3-Deus ex machina
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Kulaklarımı tırmalayan martıların çığlıklarıyla uyandım. Anamur’a bir kaç saat önce gelmiştim. Peşime düşenlerin eski başkent yolunu kollayacağını bildiğimden güneyden gemiyle denize açılma fikrinin daha mantıklı olduğunu düşündüğüm için geldim buraya. Böylelikle İskenderun’a giden bir gemi ile doğuya olan yolculuğumun en azından bir kısmını güvenli ve hızlı bir şekilde katetmiş olacaktım. Henüz dinlenememiştim ama limandaki hancının dediğine göre, limanda demirlemiş İskenderiye’ye gidecek gemilerden biri önce İskenderun’a mal bırakacaktı. Bu gemiyi kaçırmamalıydım, gemiye binebilirsem sonrasında dinlenecek bolca vaktim olacaktı. Böylelikle apar topar soluğu limanda aldım.
Limana vardığımda az kalsın yakayı ele veriyordum. Bey’in adamları çoktan buraya gelmişlerdi ve sağda solda beni arıyorlardı. Hürmüz tahmin ettiğimden daha temkinli çıkmıştı. Demek ki ondan aldıklarım tahmin ettiğimden daha değerli şeylerdi. Bineceğim gemi mallarını yüklemiş yelkenlerini indirmeye başlamıştı. İskelede bekleyen iki asker vardı. Diğerleri hana girmişti. Alelacele ne yapacağımı düşünürken elim Arslan’ın bana bıraktığı para kesesine gitti ve bir avuç altını iskeleye savurdum. Altınları savurmamla hamalların, tayfaların ve dilencilerin paralara üşüşmesi bir oldu. Ortalık toz duman olmuş, çoktan kavga başlamış ve askerleri de içine almıştı bile. O hengamede sessizce yanlarından geçerek dosdoğru gemiye bindim kaptanın kamarasına girdim. Şansıma boş bir kamara mevcuttu ve kaptanla cüz’i bir miktarda anlaştım. İskeledeki karmaşa bittiğinde gemi çoktan demir almıştı.
Gemideki yatağım küçük olsa da, gözümde zindandakine nazaran kuştüyü yatak gibiydi. İskenderun’a kadar bir kaç gün güzelce dinlenme imkanım olacaktı. Ondan sonrasında Semerkand’a kadar uzun ve zorlu bir seyahat beni bekliyordu. Yola çıktığımızın ertesi gecesi şiddetli bir fırtınaya tutulduk. Kaptan, kamaramda kalmamı ve fırtına bitene kadar çıkmamamı söyledi. İlk defa gemi yolculuğu yapıyordum ve bu tarz doğa olaylarına alışkın değildim. Kamarama gidip dua etmeye başladım. Heybemden tesbihimi ararken elime Bey’den aldığım yüzük geldi. Biraz inceleyip parmağıma taktım ve tesbihimi alıp duaya devam ettim. Bir süre sonra dışarıdaki şiddetli gürültü durdu ve gemi yalpalamayı kesti. Merak edip güverteye çıktığımda kaptanla tüm tayfanın şaşkınlıkla etrafa bakındıklarını gördüm. Ben de merakla kaptanın yanına yaklaştım:
-Hayırdır, bir sorun mu var?
-Evet var...aslında yok...yani...fırtına..
-Ee?
-Durdu birdenbire.
-Nasıl yani?
-Durdu işte aniden, gökyüzü pırıl pırıl, yelkeni dolduracak kadar bile rüzgar yok. Deniz bir gölden daha durgun. Hem de bu mevsimde. Bu işte bir iş var.
-Her ne olduysa ben durumdan pek memnunum. Yoksa midem iflas edecekti.
-Yalnız böyle giderse İskenderun’a günlerce varamayız.
Ne kadar fırtınanın dinmesi hoşuma gittiyse de, denizde daha fazla zaman geçirmek istemiyordum. Allah’ın izniyle kısa sürede bizi limana götürecek güzel bir rüzgar çıkar inşallah, dedim kaptana. Bunu söylememle yelkenlerin rüzgarla dolması bir oldu. Tam batıdan esen güzel bir rüzgar gemiyi yeterince hızlandırdı. Kaptan ters ters bana bakıyordu. Bense kuşkulu bir şekilde yüzüğe...
...
İskenderun’a vardığımızda ilk işim yeni bir at satın almak oldu. Diğerini aceleden Anamur’da gecelediğim harabede bırakmak zorunda kalmıştım. Pazardaki bolca güzel ve bakımlı arap atı mevcuttu. Aralarından, alnı hariç tüm vücudu gece kadar siyah olan bir tanesini uzun bir pazarlık sonucu satın aldım ve hiç vakit kaybetmeden yola çıktım. Antep üzerinden bir kaç gün içinde Edessa’ya bir hafta içinde de Amed’e ulaştım. Amed’e vardığımda hava kararıyordu ve şehre bir karmaşa hakimdi. Ne olduğuna anlam veremeden geceyi geçirmek üzere güney surlarına yakın bir hana girdim. Handa oturan tüccarların üzerinde tedirgin bir hava vardı ve birbirleriyle fısıltı halinde konuşuyorlardı. Hancı ise hiç oralı değildi. Boş oda sormak için yanına yaklaştım:
-Selamunaleykum.
-Aleykumselam beyim.
-Gece için boş oda soracaktım.
-Normalde dün gelseydin adım atacak yer bulamazdın, ama bugün odadan bol bir şey yok. Hatta birazdan bunlar da toz olur.
-Nasıl yani, neden?
-Oohoooo senin dünyadan haberin yok anlaşılan. Emir artık yok.
-Hangi Emir?
-Timur yahu, sizlere ömür.
-...
-Ne o suratın düştü, akrabasımıydın yoksa? Aman diyeyim dediklerimden dolayı beni şikayet etmeyesin hah hah haaa. Gerçi ortalık karışacak haberin olsun. Sen nereye gidiyordun?
-Önemi yok. Bu adamlar bu kadar tedirginken sen nasıl bu kadar rahatsın?
-Biz kaç nesildir bu hanı işletiriz beyim, kimler geldi geçti, devletler kuruldu yıkıldı, biz hala burdayız. Makamlar, mevkiler fanidir. Tıpkı insanoğlu gibi. En kötü ihtimal canımı alırlar, o da Allah izin verirse. Nefesimin bittiği yerde emanetimi teslim ederim, gerisi beni ilgilendirmez. Senin de kafanda her ne varsa fazla endişelenme. Bırak su yatağını bulur.
Timur’un ölüm haberine şaşkınlığım geçmeden hancının bu rahat cevapları beni iyice şaşırtmıştı. Ne yapacaktım şimdi? Az öncesine kadar bir amacım vardı ve şimdi ortadan kalmıştı. Gözlerimi kapatıp içimden "Allah’ım" dedim, "Bana bir yol göster". Gözlerimi açtığımda karşımda 20-25 yaşlarında, temiz kesimli sakallı, beyaz tenli, gayet iri yapılı bir genç duruyordu.
-Merhaba.
-Merhaba?
-Beni tanıdınız mı?
Evimden bunca mesafe uzakta tanıdık biri olma ihtimali aklımın ucundan dahi geçmezdi. Zaten dikkatli bakmama rağmen tanıyamamıştım. Ancak sima yabancı gelmiyordu.
-Kusura bakmayın, tanıyamadım. Ama yüzünüz hiç yabancı değil.
-İsmim Mehmed, 6-7 yıl evvel Bursa Sarayında tanışmıştık. Tabi ben şimdiye nazaran biraz daha küçüktüm.
-Mehmed mi? Bayezid’in oğlu Mehmed mi?
-Ta kendisi.
-Ama, ama nasıl olur?
-Şşş, sesini yükseltme. Daha sakin bir yer bulalım, konuşuruz.
================================================================>
YORUMLAR
Muhteşem bir romana dönüşüyor ve merakla devamını bekliyorum. Sağlam bilgi kaynaklarına dayanan bir eser diyorum. Saygılar.
grafspee
nurhayat nalçacı
Böyle bir hakîkat var mıdır acaba, hani gerçekten demeden edemedim..
Ve kendi kendime gülmüştüm yazıyı ilk okuduğumda, izleyen var mıydı bilmiyorum..
Temkinliydim, yüzümü sakladım .))
Tabiî ki de yüzükten söz ediyorum..
İlginç bulduğumu söyleyebilirim, belki de bunu beklememiştim ama mesele Osmanlı ise, iyi düşünmüşsünüz.
Güzeli, iyiyi o kadar imkânsız kılmış ki bir şeyler okurken çocukken masal kahramanlarına inandığım gibi hissettim.
Bir ân, acaba duâ ederken..
Hayır bu haksızlık olur, inanarak dilenen hiçbir şey imkânsız değildir.
Sâdece böyle okumak, tebessüm ettirdi.
Ve ilginç olan da buydu. Bunun için gülmüştüm, inanmak iyidir. İyiye inanmak ve ümit edebilmek..
Yâni hancı biraz dikkatimi de dağıtmıştı tabiî. Ne kadar emîn ve rahattı. Öyle düşünmeli belki de "en kötü ihtimal canımı alırlar".. Keskin ama serin. Böylelerine cesur mu diyorlar; yoksa..
Ayrıca devamının daha sarsıcı olacağını hissediyorum.
Bu sefer farklı mı düşündürdü bilemiyorum, o bir ân ve sanki böyle şeyler olabilirmiş hâli. Mesela o yüzük bende olsa ve kötülüğün yok olmasını dilesem..
Masal okumadığımın farkındayım .))
Şöyle devam etsin böyle devam etsin demeyeceğim, şaşırmak güzeldir..
Esenlik diliyorum.
grafspee
öte yandan sembollere gelecek olursak, davud yıldızı, mühr-ü Süleyman ve svastika gibi sembollerin insanlık tarihi kadar eski oldukları malum. Türk devletlerinin de bolca kullandığı semboller.
insanın hep istediği şey değil mi sihirli bir değnek, ama bu konuda söylediğinize tamamen katılıyorum. inanarak dilemek, tıpkı bu yüzük gibi her kapıyı açıyor.
hancının durumu tartışmalı, kimine göre tevekkül sahibi bir cesur, kimine göre de gamsız bir aptal olabilir. ne olursa olsun Mirza'yı şaşırtmayı başarıyor.
beğenmenize ve emek verip uzun uzun irdelemenize memnun oldum. teşekkürler, saygılar.
Güzel bir hikaye.
İlgi ile takip ediyoruz.
Tarihimizin,
çokça dillendirilmeyen bir bölümü ele alınmış.
Osmanlı'nın tekrar toparlanması olacak galiba ana konu.
Takipteyiz.
grafspee
çok teşekkürler.
Evren….İçinde bir nokta bir zerre olan dünya …Topraklarında ölüyorum ve öldürüyorum…Seni öldürmeden Tanrıya kurban ediyorum…
Özür dilerim tanrım, senin adına dünyayı tanzim ediyorum, Umarım gücenmiyorsundur.
Bütün Peygamberlerin önünde eğilen insan, onların emanetine sahip olmakla yeryüzünde ilahi bir gücün kendi içlerinde dolaşan kana karıştığına inanır. İnanç bu ya bütün tesadüfleri kendi lehlerine çevirerek tanrının yeryüzündeki halifesi olduğuna da inanır.
Şimdi her gecesi bir rüyadan ibaret olan insan, bütün rüyalarını gerçekleştirmek için ellerini sıvar ve yaşadığı dünyaya bir anlam verebilmek için eline geçirdiği bütün gücü inandığı he neyse o yolda harcamaya başlar.
Mesela bu anlamda görev almaktan çok kendine görev çıkartmak değil mi? Dünyanın en kanlı toprakları, yine dünyanın bütün peygamberlerinin şereflendirdiği toprakların olması ne tesadüf değil mi? Oysa gelen bu peygamberler kanı durdurmak ve iyi bir kul olması gereken insanları uyarmak değil mi?
Değil mi? Kelimesinin içini doldurmak ve sonuna bir evet koymak için milyonlarca insanın ölmesi belki de tanrının bir emri değil mi?
Bence elindeki yüzüğün hikmetine varan iyi insanın bundan sonraki hikayesini okumaya devam ederek ,yaşadığımız coğrafyanın her bir taşının, her bir toprağının şahit olduğu bu kanlı savaşlardan çıkaracağımız ibretin yaşadığımız dönemden farksız olmadığını bize hatırlatacağından emin olacağız değil mi?
Önsözden önce !
Öğüt dinlerken, bütün hikâyeleri kirleten sen . Masallar ülkesinin bilinmeyenleriyle yaşayan ben, hani şimdi dönsen geriye sen, avuçlarımda saklıyorum yalanlarını ,nasıl bir bilsen ! Anlatıyorum dinle istersen !
Şimdilik son sözüm !
ah-------------------------tanrım
sen insanı güldürürsün
saygılar,sevgiler güzel kalem !
grafspee
yorumlarınla bana bu duyguyu tattırdığın için teşekkür ederim. asıl senin kalemine sağlık dost.