- 606 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'mürted'
Gıdaların kimyasıyla oynandığı bu devirde erkeklikten bahsetmek de biraz abes kaçıyor. Öyle ‘erkek adamız, güçlüyüz’ deyip ağzına kadar dolu çuvalı sırta alıp kilometrelerce yol yürümek, eskilerde kalmış bir güç gösterisi olmalı. Yine de dikişli parmağın tüm ‘hayır, yapamazsın’ sızlanmalarına karşın bu güç gösterisinden başarıyla çıktım. Belki de bu ekmek kapısına saygısızlık ettiğim şu cümleleri bana yazdıran şey de, o çuvalın daha rahat taşınabildiği anları yaşatan da, tüm o yorgunluğun üstüne feribotun tuvaletine cüzdanı düşürmeme sebep şaşkınlıkta metrodaki güzel bayandan başkası değildi. Elbette abartıyorum. Uykusuzluğun ve üstüne yorgunluğun verdiği halsizlikle beraber cama başımı dayamış, gözlerimi kapayıp, ritmik olarak da açarken, karşımda o güzel bayanı gördüm. Gözlerimi ve başımı çevirecek halim dahi yoktu. Sabit bir demir top gibi başım bedenimle aynı yöne çevrilmiş ve rüzgârın özgür dolanışına imreniyordu. Bir kere de olsa benim ona baktığımı fark edeceğine inanıyordum. Yaklaşık on beş dakika sürmeyen bir yeraltı yolculuğunun sonunda her şey unutulacaktı. Nihayet beklenen o an gelmiş ve gözlerine sürdüğü kalemle beraber siyah bir zeytin tanesini anımsatan gözleriyle bir buçuk saniyelik bakış çatışması yaşanmıştı. Evet, çatışmadan başka bir eylem ya da eylemsi demek lazım, bu durumu açıklamak için gayet yeterliydi. İnene kadar bir daha hiç bakmayacağını hissediyordum. Yine de bu hissin bir şaka olmasını diliyordum. Kumkapı bayırını çıkarken kendi vatanının turisti sayılmamız da bir şakaydı. Etraf Harlem sokaklarını andırıyordu. Daha çok az gelişmesi istenen bir ülkenin sokakları olarak da tanımlanabilirdi. İşsizliğin insanların ciğerlerine çektiği sigara dumanından belli olduğu şehrin en büyük kilisesi yapayalnız, elinde tespihi, gür sakallı Ermeni’si yarınlardan umutsuz, Suriyeli çocuğun elleri kirli ve babasız, şehir yıllarca biriktirdiği ağırlığı kaldıramayacak kadar bitkin ve kederliydi. Her şey bir yana insan bunca gürültüyü kaldırabilir miydi? Sessizliğin bile ağır bir gürültüsü olan şu dünya da… Geçen gün bir arkadaşıma ilk defa birkaç gece önce bir yıldız kaymasını şahit olduğumu söyledim. Yalan olduğunu fark edince kendimden utandım. Küçükken dedemlerin evinin terasında uzanır, yıldızları seyrederdim. Bazen bunu gündüz de yinelerdim. Sıcak Temmuz vaktinde, güneşin bulunduğumuz bölge üzerinde en etkili olduğu zamanlar da saatlerce aynı yer de uzanır, gökyüzünü, uçurtmaları ve güvercinleri seyrederdim. Lise günlerinde de okulun karşısındaki evde güvercin yetiştiren adamın güvercinleri gökyüzüne saldığı saatlerde dersten çıkar, bazen teneffüsleri uzatır, kendim için Tanrı’nın bir hediyesi saydığım çam ağacının altına uzanırdım. Bembeyaz güvercin hep takla atardı. Ona taklacı güvercin diyordum. Birkaç tane çakal güvercin vardı. Azman ve Bursa güvercini de gördüğüm oluyordu. Türevin ve integralin bir kuş tüyünde boşluğa akıp gittiği günlerdi. Güvercinin bir canı, her canlının güvercin gibi uçup, özgürlük şarkıları mırıldanmak isteyen ruhunu yaratan tek bir güç vardı. Bazen boynuma kadar uzanan çam ağacının iğne yaprakları beni rahatsız ediyordu. Şiirler vardı. Redifli ve komik, trajikomik…
Gece mavi oktavlı bir mızıka notasının emrinde, uzaklardan gelen teker ve motor seslerinin güzel havayla beraber ilginç çağrışımlar var ettiği odanın en karanlık noktasında saat var. Bir iç döküm diliyor saat. Ona bakıyorum. Yüzüm acıyor. Yüzümü tırmalayan bir pişmanlık var. İnsan pişman olurken, af dileyebilmeli. Affedebilmeli kendisini. Matemini belki de. O nemli matemi affedebilmeli. Hangi zamandan kaldı bu matem? Bir zaman yol alınır da, insan bıkar, sıkılır, hani etliye sütlüye karışmadan itiverir göze aldığı şeyi. Makul görülmez bu, insana dokunur, acır, geriye gider ayakları, gafildir gözleri. Bakıyor zanneder, görememiştir. Duyuyorum diyordur, hayır, kulağı sağırdır, dili laldır. Geriye bakarsam, hayır, gerideyim, öteberi gibi, başa geçirilebilecek ne güzel elbiseler var şimdi. İnsan eskitilip, paçavra gibi bir köşeye atılır ya, burnum tevazu meselesini anımsatıyor. Yerin dibine girdi girecek ve eskisinden daha güzeline pencereler açılıyor. ‘Summun bukmun umyun fe hum lâ yerciûn’ diyor boş duvarlar. Hayır, boş değiller, saat var. Bir saat, dakikalar, saniyeler; hayatı gösterircesine cesur ve gözleri bir insanın dünyaya kapanıncaya kadar orada bekliyorlar. Bir yerler kapanıyor, bir yerler, inanmış sinelerin bağırıp, ciğerlerini paralayacakları bir yer var, açılıyor tekrardan. Sanki gökyüzü hamamı, yıkanıyor, arınıyor alınlar. Başım dönüyor. Zaviyenin kurutulmuş dolma biberler alakası yok. Öyle haşlanıyorlar tava içinde. Buzlukta aylar öncesinde kalma biraz kıyma. Beraber yemek olacaklar. Bir taam, mideye girecek, birkaç saat içinde kan olup, gerisi tekrar dönecek. İyi günlerin yine de eskide olduğunu bilmek, tat vermeyen bir zanaat oluyor yaşamak ama hayır, tatlı günlerin ileride olacağını kim söylüyor. Eski günler, mürted olmadan önce, o güzel günler… Hey gidi acayip karanlık, bu boşluğun manası, insanı mahveden şey; sütre, terin tam da astarsız derisinden ısırırcasına kaldırıma akmak istediği saatlerde yine insan geride güzel şeyler umabiliyor. Yaşamadığı yıllardan, devirlerden, daha öncelerinden, gülün muhabbet olunduğu, bülbülün coşup, naatlar sıraladığı, güvercinlerin meşakkatli yollara kanat çırptığı saadetli güneş altında. Keremi neydi ki o muhabbetin? İnsanın hüznüne bile gark edemediği bu günlerde, eskilerden aynı matem için el verip, yükselen gölgeler anımsıyorum. İltibas değil, ilticaydı gönülden. Ceberut görünen taşlar, kayalar, imtihanlar, insanlar, yasalar; her ne var ediliyorsa iyilikle kötülüğün savaşında rahmeti silmek için, yine de bir güç, tüm tabloların sahibi son noktayı koyacak. Sabır gerekli elbette, sabır, o zayi olmayacak gücün gölgesinde gezinenler için kuvvetli dayanak; sabır…
İç dökümün cebinden boşalan fatura makbuzları ve daha ödenmemiş faturalar. Ne zaman pantolonumu çamaşır makinesine atsam birkaç defa cebimi kontrol edip dururum. Para çıkmayacağını bilirim, yine de en ufak bir kağıt parçası da kalsa, makine içerisinde yumuşayıp, parçalara bölünebilme ihtimalini sevmediğim için kontrol ederim birkaç defa. Saat asıldığı yer de duruyor. Oda parfümü dibini gördü, oda az da olsa toparlanmış ve çay suyu hazır beklemekte. Pantolon cebindeki kağıt parçalarından odanın içerisinde çok var. Hepsini aynı yere toplama alışkanlığı oluştu nicedir. İnsan da bir zamandan sonra saçma huylar sahibi olabiliyor. Nefret ediyor. Bağırıyor, çağırıyor, hatta küfrediyor kendi kendine. Sonra başkalarına. Yeni icatlar çıkarıyor bazen de. Hep gittiği yerden de değil de, yolu değiştirip, başka bir bilinmeze giriveriyor. Köpekler çıkıveriyor insanın karşısına. Kediler gibi kaçamayacağını bilen insan korkuyor. Bir araba geçiyor. Saat ilerliyor. Şehrin göbeğinde bir kadına eski kocası defalarca bıçağı saplıyor. Bazıları ‘ben orada olsam o adamın elinden bıçağı alır, yüzüne tükürürdüm’ diyor, bazıları da ‘acaba kadın ne yaptı ki, erkek bu kadar sinirlendi kadını öldürdü’ diyor. Herkes bir şey demeye meraklı. Şehrin ortasında bulunan salaş bir mekana gelen kokanalardan biri emekli öğretmen. Bir diğeri ne olduğu bilinmez ve aptalca tavırlarıyla insanın nasıl itici olacağına dair tasvirler sunuyor. Parfümler coşuyor.Koltuk altlarına sürdükleri kokular terleriyle karışıyor. etraf salaşlığın üzerinde ultra bir saçmalık haline dönüşüyor. İnsan dua ederken ’Rabbim, kalplerimizi doğru yöne çevir’ diye yakarıyorlar. Dua etmek güzel olmalı ama televizyonda defalarca söylenmiş, bu basit dualar sıkıcı. Susuyorum.
Hayat kısa olmalı. İnsan bu kısacık zaman da affedebilmeyi öğrenmeli. İnsan affedebilmeli ki, ruhu gereksiz fazlalıkları üzerinden atabilsin ve yaşayabilsin.
Tanrı sizlere affetmeyi bağışlasaydı ilk kimi affederdiniz çöp tenekesinden yeni çıkmış sayın kedi?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.