- 1244 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
398 - AŞK ve ŞİDDET
Onur BİLGE
Hasan kendi derdindeydi. Ayrılmayı aklının ucundan bile geçirmek istemiyor, sanki gerçek teklif onaymış gibi olanca gücüyle karşı koymaya çalışıyordu. O bir seçenekti ama ona mıydı? Yani sadece ona mıydı?
Bence ayrılmak, unutmak, başkasıyla devam etmek aslında asistanın kendi özüne sunduğu bir seçenekti. Onun için belki de en akıllıca çareydi. Mantıklıydı ama aşk mantık fıstık, edebiyat, felsefe dinlemiyordu. Matematikte ikiden öteye gidemiyor, cebirle asla çözüme ulaşmıyordu. Astronomiyle alakalı değildi, astrolojiye hiç uymuyordu. Fizikle yakinen ilişkiliyken, müzikle mükemmel bir şekilde bütünleşiyor; nasihat, uyarı, tehdit falan duymuyordu. Aşkın kanunu, bilinen hiçbir kanuna uymuyordu.
Anlattığına ve anlaşıldığına göre, zavallının yapabileceği başka bir şey kalmamıştı. Bunu kendisine değil de gerçekten ona sunuyorsa bile sadece olabilirliğini tekrar test etmek istiyor olmalıydı. Belki o kabul ederse, kendisini de kabul edilebilirliğine inandırmayı başarabilecek, katlanmayı deneyecek gücü özünde bulabilecekti.
“Kolay mı! Bunca zamandan sonra… Bunca fedakârlıktan… Bunca uğraş ve direnişten sonra… Ben ayrılamam ondan! Başkasını düşünemem! Sevdim bir kere! Başkasını…”
Telaş içindeydi. Onun sözünü tamamlamasına bile fırsat vermeden, inandığı veya inanmadığı bir şeyleri arka arkaya sıralamaya devam ediyor, sıkıntısından sık sık sandalyesinde kıpırdıyor, sağa sola dönüyor, ayağının birini diğerinin üzerinde çok fazla tutamıyor, değiştirip duruyor, gerekli gereksiz el kol hareketleri yapıyor, sık sık saçlarını düzeltiyor, arka arkaya sigara yakıyordu. Ne kadar çabuk içip bitiriyordu!
“Aşk zamanla küllenir, sevgi azalır ve biter. Bu böyle olmaz. Görüyorsun, yürümüyor. Can çıkar huy çıkmaz! Ne sen değişirsin ne de o! Böyle birbirinizi yiyerek mi yaşayacaksınız?”
“Her zaman değil… Mutlu olduğumuz zamanlar da oluyor. Her zaman böyle değiliz ki! Arada böyle tartışıyoruz. Bugün ileriye gittim. Farkındayım ve çok pişmanım. Fakat suç tamamen bende değil. Siz sadece bana…”
Geçmişte yaşadıklarından çıkardığı sonuçlar vardı mutlaka. Kendinden o kadar harcıyordu ki! İçi tekrar tekrar acıyor, yarası deşildikçe cerahat akıtıyor, boyuna kanıyor olmalıydı.
Sanki yıllarca sakladığı, asla söylemeye cesaret edemediği aşkını açma fırsatını ve cesaretini bulmuş bir karasevdalıydı. Ruhunun derinliklerden sesleniyor, adeta feryat ediyordu! Olay kimin olayıydı? Belki başkasının üstünden harcamak en kolayıydı. Kendi içini ona niçin okuyordu?
“Her zaman değilse de başladı bir kere… Devam eder bu! Bizde de böyle başlamıştı. Aslında biliyor musun, sen onu çok sevdiğini söylüyorsun ama aslında artık sevmiyorsun. Çünkü ona çok kızıyorsun ve vurabiliyorsun. Demek ki sevginin yerini öfke almış. Yakında öfke de nefrete dönüşür. Bizde de öyle olmuştu. Ne yaptıysam yaranamamıştım. Her yaptığıma kızar olmuştu. Çok geçmedi, şiddet başladı… Aslında kaba kuvvetin her şeyi mahvedeceğini biliyor, bilhassa uyguluyordu. O zaman ondan nefret edeceğimi ya da canımı kurtarmak için uzaklaşmak zorunda kalacağımı umuyordu. O yola, benden kurtulmak için başvurdu. Belki farkında değilsin ama sen de Serap’tan kurtulmak istiyorsun. Onun bana yaptığını yapıyorsun.”
“Hayır, öyle değil de… Sinirlerime hâkim olamadım! Onu çok seviyorum! Ben onsuz…”
Sabretme tavsiyesinin boşuna olduğunu fark etmiş olmalıydı. Artık sadece ve ısrarla ayrılmalarını öneriyordu. Kızı korumak falan değildi niyeti. Öyle olmuş olsaydı, kıza yönelik bir şeyler söylerdi. Ne bileyim, ona verdiği zarardan, ruhundaki tahribattan falan bahsederdi. Bence kendi hayatındaki acı gerçeği kabullenmek için bir dayanak arıyor, o anda ona yaslanıyordu. Belki bu zamana kadar kim bilir kaç kişiyle konuşurken ruhuna seslenmiş, fakat benliğinin derinliğinde yer eden aşkını söküp atmayı asla becerememişti! Belki de aşk acısından çok yenilginin azabıyla kıvranmaktaydı. Fena tuşa getirilmişti! Beş yılda hazırlanılan bir karşılaşmanın ilk dakikasında kündeye gelmek böyle bir şey olsa gerekti!
“Olmaz! Olmaz bu böyle! Aslında maç bitmiş. Beraberliğin tadı yerini katlanmaya bırakmış. Sabrı öneriyorum ama katlanmak da kolay değildir! Sen benim yaptığımı yapamazsın! Kabul et! Kabul et artık. Aslında maç çoktan bitmiş. Siz uzatmaları oynamaktasınız!”
“Ben de biliyorum, bu böyle devam edemez ama yapacak bir şey yok! Sevdim bir kere! Onca emek verdim ben bu aşka! Ayrılmak nasıl olur!.. Benim onu başkasına terk etmem mümkün mü!.. Belki zamanla…”
“Hayır! Hayır! Zamanla falan düzelmez! O neyse o! Sen de neysen osun! Hem daha şimdiden böyle saç saça baş başa… İki sene az bir zaman değil… Bu süreç içinde olmadıysa, ilerde de olmayacak demektir. Denediniz, başaramadınız. Demek ki birbirinize uygun değilsiniz. Mutlu bir evlilik hayatınız olamayacak… Madem olmuyor… O zaman, yol yakınken ayrılın! Yeniden seversiniz.”
Bunun üzerine Hasan, karşısındaki yaşıtı ve arkadaşı olsaydı başka bir şeyler söylerdi, muhakkak. “Peki, siz neden vazgeçemiyorsunuz? Neden ayrılığı içinize sindiremiyorsunuz? Hâlâ bir bekleyiş içindesiniz… Umudunuzu kesmiş değilsiniz.” Fakat diyemezdi. Yaşı, konumu… Bunları söyleyemezdi, doğal olarak. Fakat öfkesini de yenemiyordu:
“Çıldıracağım ya!.. Ben ne diyorum, siz ne diyorsunuz! Ben ondan nasıl…”
“Nasıl ayrılabilirsin! Öyle mi? Şayet ayrılmazsan, çok büyük olaylarla karşılaşacaksınız ve onlara başa çıkamayacaksınız! Şiddet, şiddet getirir. Bizde de öyle olmuştu. Uzun süre sabretmiş, hep pasif kalmış ve her şeyin düzelmesini ümitle beklemiştim. Fakat artık son zamanlarda canıma yetmişti! Daha fazla dayanamamış, ben de saldırıya geçmek zorunda kalmıştım. Ben de seslenmem seslenmem… Tepem attı mı öyle vasat bir tepki vermem. Sakat kalacakmış, ölecekmiş, hiç aklıma gelmez! Gözüm döner!.. “Allah yarattı!” demem! Elime ne geçerse indiririm kafasına!”
“A!.. Siz ha?” derken gözleri fal taşı gibi açıldı, arkadaşın. Ağzı da bir karış açık kaldı… Eli çenesinde, öylece baktı baktı, bakakaldı!
“Evet, ben ya!.. Hiç benzetemedin, değil mi? Yumuşak atın çiftesi pek olur! Nitekim öyle oldu. Çok arandı… Bir öfke anında ben de kontrolümü kaybettim, elime geçen su şişesini kafasına indirdim! Her yer kan revan!.. Hastanelik oldu. Bereket versin ki şikâyetçi olmadı! Maazallah!.. Elinden bir kaza çıkar!.. Başın belaya girer! Değer mi! Ülkede kız mı yok! Kız kıtlığı mı var!? Kızlara kıran mı girmiş! İstatistiklere göre Türkiye’de on kıza bir erkek düşüyormuş!”
İpek Hanım’ın, kendi olayını yelpaze şeklinde açmadan rahatlayamayacağı başından belliydi. En sonunda bunları da işitmiş olduk.
Aslında sorun, o ikisinin sorunuydu, onun hayat hikâyesi değil. Hasan’ın onun yürümeyen evliliğinin detaylarını dinleyecek hali yoktu. Kendi sıkıntısıyla kilitlenmiş gibiydi. Tarifsiz bunalmıştı! Ortada taptaze elim bir olay vardı ve ona sebebiyet veren kendisiydi. Nedenini nasılını tüm açıklığıyla anlatıp boşalma ihtiyacıyla çıldırmaktaydı! Her konuşma teşebbüsünde sözü fütursuzca kesilmişti.
“İpek Hanım! Allah aşkına bana bir söz hakkı tanıyın da birkaç dakika konuşayım! Patlama noktasına gelmiş bomba gibiyim! Anlatamazsam çıldıracağım!..” dedi, diyecekti!.. Fakat diyemedi. Diyemezdi. Şöyle bir cevap alma olasılığını da unutmamak gerekirdi:
“Hâlâ konuşuyor! Hem suçlu hem güçlü!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 398