiyat tarihleri nesnel tutumla, demokratik anlayışla, bilimsel yöntemle yazılmıyordu. Sanatçılara egemen ideolojinin belirlediği bir gizli ’sansür’ uygulanıyordu. Sabahattin Ali’nin durumu bunun bir örneği idi.
Evet, Batıya karşılık, bazı düşünceler suç sayılıyordu bizde. Gelgelelim, Sabahattin Ali böyle bir suçta işlemiş değildi.
Öyleyse, neydi suçu?
1948’de, Lorca gibi genç yaşında canavarca öldürülmüş olması mıydı yoksa?
1948’den önce basılmıl edebiyat tarihlerinde niçin adına rastlanmıyordu Sabahattin Ali’nin? Onların da dışında bırakılmak, ’sessizlik kıyımı’na uğramak için ne yapmıştı?
Ne yapacak, hikayeciliğimizde çığır açmıştı: Yeni bir içerik, yeni bir görüş,yeni bir deyiş getirmişti. Bu çığır Orhan Kemal’den başlayarak Kemal Tahir, Cevdet Kudreti Yaşar Kemal, Fakir Baykurt’a kadar bir çok yazarımızı etkilemişti. Aradan geçen yıllara karşın dipdiri yaşıyordu, eskimemişti.
İyi ya, edebiyat tarihine girmek ve övgüyle, sevgiyle, saygıyla anılmak için bundan güzel gerekçe mi olurdu?
Elbette olmazdı. Ama Sabahattin Ali bu yeni görüş ve kendineözgü anlatışla çok sevdiği ’çilekeş halkının’, ’cefakeş milletinin ve memleketinin’ durumunu yalın ve çarpıcı bir anlatımla, temiz ve duru bir dille yansıtmaya kalkışmıştı. Örtbas edilmeye çalışılan bir takım acı gerçekleri namusluca gün ışığına çıkarmış, yaralara cesaretle parmak basmıştı. Sözün kısası, çağına ve çevresine dürüstçe, yiğitçe, ustaca tanıklık etmişti.
İşte, açıklanmayan büyük suç buydu...
Gerçi günümüzde yazarın temel görevlerinden biriydi bu;üstelik, yasalara göre de suç değildi, ama egemen çevrelere ve onlara bağlı çıkarcı, korkak aydınlara göre ağır suçtu. Sözü geçen acı gerçeklerin ortaya konulmasından hoşlanmıyorlardı onlar. Yurt sevgisiymiş, ulusak sorumlulukmuş, düşünce özgürlüğüymüş, toplumsal adaletmiş, sanat saygısıymış...Umurlarında değildi !..
Bunlar ancak söylev çekmek , kamuoyunu çelmek için kullanılan basamak sözcüklerdi. Onlara inanıyormuşçasına konuşulacak, ama uygulamasına geçilmeyecekti. Geçmeye girişenlere de izin verilmeyecek ve -nice değerli olursa olsunlar- ya kişilikleri karalanacak, ya adları sessizliğe gömülecek ya da başları ezilecekti...
Sabahattin Ali 1947’de bir yazısında bu çirkin tutuma parmak basmıştı:
’Biz demişiz ki:Bu memleketin istiklali her şeyden üstündür.Milletin oluk gibi kan akıtarak kazandığı bu istiklali siyasi oyunlara alet edip elden kaçırmayalım,sömürücü devletlerin elinde oyuncak olmayalım !
Cevap vermişler:Hain, satılmış, bolşevik ajanı !...
’Biz demişiz ki:Yıllardan beri arkası gelmeyen dalavereler, arsa oyunları, memleket dışına para kaçırma rezaletleri, esrarı çözülmeyen cinayetler, millet malı soygunculukları alıp yürümüştür. Ote yanda, millet kara sabanın arkasında donsuz didiniyor. Bu gidişatın sonu hayra çıkmaz.
Cevap vermişler: Müfsit, tezvirci, komünist !..
Biz bir fikir ortaya atmışız, onlar bize cevap yerine , küfür savurmuşlar...’
Sabahattin Ali, uğradığı bu saldırılara, kahırlara karşın inandığı yolda direndi, ulusunun bağımsızlık ve esenliğini, emelçi halkının özgürlük ve mutluluğunu savunmaktan geri durmadı:
’Namuslu olmak, ne zor şeymiş meğer? Bir gün Almanların pabucunu yalayan , ertesi gün İngilizlere takla atan , daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik:Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz ! Kanunlu, kanunsuz baskılar altındaezile ezile pestile döndük.
Çalmadan çırpmadan , bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç , bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?
Evet, namuslu olmak çok zordu. Sabahattin Ali, bu düşüncesinden bir an olsun taviz vermediği için 41 yaşında bir cinayete kurban gitti. Yazdığı ’Dağlar’ şiirinde öleceği yeri bilir gibiydi:
Başım dağ saçlarım kardır
Deli rüzgarlarım vardır
Ovalar bana çok dardır
Benim meskenim dağlardır
Şehirler bana bir tuzak
İnsan sohbetleri yazak
Uzak olun benden uzak
Benim meskenim dağlardır
Kalbime benzer taşları
Heybetli öter kuşları
Göğe yakındır başları
Benim meskenim dağlardır
Yarimi ellere verin
Sevdamı yellere verin
Yelleri bana gönderin
Benim meskenim dağlardır
Bir gün kadrim bilinirse
İsmim ağza alınırsa
Yerim soran bulunursa
Benim meskenim dağlardır
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.