- 680 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'piqué'
Bütün gece pencere açık kaldığı için üzerime pikeyi alıp da uyudum. Pike kelimesini kullanırken bile insan garipsiyor. Pi hecesi bir anda çıkıyor ve ke hecesine doğru bağlanıyor. Ke hecesinin e harfinde Kuran’daki gibi durmadan bahsediyorum. Mim ya da tı harfiyle durulan bir ayeti anımsattı. Pike kelimesinin Fransızca kaynaklı olduğunu öğrendim gün, bu düşüncelerle dolu olduğum an kadar heyecanlanmamıştım. Basit bir piqué kelimesinin bir de qué kısmındaki söylenen k’nin kaf mı kef mi olduğunu merak ettim. Fransızların gırtlaktan bazı harfleri çıkardıklarını düşünüldüğü takdir de, kaf olması daha anlamlı. Sabah uyandığımdaysa pencereyi kapattım. Kahvaltı yapacaktım. Bütün bir gece üşümüş olsam dahi, pikenin altına sığınıp kendimi soğuktan korumuştum. Gündüz olunca işler değişmişti. Bu sefer pike altımdaydı. Üşüyüp üşümediğini, hatta eziyet çekiyor olma trajedisine bile aldırmadan kahvaltımı yapıyordum. Menüde zeytinyağlı yumurta, zeytin ve tahin pekmez vardı. Mutfağın elinde avucunda ne varsa tepsinin içindeydi. Uzun bir zamandır kaşar peynir yemediğimi biliyordum. Zeytinin de son günleriydi. Tahin pekmez zaten son kez tabakta karışmıştı. Yumurtadan ise vazgeçemeyeceğimi biliyordum. Acı bir çay da bu üçlüye eşlik ediyordu. Televizyonun anteni komik bir halde, iki ucundan halı üzerinden tutturulmuş şekilde kitaplığın yanında duruyordu. Zaten çeken kanal üç dört taneydi, bu kanalların da ara gidip gelmesi can sıkıcı olmaya başlamıştı. Aslında televizyonu evden atacaktım. İhtiyacım yoktu. Zaman denilen mefhumu karartan, savaşın en hararetli anında insana geçmişinde kalan güzel günleri hatırlatan o aptal hissi durduran bir aletti. Elindeki bombanın pimini çekmiş halde, mandalı kaldırmadan elinde tutuveren asker, çocukken ağaçların üzerinde yediği meyveleri anımsıyordu. Üzerinde zaman geçirdiği kiraz, erik, şeftali ve incir ağaçlarıydı. Sonra ilk kız arkadaşını, dizlerine kadar eteği ve üzerinde ipli bir tişört. Bütün meyvelerin karışarak aroma tadı bırakabildiği canlıyı tanıdığı an aklındaydı. Hatta o kızın onu aldattığı gün dahi, o güzel kokuları alıyordu. Ancak çitlerle örülü, uzun duvarları olan bir bahçeydi artık. Savaşta bunları düşünemezdi. Mandalı kaldırıp, el bombasını fırlatırken kumandanın on/off düğmesine basılmış kadar anlamsızdı siper içinde oturuşu. Dudaklarının içini diliyle yalarken, bir yandan da üstündeki gömleğin yakalarının arasından toprak girmemesi için uğraşıyordu.
Renkler konusunda gerçekten cahilim. Pikenin rengini merak ediyorum. Krem değil, sarı hiç değil… Şaraplı, şampanyalı renk isimleri var, belki bunun da herhangi bir tamlama oluşturacağı nesne vardır. Her şeyden önce evin çatısıyla alakalı sorunu uzun zamandır kafama takıp durdum. Ev sahibinin geldiği gün, öğlene yakın, uyuşukluğun erekte oluşunun son demleriydi. Kabul etti, dam yapılacaktı, yöneticiyle de bu konu konuşulup, küçük bir istişareden sonra usta çağrılıp kiremitler tamir edilecekti. Yağmur yağdığında kışın evin her odasında nem oluyordu. Yöneticiye çatı mevzusunu açınca:’ Olur olur, duvarlar terler, en üst kat, normaldir.’ Bu aralar sinirlerime de hâkim olmalıyım. Adama önce kendi evini sordum, ‘yok’ dedi, ‘benim evde sorun yok.’ Ben de’ yanımdaki daireye de gittim ben, bir gram tavanda nem namına iz yok, terleme de yok duvarlarda. Ulan memlekette tek cenabet ben miyim?’ Tabi son kısmı sinirle içe doğru yutulan bir söylemdi. Üstüm başım yaprak içindeydi. Yöneticiyle karşılaşmadan önce arka bahçeye dalıp, erik ağacına çıkmıştım. Şükür yanımda çanta vardı ve erişebildiğim ne kadar erik varsa toplayıp, çantaya koymuştum. Her bokun içine hormon koydukları bu devir de insan meyvelerin, sebzelerin tadını alamıyor. Kaldı erik, kiraz, çilek gibi çocukların bile görünce alınması için acayip maymunluklar yaptığı meyvelerden bahsediliyorsa, bilinmeli ki o meyvelerin kimyasıyla kesin oynuyorlar.
Bir ara yazarların gözüyle dünyaya bakma konusunda iyice sapıklaşmış, onlar nasıl düşünüyorsa ben de öyle düşünüyordum. Gerçek şu ki, birkaç saniye sonra kendime geliyordum ama o birkaç saniye bile değerliydi. Ne dediğimin farkında değilim, itibarlı bir mesleğim olsaydı Kafka’nın sözcükleriyle imrendirici bir yazı karalardım. Sonra o itibarlı mesleği taşaklarını utanmadan sallayıp gezen genetiği bozulmuş köpeklerin bir yerine tıkardım. İnsan nasıl olur da öyle köpekleri yanında dolandırır ki? Ben de köpek fobisi var, her türlü köpeğe karşı gıcığım ama yine de denediğim anlar oluyor. Mesela marketten kek alıp, sokakta gördüğüm ilk köpeğe yemesi için veriyorum. Sevmem önemli değil, bağırmadan çağırmadan, yanı başımda o masum oturuşunu gördüğüm an içim gidiyor, merhamet timsali oluyorum. Şefkatle yaklaşıyorum. Hayır, bir evin içine ne kediyi ne de köpeği sokamam. İzin vermediğim koşullarda bir sesin ya da hareketli bir canlının yanı başımda, yan odada bulunmasına razı olamam. Kedi köpek neyse de insan bile kabul etmiyorum. Bu artık sinir harbinin en dolgun maaşlı askerlerinin keyif çattığı son haftalar. Bir otuz altı yıl mutlu kalacağıma inanıyorum. Böyle inanmasam yaşayamam.
Başkalarının amcaları, dayıları, halaları, teyzeleri hayatlarında büyük yer inşa edebiliyorlar. Benim öyle bir hayatım olmadı. Kimi hayatının bir döneminde otogar da ya da tren garında onu karşılayıp, evine götüren kişinin amcası, dayısı, halası, teyzesi olduğunu iddia etti. Bu iddia yalan filan değildi, doğruydu. Enişteleriyle, yengeleriyle dolu bir sürü hikâye içerisinde elbette trajedisi bol, ağlamaklı hayat öyküleri de oldu, gülmekten bir yerden yarılması istenilen saçma sapan anlatılar da. Ben kendi hikâyem de yalnızlığı seviyorum. Otogara vardığımda yapayalnızdım. Onun hakkında malumatlarım kısıtlıydı. Eşinin çalıştığı iş yerini biliyordum. Evini de öğrenmek için çabalarım mutlu sona ulaştığında ne ilk ne de son olan otogar girişindeki otobüslere binip, merkeze doğru yol almaya başladığımda, gerçek ismini merak ettiğim kadar başka hiçbir şeyi o an merak etmiyordum. Herkesin farklı fantezileri olabilir elbette ama bayanın telefonda duygusal olarak tatmin olunma çabası vardı. Birkaç ay boyunca böyle bir aptallıkla yaşadığıma inanmak istemiyordum. Elinde filan değil, elinde tuttuğu telefonla beni oynatıp durmuştu. Tabi hepsinden öte attığı yalanın güzelliği karşısında yapacak bir şeyim yoktu. Bir insan nasıl olur da evli olduğunu gizlemek için kanser olduğu yalanını kullanabilir? Eşinin iş yerini bulduğumdan, evinin adresini bulup, evlerinin önüne kadar geleceğimi bilmesi gerekmiyordu ama yine de onun evde olmadığını söylediği anda evinin önünde durup, ayin yapmak iyi olacaktı. Şimdi söylediğim gibi ‘sürtük güzel olduğu kadar zenginlik içerisinde yaşıyor, yazın yataklı yat gezintileri filan, oh anasını’ demiyordum. Temiz hislerim vardı yine de. Sigara ucuzdu. Küfür etmiyordum. İspanyol komedisi oynuyormuş gibi, anne Fransız, baba Katalan bir çocuk olarak evlerinin önünde ‘por qué’ diye bağıracaktım. Porke, neden, bana bunu yaptın? Tabi zeki biriyse, ‘sen bunu kendin istedin, devam edip durdun.’ Böyle anlarda işte omurilik soğanıma doğru bir şeyin sızladığını hissediyorum. Evdeki son çikolatayı yerken nasıl üzgün oluyorsam, onun evine doğru yürüdüğümde de öyleydim. Evinin adresine gidilecek yolu, sokakları küçük bir kâğıda çizmiştim. Kâğıda bir daha baktığımı anımsamıyorum, içimdeki keder bana yol gösteriyordu. Por qué? Ama neden… Önce şöyle düşünmeli, ben bir bayan olsam, zengin olsam, aslında bu zenginliği rahatlık olarak değiştirelim, kocam da iyi bir girici çıkıcı olsa, gün boyu evde boş kalsam, ne yapardım? İnsan boş olmayı, yalnız kalmayı, hatta işsiz kalmayı seçenek olarak değerlendirip, seçmeli yoksa zorunlu olarak kendini o durumda bırakmamalı. Peki, evde oturan bir kadın ne yapabilir? Elbette çocuk doğurur. Her ne kadar düz mantık gelse de, çözüm yolu buradan gidiyor. Son ne oluyor? Ne mi oluyor? Onun gördüğüm son resminde iki çocuk doğurmanın verdiği inanılmaz bir çekicilik mevcuttu. Önceden çıtı pıtı kızlar gibi duran, hatta onunla en son konuştuğumuzda hamile olduğunu bildiğim insan, birkaç yıl sonra daha güzel biri olacaktı da, ben görmeyecek miydim? Bir şey başardığım filan yok, evini bulmak için de pek uğraştığımı söyleyemem. Her neyse, her şeyde öte evinin önüne geldiğimde, binanın içinde eşinin ismini görünce, bir an için zile basasım geldi. Zile dokundum mu? Zor nefes alıyordum. Üstüm başım sigara kokuyordu. Neden o kadar çok içmiştim ki? Heyecanlanmam gerekmiyordu, saat yediye geliyordu, bahardan yaza doğru kayıyordu mevsim, eşi sekiz gibi evde olacaktı ve eğer evdeyse ondan intikamımı alacaktım.
Normal de insanlara karşı elimden geldiğince sevgiyle yaklaşıp, saygı gösteririm ama bayanın son resmini gördüğüm an, evlerine kadar gittiğimde zile basıp basmadığımı düşündüm. Parmak izi bırakmamış olmalıyım. Eğer yalan söylemiş olsaydı, evde olsaydı, içeri girip onu dövecek miydim? Hamile haliyle tecavüz mü edecektim? Son telefon konuşmamızda özür dileyip, ağlarken ona kızamamış biri nasıl olur da böyle bir şeye kalkışabilirdi ki? İki hafta evvel iki sokak ötede adam eski eşine defalarca bıçak saplamıştı. Eski eşine, çocuklarının annesine saldırmış ve onu öldürmüştü. Sevginin nefrete dönüştüğü yeri merak ediyorum. Hangi dönemeçten sonra insan değişiyor? Hiçbir şey hissetmiyorum. Sesler gelip gidiyor. Hayatımı bitirebilirim. Birkaç sözcük daha devrederse geçmiş, şanslı bir ölüm olabilir. Tam hız duvara bodoslama gibi çekinceler olmadan, hızla gideceğim. Bir bedenin ne önemi var ki? Dudakların, dilin, yemek borusunun, akciğerlerin, kalbin, böbreklerin, karaciğerin, musluğun ve ayakların… Onu gördüğüm son resminde ayaklarını uzatmıştı fotoğrafı çekene doğru. Altında dizine kadar siyah bir etek vardı. Üstünde de göbeğine kadar ulaşmayan kolsuz bir body vardı. Şanslıydı ki göğüsleri ufaktı ama yine de kollarıyla kocasının boynundan kavrarken, ön görünüş itibariyle o kısmı kapatmıştı. Hayır, yanlış oldu, eteği dizine kadar değildi, uzundu eteği. Belinde üç santimlik lastiği vardı. Lastik geniş olanlardan ve içe doğru astarsız dikilmişti. Eteğin sağ tarafında işlemeler vardı. Saçları da üstündekilerle uyumluydu. Simsiyahtı. Ben ayaklarına kafayı takmıştım. Oje sürmüştü tırnaklarına. Her şey bir yana etli bir ayak yapısına sahipti. Yaşlanınca ayak parmaklarında kıl bile çıkardı. Belirgin bir iç rahatsızlığa sahipti. Sesinin inceliği, beynindeki hayal kurma yetisi ve acayip fantezilerin özrü ayaklarından belli oluyordu. Başlangıçta uzun olmasını dilediğim saçlarımın kısa olunca herhangi bir yoruma maruz kalmadan, benim aklımdaki tortulardan da uzaklaştığımı gösteren bir emare oluşuna inandığım ve bunu bana gösteren aynanın kardeşlerinden birine o da bakmıştır. Herhalde utanmıştır. Hayır! Kesinlikle hayır! Unutmuş olmalı. Nasıl da gülüyor, eğleniyor besbelli. Şimdi işte Türk filmi olabiliriz:
‘-Hoşça kal be, hoşça kal! Sen, sen başkasıyla evliydin ama benimle evli olsaydın bu iki çocuk da bizim olacaktı be! Birine Yağmur, diğerine de Âdem, Asım, Fikret gibi bir isim koyardık. Bana baba derdi be şu ufaklıklar.
-Yapma, söyleme böyle, üzüyorsun beni?
-Üzülmek mi? Kırmak, incitmek mi be kadın? Bunlar senin daha iyi bildiğin şeyler değil mi? Ben, ben mi inciteceğim seni? Ben ki ölü bir kedinin ardından iki gün yas tutan kederli bir adamım. Karıncaları antenlerinden öpesim gelir de, incitirim, öldürürüm diye karışamam. Ben mi seni üzeceğim?
-Kader…
-Kader ha! Bu kader ha, kader…’
Gözleri dört kat daha yeşil, yemyeşil, incitir bu kadar yeşil. Ah be kadın, gelinliğin de pek yakışmış hani sana! Bakma laf ediyorum ayaklarına da, dibine kadar güzelsin de, seni böyle görünce insan nutku tutulur adamın, zıpkın yemiş balık gibi nefes alamaz bir daha.
İnsan beş ayrı yere borç ödeyince mecburen yiyeceğinden de, giyiminden de kısıyor. Üç yıllık pantolonun ahı gitti vahı kalmış şekliyle giyerken utanmıyorum. Bir insan neden üzerindeki giysinden rahatsızlık hisseder ki? Orada arada sıradan insanların sesleri yükseliyor. Çocuklarının yasak bir sevişmeye dayalı olduğunu benden saklayan iş arkadaşımın benden nefret etmediğini iyi biliyorum. Onu alttan alıyorum. Bağırıyor. Bağırma diyorum. Hamilelikten sonra hala kalçalarını eritememiş. Çoğu kadın kalçalarında biriken yağın ne işe yaradığını bile bilmez. Bebeklerinin gelişiminde o yağın çok katkısı bulunur. Her neyse, insan her şeyden topluca nefret edince, bir zaman sonra nefretinin anlamsız kalışını fark edip, çark ediyor ve yine sevebiliyor. Onun da nefretinin sevgi denizinde kıyıya vuran yosunlar gibi görüyorum. Yosunlar her ne kadar denizi kötü gösterip, kıyının kötü kokmasına sebep olsalar da, deniz geniş ve çok güzel. İnsanın nefreti bir gün dindiği an, anlayışla karşılar karşısındaki insanı ve onun iyiliğini düşünmeye başlar. Hayatın iyilik olmadığı zaman hapisler, hastaneler ve mezarlar arasında matem dolu bir üçgen oluşturabileceğini fark ettiği an, nefret kıyımından vazgeçer. Böbürlenmez, merhamet besler, kendi için düşünmediği iyiliği dahi başkaları için istemeye başlar. Bir de paçalarıma damlayan çamaşır sularına bakmasalar. O gözler… Gözlerimin içine bakmayan gözler, insan konuşurken gözlerini kaçırıyorsa bunun da bir anlamı olmalı. Yöneticiyle konuşurken gözlerime bakmamaya çalışıyordu. Bende mi sorun var diye merak etmeye başladım, belki de içimdeki kötülüğü fark edebiliyor adam. O kötülüğü görüp, korkuyor da olabilir. Zaten konuşurken aramızda en az bir buçuk metre mesafe vardı. Kolum kıvrılıyor. Bileklerinden güçsüz, vazgeçilesi bir insanım. Aynadaki hayali boks müsabakasında aparkatla sendelettiğim beden kendimin. Oraya doğru bir çubuk ilerliyor. Hangisi olduğunu bilmediğim renkler çoğalıyor. Rüyanın ortasından konuşuyorum.
‘Por qué?’
Pencere kenarında oturmuş, tarakta kalan saçlarını yola doğru çekiştirip, atıyor. O, işte o, resimdeki gibi siyah bir şeyler üzerinde, omuzlarına kadar görebiliyorum. Aşağı kısmı pencerenin iç kısmında kalıyor. Ön görünüş itibariyle, üstten bakılırsa ayaklarını görebilirim. Soldan görünüşteyse saçlarının muhteşemliğine âşık olabilirim. Bir insan rüyasını kısa tutmak istediği de nerede görülmüştür? O beni görmüyor zannediyorum. İki eliyle başını kavrıyor ve başını iki yana sallıyor. İçeriden bebek ağlama sesi geliyor. Onu da duyuyorum. Saç telleri uçup, başıma düşüyor. Sanki saçlarıyla başımı okşuyormuş gibi huylanıyorum. Gözlerimi açtığımda pencerenin, odamdaki açık pencere olduğunu fark ediyorum. Pikeyle savaş halinde uyanıyorum. Pikenin uçlarından çıkmış birkaç ip başımı huylandırıyormuş.
Dünden kalan az bir yemek var. Makarna yapıp, içine karıştıracağım. Böylece yemek hem güzelleşiyor, hem de tasarruf yapmış oluyorum. Bu arada pikeyi de yıkamalıyım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.