- 1273 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
395 - DENSİZ ADAM
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
Bugün, birkaç aydır Setbaşı’ndaki bir kafede garson olarak çalışmakta olan iki erkek arkadaşın davetine beraber icabet edelim, dedik. Neşe, Orhan ve Define ile… Yani tam kadro… Define yine inadına hepimizden farklı bir durum sergiledi. Bahçede kalmayı tercih etti. Hemen girişte, en dipteki masaya ilişti. O iki arkadaşla beraber ne kadar ısrar ettiysek de onu içeriye girmeye razı edemedik. Cebi dolu olmadığı için böyle yerlerde kendisini sığıntı gibi hissediyor.
Bir süre sonra kahvelerimiz geldi. Arkadaşlarımız, oraya gitmiş olduğumuz için o kadar sevinmişlerdi ki onca işin arasında, biri gidip biri geliyor, bizi yalnız bırakmamaya çalışıyorlardı. Bir taraftan da tanıdıklarına bizi, özellikle Define’yi göstererek, hakkımızda bilgi verdiklerini: “İşte size bahsettiğimiz Define! Çok bilgili bir insandır. Bilge bir kişiliği vardır.” gibi şeyler dediklerini söylüyorlardı. Bazılarını da yanımıza getirip, bizimle tanıştırıyorlardı. Şöyle bir selam verip gidiyorlardı. Bunlardan biri onu tanımakta çok sabırsız olduğundan olacak ki:
“A! O bahsedilen kişi siz misiniz, efendim? Müsaade eder misiniz, masanıza oturabilir miyim?" diyerek, cevap beklemeden bir sandalye çekip, dedenin karşısına oturuverince, kendisini zorla kabul ettirmiş oldu. Dedeye de:
“Rica ederim, buyurun!” demekten başka söz kalmadı.
Kırk kırk beş yaşlarında olan bu adam, orta boylu, kumral, lise mezunu olduğunu söyleyen, önemli ve ünlü arkadaşlarından bahsederek övünmekten hoşlanan, kişiliğiyle değil de onların isimleriyle kendisini kabul ettirmeye çalışan birisiydi. Başkalarının üzerinden kendisini tanıttığından emin olunca, sanırım başka özellikleri olmadığından, sohbete siyasetle başladı. Alelacele, falan partiden milletvekilliği yapmış olan Ali Bey’in sağ kolu olduğundan girdi, onunla ne kadar samimiyet içinde bulunduklarından, birlikte nasıl çalışmalar yaptıklarını saydı döktü, o partinin ateşli bir taraftarıyken değerinin bilinmediğinden artık siyasetten soğuduğundan çıktı. Orçun dayanamayarak söze girdi:
“Ali Bey’i iyi tanırız. O partinin gençlik kolu başkanıyım. Sizi hatırlayamadım. Nasıl olur! Mutlaka bir yerlerde karşılaşmış olmamız lazım.”
“Bilmem ki! Epeydir uzağım da…” falan diye kaçamak cevaplar vermeye başladı, övünmekte olan. Konuyu değiştirip rahatlamak için soru sormaya başladı. İlk soru bize yönelikti:
“Sizler ne işle meşgulsünüz?”
“Öğrenciyiz. Henüz bir yerde çalışmıyoruz.” diye kestirip atmayı tercih ettik. Fazla konuşmak istemiyorduk. Ona neydi bizden? Ne işler yapmakta olduğumuz çok mu lazımdı ona? Fakat ille de deşecek ya yine sordu:
“Nerde okuyorsunuz? Eğitim’de mi?” Eğitim Enstitüsünü kastediyordu. Kısaca:
“Akademi’de…” dedim. İçimden: “İnşallah bitmiştir. Şimdi de kaçıncı sınıflarda olduğumuzu sormaya kalkmaz, İnşallah!” diye geçirdim. Korktuğum başıma geldi. Sırayla hepimize o soruyu sorup merakını tatmin ettikten sonra:
“Ya, demek öyle… Çoğunuz seneye mezunsunuz, o zaman. Ya siz beyefendi? Hangi üniversite mezunusunuz? diye Define’ye dönmez mi? Dedecik ne diyeceğini şaşırdı! Kendisini övüp göklere çıkaran bu adam onu hayran hayran süzmekteydi. Kızardı bozardı, alnında boncuklanmaya başlayan terleri silmek için kalkıp, pantolonunun arka cebinden mendilini çıkarırken:
“Şey… Ben… Böyle bir soru beklemiyordum.” diye geveledikten sonra sinirli bir şekilde kendisini korumaya koyuldu: “Hayatımda bana kimse böyle bir soru yöneltmemişti! Siz, ne hakla böyle bir şey soruyorsunuz? Size bu hakkı kim veriyor?” diye öyle bir saldırış saldırdı ki adam sorduğuna soracağına bin pişman oldu! Kocaman kocaman açılmış gözlerini dedeye dikip, kusur işlediğini bilmiyormuş, onun bu feveranının sebebini anlayamamış gibi bakarak, korku ve heyecanla:
“Afedersiniz, afedersiniz! Sorumu geri alıyorum. Olabilir, okuyamamış olabilirsiniz.” diye, hatasını tamir etmeye çalışırken bir çam daha devirdikten sonra hâlâ dersini almamış olacak ki: “Ne işle iştigal etmektesiniz, efendim?” diye güya konuyu değiştirme yoluna gitti. Sohbete zemin hazırlamaya çalışıyor, onu yakından tanıma merakıyla yanıyor, kıvranıp duruyordu ama dedede hal mi kalmıştı! Yine de cevapsız bırakmayı nezaketsizlik olarak telakki etmekte olduğundan:
“Efendim, ne gereği var bu tür soruların? Ben size soruyor muyum? Herhangi bir meslek işte!..”
“Neden sinirlendiniz, beyefendi? Sıradan bir soru işte! Mesleğinizi sordum. Çocuklar sizi methede methede bitiremediler de… Söylemenizin bir sakıncası mı var?”
“Yok ama gereği de yok!”
“Bilmem ki! Sizi tanımak istedim. Sizi göklere çıkardılar da…” Dede fena yakalanmıştı. Zor durumdaydı:
“Ne dediler?” diye yüzünü gözünü silmeye devam etti. Bu sorulardan adamakıllı bunalmış olduğu, birkaç düğmesini çözdüğü gömleğinin yakasını iki eliyle tutup, hızlı hızlı göğsünü havalandırışından belliydi. Yüzü sıkıntı ve terledikçe silinmekten pancar gibi olmuş, yanakları iyice kızarmıştı. Bir insan bir anda nasıl bu kadar ter dökebilirdi?
“Çok kültürlüdür!” dediler. “Ben de sandım ki…”
“Ne sandınız efendim? Ne sandınız? Profesör falan mı?”
“Ne bileyim? Öyle anlattılar ki! Filozof olduğumuzu söylediler. Her konuda bilgi sahibiymişsiniz. Her sorunu çözermişsiniz. Daha neler neler…”
“Mübalağa etmişler. Ben, kendi halimde, işportacı bir adamım. Amir memur falan değilim. Size ne bundan?”
“Olabilir efendim. Biz haddimizi biliriz. “
Define’nin içinde bulunduğu hal, öyle böyle bir hal değildi! Kündeye getirilmiş pehlivan gibiydi. Açık kahverengi gömleği, terden koyu kahveye dönmüş, buraya geldiğine geleceğine bin pişman olmuştu! Gururu elden bırakmıyor, başını dik tutmaya gayret ediyordu, sinirle kısacık, yarısı dökülmüş kaşlarını çatmıştı ama küçücük gözleri ağlayıverecek mahzun çocuk gözleri gibi masum masum bakıyor, kısmaya çalıştığı dudaklarının titremesine mani olamıyordu.
Okuyamamış olmasının nedenlerini anımsamış olmalı ki gözlerini yaşlar istila etmeye başlamış, onların akmasına fırsat vermemek için daha asabi bir hal almış, öfke barutu olmuştu! Adama düşman gibi bakmaya başladı. Öyle bozuldu, yüzü ve davranışları o kadar değişti ki adam da yanımıza gelip geleceğine bin pişman oldu! Baktı olmayacak:
“Haydi, çocuklar! Kalkın, gidelim!” diyerek kalktı. Hırsını alamamıştı. Yol boyu:
“Adamın küstahlığına bakın! Gelip, masama oturma cesareti gösteriyor, yetmezmiş gibi bir de ahiret sualleri sormaya başlıyor! Falan milletvekilinin sağ koluymuş da filanın sol bacağıymış! Bana ne ulan senin ne olduğundan, benim ne olduğumdan sana ne!?
Sanki not verecek! Sorgu sual hâkimi kesildi başıma! Saygısız! Kendini bilmez! Densiz adam!.. Hayatımda kimse bana neci olduğumu sormadı. Bu ne cesaret! Ben ona sordum mu? “Nesin, necikcisin?” dedim mi?” dedi durdu.
“Sakin ol, dede! Sen demez miydin: "Cahil..." diye. Lafını küfünü bilmiyor. Bilse, iyisini der. Üstünde durmaya değmez. Boş ver, unut gitsin!” diye yatıştırmaya çalıştık ama nafile…
Onu, hiç o kadar ezik görmemiştim! Adamın kötü bir niyeti yoktu aslında. Nerden bilsin Define’nin tahsil durumunun orta ikiden terk olduğunu? Ortaokul diplomasının bile olmadığını… Bizimkiler o kadar övünce, derya sanmış garibim! Kılık kıyafet yerinde, üslup düzgün olunca… Bir de çevresinde üniversiteli gençler… Kim bilir ne sandı! Sorduğuna soracağına bin pişman, masada öylece kalakaldı.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 395