- 803 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÂŞIK ALİ (GÖZÜKARA) İLE EMİNE…
ÂŞIK ALİ (GÖZÜKARA) İLE EMİNE…
Anam güngörmüş bir kadındır. Çocukluk yılları yokluk, kıtlık içinde geçmiş; seferberlikte kalanların iç burkan hikayelerini dinleyerek ve hayatın soğuk yüzünü aklı yettiği anda hissederek büyümüştü.
İlkokuldan hemen sonra, aynı köyden ve farklı bir kabileden, gözünü daldan budaktan esirgemeyen bir delikanlıyla evlenmişti. Kocasının –babamın– bu gözükaralığı başına iş açmış, girdiği bir köy dövüşü yüzünden on iki yıla mahkum olmuştu.
Anam aynı zamanda bilge bir kadındır da.
Köyümüzde, uzun kış gecelerinin değerlendirilmesi amacıyla, çeşitli kabilelerden hali vakti yerinde kişiler tarafından “köy odası” tabir ettiğimiz odalar açılırdı. Buralara devam etmek için aynı kabileden olma şartı yoktu, herkese açıktı bu odalar. Hatta bir köyden diğerine giderken akşam sonrasına kaldığından yoluna devam edemeyen yolcular da misafir edilir, rahat etmesi sağlanır ve varsa hayvanı ahıra çekilirdi.
İşte anam böyle bir ortamda yetişmişti. Babamın yanı sıra dedemin de anama ilgisi hep farklı olmuştu. Bunun da nedeni, anamın, okur-yazarlığın kısa olduğu o dönemde dedemin açtığı odada “Âşık Garip”, Âşık Kerem”, “Gündeşlioğlu”, “Sürmeli baa”, “Biber çiçeği”, “Süpürge”, “Karacaoğlan”, “Dadaloğlu”, “Köroğlu” ve cenk kitabı diye tarif edilen Hayber kalesinin fethi gibi kahramanlık kitaplarını okuması olsa gerektir.
Anam, bizleri, o dönemde okuduğu kitapların kahramanlarını anlatarak büyüttü. Gaz lambasının titrek aleviyle aydınlattığı sarı ışıklı odada, anam hikayesine başlarken bizler birbirimize nasıl da sokulurduk...
Anam, okudukları dışında, sayısı azımsanamayacak gerçek hayat hikayesi de bilirdi.
“Anacığım Âşık Ali Emmi’nin nasıl âşık olduğunu biraz anlatsana” dediğim bir gün, nazlanmadan, başlamıştı anlatmaya:
“Oğlum ‘Aşk ağlatır dert söyletir’ demişler. Bu konu ne zaman açılsa Ali emminin gözleri dolu dolu olur, âşık olacak denli bir güzele rastladığından dolayı bahtlı, kavuşacak imkanı bulamadığı için de bahtsız biri olduğundan bahseder dururdu. Haksız da sayılmazdı hani. Anlatırken çocukluğundan başlar, yokluk içinde geçen günlerini iç geçirerek andıktan sonra sözü askerde âşık olduğu Emine’ye getirirdi.
Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘Çoban çeşmesi’ şiirinin son kıtasında;
Ne şair yaş döker, ne âşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar.
Beyhude seslenir, beyhude çağlar,
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi...
dediği gibi, eskiler edep insanıydı. Sevdiler mi adam gibi sever, kavuşamadıkları sevgilinin hatırasına hürmet gösterirlerdi. Her ne zaman ‘sevip-sevilme’den söz açılsa, sesleri boğulur, gözleri ufuk çizgisine dikilerek, geçmişi bugüne taşırcasına terler, yaşanmışlığın sevabını ona verir, yaşanmamışlığın vebalini ise kendi omuzlarına alırlardı.
Eskiler aşk ile hasreti yan yana anarlardı. Hasretin verdiği çileye katlanmayı göze alamayanların aşkla işinin olamayacağını söyler dururlardı.
Her aşkın bir hasreti var, her hasretin bir çilesi
Çilem çekilmez değil ama bir de çektireni var...
diyen Hz. Mevlana da buna işaret etmiyor mu?..
Ali emminin ağzıyla anlatayım da dinle bak; sen ne diyeceksin Ali emmiyin kaderine…
“1928 yılında gözlerimi açtığım dünyanın zevkini tatmadan, henüz altı yaşımda iken babam (Mehmet) vefat etti. O çağda hayatın en acımasız yanını tatmıştım. Dün gibi hatırlıyorum. Bir kış gecesi, ocağımızın bacaya doğru uzayan alevlerinde ısınırken anamın için için ağladığını gördüm. Benim de gözlerim yaşardı, birden boynuna sarıldım. ‘Nen var, neden ağlıyorsun?’ diyerek, hissettiği üzüntüye, çektiği sıkıntıya ortak olmak isterken o yüzünü karanlığa çevirerek gözyaşlarını siliyordu. Israrla ağlamamasını istediğim anam (Hatice), ocağın kızıl alevlerine mıh gibi çakılı gözlerini bir yere çevirmeden başladı anlatmaya…
“Oğlum, baban I. Cihan Harbi’nde -İngilizlerin bizden koparmak istediği- Yemen çöllerinde çarpıştı. Gidenin gelmediği Yemen’den döndüğünde insanlık halı kalmamıştı desem yeriydi. Koca Osmanlı ordusuna mensup diğer askerlerin durumları da onunkinden pek farklı değilmiş hani. Çektikleri sıkıntıları, uğradıkları ihaneti, düştükleri pusudan kurtulurken verdikleri zayiatları, sıtma, kolera ve dizanteri gibi bulaşıcı hastalıkların çarpıştıkları düşmandan daha fazla telefat verdirdiğini anlatıp dururdu. Yemen’le payitaht arasındaki bağlantının kesilmesinden sonra içerisine düştükleri çaresizliği anlatırken yüzüne yansıyan ifade o günün resmi gibiydi. ‘Bizim gibi ölmeyip el’ine, aşiretine dönenlerin yanı sıra, kolu, bacağı kopmuş, gözleri kör olduğu halde memleketine dönemeyen nice koç yiğit o topraklarda kaldı. Onlar bekleyenlerine kavuşamadı’ der der ağlardı.”
Acılarımız henüz kabuk bağlamamıştı…
Bir gün, Elbistan’a süt-yoğurt satmaya gidenlerin şehirden döndükleri sırada kapının önünde birkaç komşu hanımıyla oturuyordum. Dediklerine göre, Yunanlılar İzmir’e çıkmıştı. Söz vaktinde açılır oğul. Böyle bir gecede, ocağın başında oturuyorduk. Ben şehirden gelenlerden duyduklarımı babana anlattım. Rahmetli tam senin oturduğun yerde oturuyordu. Neşenin çekildiği yüzüne aniden bir bulut gölgesi hâkim oldu. Ve ‘Desene hanım, bize yine yol göründü…’ dedi.
O gecenin sabahına helallaşıp gitmişti.
Gazi olarak tekrar köye döndüğünde Yunanlıların o güzelim İzmir’i nasıl acımasızca yakıp yıktığından tut da, kahraman ordumuzun başkumandanı Mustafa Kemal Paşa’nın yaptıklarına kadar, olup bitenleri anlata anlata bitiremezdi.
Sen doğduğunda baban ne kadar sevinmiş ve şükretmişti… O denli şükretmesini ve sevinmesini sakın yanlış anlama; sevinci ve şükrü, oğlu olduğu için değil, vatanın zor günlerinde göğsünü düşmana siper edecek bir vatan evladı daha dünyaya geldiği içindi…
Ne yazık ki babana bugünleri görmek nasip olmadı. O vefat ettiğinde (1934) sen altı yaşında idin, kız kardeşin de beşikteydi…”
Bunları anlatırken anamın hıçkırıkları konuşmasının önüne geçiyordu…
Çocukluk yıllarım anamın, babamla ilgili hatıralarını dinlemekle geçti.
Seneler birbirini kovaladı…
Bu arada unutmadan söyleyeyim. Babamın emmisi Yusuf (Çavuş) Efendi’nin de çok iyiliğini gördüm. Benim bugünlere gelmemde çok emeği vardır. İlkokula göndermesinin yanında görgü ve bilgimin artması için, eline geçen her kitabı bana getirmesinin ne demek olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.
Gün döndü, vakit tamam oldu, askere gittim…
Askerlik hatıralarımı anlatarak sizi sıkacak değilim. Nasıl sevdalandığımı anlatayım en iyisi.
Askerliğimi Erzincan demiryollarında yerine getiriyordum.
Demiryollarında kadrolu revizör -tren istasyonlarında, yük ve yolcu vagonlarını kontrol eden, eksik ve arızaları belirleyen kişi- muavini olarak çalışan Ahmet beni çok sever ve diğer askerlerden ayrı tutardı.
Samimiyetimiz o kadar ilerlemişti ki sorma gitsin. Ablasıyla kalan Ahmet bir gün beni akşam yemeğine davet etmişti.
Ziline bastığımız ev; her tarafını renk renk çiçeklerin süslediği mütevazı bir lojmandı. Kapıyı; boydan giydiği puanlı elbise içinde adeta bir periyi andıran, saçı tepesinde toplu, al yanaklar üzerinde karanlık gecede kutup yıldızı gibi parlayan yeşil gözleri ile ‘Dayıcığım, neden geç kaldınız?’ diyen kadife sesin sahibi genç bir kızdı. ‘Yeğenim Emine’ diye söze karışan Ahmet’in “Yemekler soğudu demeyesin’ sözleri arasında bizi içeriye buyur ediyordu.
Benim aldığım elektriği o da almış olmalı ki, yemekte sık sık bana baktığını hissettim. Her mimiğime karşılık verdiği duygusunun beni cesaretlendirmesinden olsa gerek, bir fırsatını bulup kendisine göz kırptım. Aynı şekilde karşılık vermesi üzerine kalplerimizin birbirine ne kadar yakın çaptığını anladım; adeta kalp atışlarını hissediyordum. Emine hayatının on yedisinde, taze bir gül idi. Yeşil gözlerini uzun kirpikleri gölgeliyordu. Bir ipek kelebi kadar yumuşak görünen saçları tepesinde nasıl da büyüleyici duruyordu. Hayatımın en anlamlı anları onu gördükten sonra yaşadığım anlardı…
Emine’yle hafta sonları parkta buluşuyor, geleceğe dair hayaller kuruyorduk.
Benim için…
Emine;
Ceylan bakışlı;
Hasretiyle feryat eden bülbüllerin âh u zârına muhatap bir gül’dü...
Saçının her teline kırk âşık asan, dolunay doğan yüzünden yayılan ışığın göz kamaştırdığı, mühür dudakları arasından inci dişlerin ışıltısının oynaştığı, bakanın kendini alamadığı, periler diyarının kızıydı...
Emine’nin baygın bakışları karşısında sarhoş oluyor, her gördüğüm çiçeğe, kuşa, dala, yaprağa şiirler söylüyordum.
Her gece, Sivas’tan gelen tren gecenin on buçuğunda Erzincan’da olurdu. Bunu bilen Emine’yi her gelişimde beni bahçede beklerken bulurdum.
Bir gece yine aynı trenle gelmiş, doğruca Emine’nin bulunduğu bahçeye koşmuştum. Vardığımda, havuzun başındaki kanepede uyuyakaldığını gördüm. Yanına oturarak saçlarını okşamama rağmen uyanmayan Emine’me ilk şiirimi söyledim. Mehtaplı gecenin şahit olduğu o an, kalbimin derinliklerine akan bir ırmak misali beni alıp hep o geceye götürür:
Akşamdan yatmış havuz başına
Seni uyur iken gördüm Emine
Asmanın dalları deymiş döşüne
Saçınla beraber ördüm Emine
Kınalı ellerin düşmüş bir yana
Biraz seyrettim beyaz gerdana
Okşaya okşaya getirdim cana
O gonca güllerim derdim Emine
Beklerken dalmışsın tatlı uykuya
Yüzün nuru şule veriyor suya
Seyrettim cemalin ben doya doya
Kalmadı dünyada derdim Emine
Benim için beklemişsin yolları
Rüzgardan üşümüş narin kolları
Bize siyeç olan şu gül dalları
Ne kadar eyledi yardım Emine
Gözükara’m başucunda bekleyim
Hatıranı kalp evinde saklayım
Gül yerine saçlarını koklayım
Kesip deste deste verdin Emine
Bunları söylerken, Emine, hafifçe araladığı yeşil gözlerini gözlerimle buluşturarak seyrine doyum olmaz bir ziyafet sunuyordu. Günler günleri kovalarken hemen her akşam Emine’yle buluşuyor, geleceğe dair hayaller kuruyorduk…
Ben, içinde bulunduğumuz tılsımlı ânın bozulmasından o kadar korkuyordum ki… Kendimi, sonbaharda rüzgarın dalından düşürdüğü yaprakla özdeşleştiriyor, o anlarda gözlerim bana danışmadan yaşlar döküyordu. Bir dönem kendisini süsleyen, nefes alıp vermesine vesile olan yaprakla kavak arasındaki ilişki Emine’yle aramdaki ilişkiye ne kadar da benziyordu.
Benim ağladığımı fark eden Emine’nin de gözleri bulutlanıyor, seher vaktinde çimenlere düşen çiğ misali, yanağında beliren gözyaşı damlası, arkadan gelecek damlaları haber veriyordu. Belki de o an ikimiz de aynı şeye ağlıyorduk. Kim bilir?
Bu beraberliğimiz yüzbaşının hanımının dikkatini çekmiş. Sivas’tan gelen trenin peronunda Emine’yle gezindiğimiz bir gün, birden ‘Gözükara, buraya gel!’ diye seslendiğini duydum.
Bir an şaşırsam da toparlanmam uzun sürmedi.
‘Buyur abla’ diyerek telaşla yanına yaklaştığımda ‘O kız kim?’ dedi.
‘Bir akrabam’ dedim.
Sağ elinin işaret parmağını gözüne götürerek ‘Bu ucuz numarayı yutar mıyım, ben İstanbulluyum’ deyiverdi.
Ne kadar inkara çalıştıysam da inandıramadım.
‘Akraba öyle ağlar mı? Belli ki siz birbirinizi seviyorsunuz. Doğruyu söyleyin de size yardımcı olayım’ dedi; ‘Âşıklar etraflarını görmez, bilirim; gözlerim sizi takip ediyor’ dedi. Sonra, beni bekleyen Emine’yi elinden tuttuğu gibi yanıma getirdi. Tüm ısrarına rağmen durumumuzu anlatamadık.
Bu arada Erzurum’a dağıtım oldum.
Bizi neyin beklediğini bilmeden, gözyaşları arasında trene binerken, ayrılık saatini beklediğimiz son yirmi dakika içinde neredeyse hiç konuşmadık…
Kampana vurup hareket zamanının geldiğini işaret eden düdük çaldığında, Emine, elime, uçlarından kestiği bir tutam saçıyla bir resmini içeren bir mendil tutuşturdu. Mendili okşayarak iç cebime korken, Emine’nin dudaklarından ‘Beni unutma ve habersiz bırakma’ sözleri dökülüyordu…
Tren ayrılık habercisi düdüğünü çalarak hareket ederken ben Emine’m için şu türküyü söylüyordum:
Sabahleyin bin emri de verildi
Kara tren bizi çekti gidiyor
İki âşık kalp evinden vuruldu
Vallahi ciğerim yaktı gidiyor
Dost elinden içtim ayrılık zehri
Feleğin bana mı olanca kahrı
Sakla emanetim Erzincan şehri
O nazlım boynunu büktü gidiyor
Sabahleyin geldi yanıma durdu
Bergüzar olarak saçından verdi
O beyaz kolların boynuma sardı
Gözünden kanlı yaş döktü gidiyor
Gözyaşları ak yüzünde parladı
Çekti kara tren hemen harladı
Makas başınâçın mendil salladı
Döndü döndü geri baktı gidiyor
Gözükara’m der ki sızladı yârem
Sevip ayrılanlar olmaz mı verem
Melül mahzun kaldı o kaşı karam
Gönül saraylarım yıktı gidiyor.
İçine düştüğüm durumdan nasıl çıkacağımı bilebilsem, ayrılık ateşine dayanabilirdim. Lakin, kaderin bizi birbirimizden uzaklaştırdığı aklıma düştüğünde, tüm düşüncelerim bir kara delikte akıp kayboluyordu. Önümü göremediğim gibi bir çıkış yolu da bulamıyordum. Bu durum beni dalgınlaştırıyor, düşüncelerim davranışlarımda ete kemiğe bürünüyordu.
İçinde bulunduğum ruh hali; Kars’ın Kızılçakşak istasyonuna sürgün edilmeme sebep oldu. Kızılçaksak demiryolunda bir ‘takım’ asker görev yapıyorduk. Takımımızın işi, haftada bir gün geçen Rusya treninden sonra bozuk rayları söküp, ray altlarına döşenen ağaçları değiştirmekti. İşimiz kolaydı kolay olmasına da, aylar geçmesine rağmen Emine’den mektup alamamıştım. Meğer bölük kumandanı gelen mektupları alır, bana verdirmezmiş. Bense Emine’m yazmıyor diye kahrolup duruyordum.
Bir gün posta erine ‘Bana mektup gelmiyor mu?’ diye sordum.
‘Geliyor’ dedi. Nedenini izah eden posta erine rica ettim ve ‘Ne et et mektuplarımın bana ulaşmasını sağla’ dedim. Sağolsun, çok geçmeden, koynuna sakladığı Emine’min mektubunu getirdi.
Alelacele açıp okuduğum mektupta ‘Bu üçüncü mektubum, bir türlü cevap yazmadın’ diyordu. Demek ki benim mektuplarım da Emine’nin eline geçmemiş diye düşünerek okumaya devam ettim; Erzincan istasyonunda kısım şefi olan abisinin tayini Samsun’un Ladik istasyonuna çıkmış.
Abisi göçünü Samsun’a çekmeden Erzincan’a ulaşayım da Emine’yi bir kez daha olsun yakından göreyim diye, yüzbaşımdan izin istedimse de vermedi. Ben de izinsiz (firar ederek) Erzincan’a gittim. Gittim gitmesine de, onca beklememe rağmen Emine’yi görmek nasip olmadı. İçine düştüğüm bu duruma tercüman olmak üzere şu türküyü söyledim:
Bir değil beş değil belki yüz oldu
Sevgilim şu beni ağlattığın gün
Karlı dağlar ayağımda düz oldu
Aşkınla sinemi dağlattığın gün
Bahçeme girmiştin o gün gizlice
Heyecandan kalbim titredi nice
Ne kadar mesuttuk oysa o gece
Bana ilk şiiri söylettiğin gün
Baygın bakışlarla ne hoş gülerdi
Kumral saçı iki yana bölerdi
Ayrılmaktan korkar gözün dolardı
Örüp saçlarını bağlattığın gün
Gözükara’m der ki yabana ektin
Günlerce ağlayıp gözyaşı döktün
Ne bir mektup yazdın ne de tel çektin
Gurbette gözyaşım çağlattığın gün
Sordum soruşturdum ki Emine’ler Erzincan’dan gideli iki gün olmuş.
Bu arada benim birlik’te olmadığımı farkeden yüzbaşı -çok samimi olduğumuz- arkadaşımı sıkıştırarak gittiğim yeri öğrenir. Dört bir yana tel çeker. Beni Zile’de yakalayıp koluma taktıkları kelepçeyle birliğime teslim ettiler. Sağolsun, yüzbaşım firarımı vermemiş. Hafif bir disiplin cezasıyla atlattık.
Emine’den mektup gelmiyor, ya da yine yüzbaşı alıkoyup elime değmesine mani oluyordu. Emine’den önce abisinin eline geçer korkusuyla ben de mektup yazamıyordum.
Terhis olur olmaz Ladik’e gittim. İstasyon şefine sorduğumda, ‘O dediğin şefin Eskişehir’in Sazaklar istasyonuna tayini çıktı’ dedi. Böylece, Elbistan’a dönmek zorunda kaldım.
Eve gelince, o zamana dek kimselerde görülmeyen bir derde tutuldum. Her tarafım çıbana kesti. Dermanını bir türlü bulamadılar. Elden ayaktan düştüm, yürüyemez hale geldim. Beni bir kağnıya atarak doktora götürdüler. Elbistan’da Köprübaşı’ndan geçerken, elinde naylon çanta ile yanımızdan geçen bir güzelin yürüyüşünü Emine’ye benzeterek şu koşmayı söyledim:
Ilgıt ılgıt esen garbi yelleri
Açtı m’ola Elbistan’ın gülleri
Siyah kemer sıkmış ince belleri
Şurada bir suna da geçti gidiyor
Sallanışı benzer benim dostuma
Kumral saçlar ak gerdanı üstüne
Bilmem bu güzelin bana kastı ne
Yar eli kalbimi deşti gidiyor
Gürün elmasına benzer yüzleri
Söyledikçe mana dolu sözleri
İpek çorap giymiş muhkem dizleri
Uygun adım ile geçti gidiyor
Rengi vardır has bahçenin gülünde
Naylon çanta tutmuş nazik elinde
Bir ben değil Elbistan’ın dilinde
Bülbül gül dalından uçtu gidiyor
Köprübaşı mıdır dostun yolağı
İnci küpe takmış ufak kulağı
Altın bilezikli beyaz bileği
Şavkı şu âleme düştü gidiyor
Elinden suna da şu aşkın meyi
Beni gören âşık del’olsun deyi
Ceyhan kenarına yakındır evi
Bir çatal kapıyı açtı gidiyor
Gözükara’m yaralarım iyi oldu
Bilmem ki bu yavru nereden geldi
Ben ismini sordum o bana güldü
Bahar seli gibi taştı gidiyor
Muayene eden doktor çok meraklanmamam gerektiğini, sıkıntı ile gelen bu derdin ancak neşe ile atlatılabileceğini söyledi. Ben de o gün bugündür her fırsatta seyahat ederek hem gamımı dağıtıyor, hem de Emine’min izine rastlama umuduyla o şehir senin, bu şehir benim dolaşıp duruyorum” derken sesi titrer benzi atardı..
“Tabii ben düzayak anlatıp geçtim; Ali emmin türküleri kaidesiyle söyler; yanık sesi, bu sevip de kavuşamayan iki gencin aşk hikayesini dinleyenlerin gözlerinin yaşarmasına sebep olurdu. Eskilerin boşa gitmiş sözü yoktu, ‘Herkes ölü evine gider, ama kendi ölüsüne ağlar’ demişler. Belki de ağlayanların da herbirinin dışa vuramadığı bir aşk hikayesi vardır; kim bilir...
Aşkı sevene değil sevip de kavuşamayana soracaksın. Ben böyle biliyor, böyle söylüyorum; fakat elbette ki en iyisini Allah bilir… Gerisi kurgu oğlum, gerisi kurgu...”
-----------------------------------------------
: Alkış Dergisi, yıl: 13, sayı: 76, Temmuz-Ağustos 2014, Sy: 9-13, Kahramanmaraş Kültür Sanat Evi Yayın Organı.
YORUMLAR
KÖYDE ANALARIMIZIN HİKAYELERİ BİTMEZDİ, O HİKAYELERLE BÜYÜDÜK... O hikayeler sayesinde bir kaç kuşak öncesindeki dedelerimizin, ninelerimizin hayat hikayelerini öğrenebildik. Aynı duyguları yaşadım yazınızda. Müthiş bir keyif aldım. Kaleminize, yüreğinize sağlık...SAYGIYLA
Gözükaram
Bizler bir önceki (kağnı dönemiyle) kucşakla bir sonraki (iletişim çağını) kuşağını arasında (Şanslı) köprü bir kuşağız. Ne bizden öncekiler bu kadar hızlı değişim yaşadı, ne de bizden sonrakiler böyle iki devri anda görmeye muktedir olacaklar.
Selam sevgi ve muhabbetle Kalın efendim...