- 1209 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
KEKLİK TOHUMU
Avcı, tüylerini kopararak evcilleştirmeye çalıştığı kekliği, bir kafese kapatarak, ovaya götürür ve hemen yakınında, pusuya yatarak, heyecan içinde, kafesin içinde öten kekliğin, yakınına gelecek diğer keklikleri beklemeye başlar.
Amaç daha önce hazırlamış olduğu tuzaklara onları çekip yakalamaktır… çok geçmeden sesi duyanlar, kurulan tuzaklardan habersiz oldukları için av olmaktan kurtulamazlar
Avcı avını yakalamaktan duyduğu hazzın mutluluğunu yaşarken, keklik ihanet tescillisi bir sembol olmanın getirdiği, vicdan muhasebesiyle, karşı karşıyadır…
Avcının günün sonunda mutlu döneceği aşikardır. Ama aynı şeyleri kendi tohumun esaretine sebep olan keklik için söylemek mümkün değildir…
Bu hikayeyi bu coğrafyada yaşayan herkes bilir. Ve bunun yaşanabilirliği sık karşımıza çıkan bir olgu olarak hep farklı olaylara, farklı duygularla uyarlanır.
Toplumda aile bağları birbirinden kopuk olarak yaşayan, bulundukları ortamda birbirlerine olan saygı ve sevgilerini kaybedip, her şeyi karşılıklı menfaat çizgisine çıkaranlar, bulundukları mevkileri yahut sahip oldukları malvarlıklarını çekemeyip onun yerine geçmek için kuyusunu kazmaya çalışanlar için bu deyim çok kullanılır.
Aslında yüzdeye vurulduğunda bunun genetik bir yapıdan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Dünyanın hiçbir yerinde birbirine bu kadar zıt fikirli, bu kadar duyarsız, birbirini kıskanan, hiçbir platformda birbirini çekemeyen, sevmesini, üretmesini, gülmesini bilmeyen bir toplum daha göremezsiniz. Belki de insanlarımızın yaşadığı en büyük hastalık budur…
Bu hastalığın başlangıç aşamasını sorguladığımız da karşımıza eğitimsizlik, geçimsizlik, çaresizlik çıksa da sebep sadece bu değildir…
Çuvaldızı hep başkasına batırma eğiliminden vazgeçemiyoruz, aynı kusurlar, kendimizde mevcut olmasına rağmen bir başkasının kusurunu ön plana çıkararak, ahkam kesmeyi çok seviyoruz.
Örneğin sigara içtiğimiz halde, bir başkasına sigaranın zararlarını detaylarıyla anlatabiliyoruz.
Dini ibadetlerin en fazla şehadet kelimesini öğrenip, yarım yamalak ibadet ederken, bir başkasına hiç düşünmeden din adamıymışız gibi fetvalar verebiliyoruz.
Çevremize uygarlığın gereklerini, bağırmanın, kavga etmenin artık uzakta kaldığını anlatıp, entelektüel geçinirken, yeri geldiğinde incir çekirdeğini doldurmayacak nedenler için kavga edip kendimizi helak edebiliyoruz. Kendimizi sorgulamaktan ve sorgulanmaktan aptal gurur payları çıkarıp sınamaktan korkuyoruz.
Aslında her insan biraz düşünüp kendini sorgulayabilmeli, yaptıkları veya yapacakları ile ilgili kavramların neticesinde, yaşamdan aldığı nefes karşılığında ki değerinin boyutlarını öğrenmeye çalışmalı diye düşünüyorum.
Kendimizi ne kadar tanıyoruz? Ya da etrafımızda dost olduklarını düşündüğümüz insanları, yeterince tanıyor muyuz? Onlara dostluğun gereklerini sunabiliyor muyuz?
Etrafımıza dikkatlice bakıp düşünelim.
Kendimizi uygar toplumlara ne kadar adapte edebildik? karakter, düşünce, sosyal açıdan, bir arpa boyu yol gidebildik mi?
Anlayışın, hoş görünün ve özellikle dürüstlüğün esas alındığı medeni toplumların yakaladığı seviyeye ulaşmak için kendimizi ne kadar geliştirebildik.
Sanırım bu soruları çoğaltmak ve cevaplarını vermek için bilim adamı veya kahin olmaya gerek yok..her bireyin cevabı kendi kapasitesi ve karakter yapısıyla eş değer olacaktır..
Maalesef başımıza gelen her felaketin, yaşadığımız en küçük dramın faili ya da daha ağır deyimiyle maşası biziz.
‘’Her şey bir dün aslına dönecektir’’.diye güzel bir tasavvuf sözü vardır. Aslına inkar eğilimindeki bazı insanlar, mutlaka bu sözü kulak arkası etmeden ve toprak olmadan önce aslına dönerler umarım.
Avcıya gelince, o yaşamış olduğu geçici hazzın keyfini sürerken, keklik hala yanı başında kafes içinde bile olsa ötmeye devam eder. kimin av, kimin avcı olduğu ise düşünceye tabidir.
Faik danışman