- 857 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Raif'in Hikayesi
Ben Raif. Seçme köylü Raif. Ahmed’in oğlu, Halil’in torunu, Mehmet, Ferit ve Ahmed’in babası. Bu dağların sahibi olan Allah’ın bu dağlardaki çobanlarından biri. Yolu olmayan yerlerin yolcusu. Yokluğun kör ağzında bilenmiş dertli bıçağın kendisi.
Ben Raif. Seçme köylü Raif. O gün nasıl olduysa oldu işte. Başımıza birden geldi bu menfur olay. Ne benim suçum vardı ne de yoldaşım Halil’in. Lakin kim bilir belki bundan yıllar sonra ya da yılları bulmaz günler sonra bu olaya bizim sebep olduğumuzu söyleyecek insanlar. Onlar diyecekler ki Raif ve Halil yaptı bu işi. O ikisi olmasaydı bu iş ete kemiğe bürünmeyecekti. Hem de bu kış günü. Kar’ın, tipinin, boranın vurduğu bu memlekette, insanın kışın başını kapıdan dışarı çıkaramadığı bu memlekette, derdin,elemin eksik olmadığı bu memlekette bizim başımıza geldi işte. Bir de bu yoklukta, bu olmazlıkta geldi başımızın üzerine oturdu. Tabi bilmezdik, bilemezdik böyle olacağını. Ne gelirse haktan ama birazcıkta insanın ahmaklığından. Sana gideceğin yol üzerinde iki tane yol ayrımı verilmiş ve biliyorsun ki birinin sonu iyiye diğerinin ki ise kötü bir neticeye varacak. Fakat yine de insan aceleciliğinin, yeterince düşünememenin diyetini çok ağır ödeyebiliyor. İşte o gün de böyle olmuştu. Başımıza her ne geldiyse arkadaşımız ve dostumuz olan Aladdin’in aceleciliğinden geldi.
Köyden üç kişi yola çıkmıştık. Ben, Halil ve Aladdin. Onları ben çağırmıştım. Daha doğrusu sadece onları değil başkalarını da çağırmıştım. Ama bu kış gününde kimse gelmedi, gelemedi. Çünkü onların gelmeleri için bir neden yoktu. Sadece benim gitmem için nedenler vardı. Bunların en başında da evdeki gaz yağının da artık bitmiş olmasıydı. Benim tek amacım evime bir müddet yetecek kadar gaz yağı getirebilmekti. Bunun için bütün köye haber verdim. Lakin çoğu evde bulunduğu için kimse gelmedi. Ama Halil geldi. Biliyorum Halil’in de evinde vardı ama ne kadar var olduğunu bilmiyordum. Tek bildiğim bu kış kıyamette beni yalnız göndermek niyetinde değildi. Onun için bana katılmıştı. Tabi bununla beraber evine de bir iki parça bir şey almaktı niyeti. Biz yola çıkmadan haber ulaştı bize. Aladdin de gelecekmiş. Bensiz gitmesin diye haber yollamıştı. Halil’in geleceğinden habersizdi. Kim bilir belki oda Halil ile aynı şeyi düşünmüş olacaktı ki gelmeye karar vermişti. Zaten bu yıl akılsızlık eden sadece ben çıktım. Geçen yıl kısa olan kışa aldanıp erkenden yolların açılacağını düşünmüştüm. Bunun için gaz yağını daha az almıştım. Yok aslında öyle dememem lazım. Sümme haşa yalan olur. Kışın uzunluğu ve kısalığından değildir dostlar. Fukaralığın uzunluğundan dolayı yeterince alamamıştım. Zaten yeterince alanlar da çok az buralarda. Gerisi kışın yaktıkları tandırın aleviyle ısınıp aydınlatır gecelerini ve sonra da tandırın kenarına yataklarını açıp uykuya dalarlardı. Evlerinin bir köşesi ahırdı. Diğer köşesinde de tandır, birkaç parça yatak yorgan ve kap kacak bulunurdu. Başka hiçbir şey yoktu, bulunmuyordu. Her şey dertti, her şey elemdi, kederdi. Köyün erkekleri hangi gece nerede buluşacaklarsa o gece orası tandırın aleviyle aydınlanır önce ve gecenin ilerleyen saatlerinde bu az olsa da yerini gaz yağı lambasının sönük ışığına bırakırdı. Tabi o da evine göre değişirdi. Kimi yerde gaz yağı hiç bulunmaz ve gecenin karanlığını dengbejlerin sesleri aydınlatırdı.
İşte o gün yola çıktığımızda kar yağmıyordu. Fakat bulutsuz olan bu asuman sanki ağzını açmış da var gücüyle ciğerlerindeki bütün soğuk havayı dışarı atmaktaydı. Sabahtı, sabahın seher yeliydi. Namazdan sonra hemen yola çıkma telaşındaydık.
Evden çıktığımızda Halil ve Aleaddin’e söylemiştim. Hızlı adımlarla birbirimizi takip edip yol sürecektik. Şansımız yaver giderde fırtına çıkmazsa hiçbir yerde beklemeden, mola vermeden gideceğimiz yere varacaktık. Tam da istediğimiz gibi oldu her şey. Yol açıktı, aydınlıktı. Asuman dertlerinden yoksun gözlerini bembeyaz tabiata kırpıştırmaktan başka bir şeyle meşgul değildi. Biz de hızlı adımlarla güneş tam tepeye varmadan bu küçük kasabaya vardık. Yapabileceğimiz ancak bu kadardı. Eğer yaz olsaydı çok daha erken gelebilirdik. Ama bu kış ve kıyamette ancak bu kadar zamanda gelebildik. Kar ayazın etkisiyle sertleşmiş olmasına rağmen her adımda dize kadar ayaklarımız içine giriyordu. Allahtan yorgun değildik. İyice dinlenmiş, uykumuzu almıştık. Sabah namazımızı kıldığımız gibi evden çıkmıştık. Artık o aceleyle namazı da nasıl kıldık onu hatırlamıyorum. Ama şimdi tek hatırladığım şey Aleaddin’in o ince elbiseleri giyinmiş olmasıydı. Biz de fark edememiştik. Kim bilir belki de o kadar acele etmemiş olsaydık fark edebilirdik. Yoksa bu hava da bu dağlık memlekette dışarıda bu kadar uzun süre bu elbiselerle durulmazdı. Zaten durulamazdı da. En yiğit adam dahi bir müddet sonra vücudunu hissetmemeye başlardı. Ve ondan sonrası da malum zaten.
Biz hata yaptık. Arkadaşımızı o halde yola çıkarmamalıydık. O halde yola çıkmamalıydık. Denir ki Allah’a dua etmeden önce önlemini almalısın daha sonra duanı etmelisin. İşte biz öyle yapmamıştık. Önce duamızı etmiştik. Lakin duamıza yaraşır bir şekilde harekette bulunmamıştık. Belki birimizin aklına gelmedi ama başka birimiz bunu düşünmeliydi. Bu memlekette doğup büyümüş olmamıza rağmen bu kadar acemice davranmak olmazdı, olamazdı. Bunu düşünmeliydik. Fakat düşünmedik. Nedense düşünemedik. Artık yapabileceğimiz bir şey de yok zaten. Takdiri ilahi işte. Maalesef hiçbir tedbir takdiri bozamıyor. Lakin bozamıyor diye tedbir almamakta olmaz. Ama işte o gün biz ne tedbiri düşündük ne de takdiri. Sadece gidip gelecektik. Sadece bir günde sabah ezanında başlayıp ertesi akşam evimize yetişecektik. İşte biz böyle hesaplıyorduk. Maalesef hesabımız uymadı. Biz hesap yaptık ama bizim üzerimizde de bizim için hesap yapan biri vardı. İşte o gün onu göremedik. Gözlerimiz kör, kulaklarımız sağır, dilimiz lal oldu. Hiçbir şey göremedik, duyamadık, söyleyemedik. Kim bilir belki de gerçekten takdirin önüne geçmemiz istenmemişti. Yoksa kerim olan Allah elbette bir tesadüften ziyade bir tevafuk meydana getirirde takdiri farklı şekilde gösterebilirdi. Ama olmadı. Üç kişi çıktığımız yola döndüğümüzde iki kişiydik. Diğer arkadaşımızda tıpkı bizim gibi kendi kaderini yaşıyordu.
Evet. Herkes kaderini yaşıyordu. Herkes toprağının kaderini sırtında taşıyordu. Mezarına kadar gidecek yolda o kaderle arkadaşlığını en güzel şekilde yapıyordu. Bizim içinde durum aynen böyleydi. Biz de kaderimizi bizimle en iyi dost olanlarla mezara kadar götürüyorduk. Toprağımızı da bu işin içine katarak kendimizle sürüklüyorduk. Yoksa yanlış mı söyledim. Acaba toprağımız mı bizi ardından sürükleyip götürüyordu? Peki ama nereye? Kuşkusuz ki her canlı muhakkak ölümü tadacaktır. Ve biz de ölümün tadına bakmak zorunda kalacağız. Hiç istemesek de buna mecburuz. Ama hiç olmazsa bu mecburiyet gelmeden biz de birazcık da olsa rahat yüzü göremez miydik? Biraz daha rahat edemez miydik? Tabi bu kışı ve kıyameti demiyorum. Dağların anavatanı olan bu memleket ancak kışın böyle olabilir. Başka türlüsü olmaz zaten. Ama bu kışları, bu mevsimleri saymadan biraz daha bolluk içinde olamaz mıydık? Rızkımız biraz daha fazla olamaz mıydı? Çoluk ve çocuklarımıza daha iyi bakabileceğimiz bir yaşam olamaz mıydı? Yoksa Allah mı emretti sizler yoklukta hüküm süreceksiniz. Kuşkusuz yokluğumuz bizim için bir imtihandır lakin yokluğu veren rabbim varlığı da bir çare olarak yolun üzerinde ki bir mola yerine bıraktı. ‘ Alın’ dedi. Size yokluğunuza karşılık varlık veriyorum yalnız aklınızı başınıza alın. Büyük bir sahra da bir aslana denk gelmişsiniz ve bu aslan sizi kovalamakta. Siz aslandan kurtulmak için kendinizi arşın yedi kat derinliğinde bir kuyuya atıyorsunuz. Ama maalesef kuyunun altından sizi dev ağzıyla bekleyen bir ejderha var. Siz o ejderhaya er yada geç kavuşacaksınız. Ama görüyorum ki hiçbir şeyden ders çıkarmıyorsunuz.
Böyle söyledi rabbimiz bize. Ve biz yine de dersimizi çıkarmadık. Bizi bekleyen o aslanla karşılaşmak için yola çıkışımız artık bizim yapabileceğimiz bir şey değildi. Birçok memlekette kışın giyilemeyecek olan o elbiseler bu memlekette ne yazık ki kışlar için yeterli değildi. Biliyorum Aladdin giydiği o ince sako’nun altına en az üç dört tane daha bir şeyler giymişti. Ama ne yazık ki yetmeyince yetmiyordu. Artmayınca artmıyordu. İnsan istediği kadar artırmak istesin eğer imkanı yoksa artıramıyordu. Maalesef böyle oldu. Bizim de imkanımız yoktu. Bizim elimizden ancak bu kadarı gelebiliyordu.
Köyü arkamızda bırakıp köyün arkasındaki tepelere çıktığımızda uzaktan kendini bu açık gecenin altında gösteren köyden uzun uzun bir köpek sesi geldi kulağıma. İnce bir sesti. Sanki veda eder gibi bir hali vardı. Ama niçin böyle dertli ve uzunca seslendiğine ilk defa şahit oluyordum. Biliyordum, çünkü bu benim köpeğimdi. Küçük bir yavruyken annesi ölmüş ve tek başına kalmıştı. Ben de onu güzelce eğitmiştim. Çok güzel yumuşacık tüyleri olduğu içinde adını kumaş koymuştum. Kumaş çok şirin bir köpekti. Büyüdükçe daha heybetli oluyordu. Daha korkunç bir görünüşe sahip oluyordu. Arka ayaklarının üzerine kalkıp havada durduğunda neredeyse iki metreye yaklaşıyordu boyu. O benim ve ailemin koruyucu kalkanıydı. Yada koruyucu melek mi demeliyim. Kim bilir. Evet o sadece bir hayvandı ama sadık ve sadakatine sonuna kadar bağlı bir hayvandı. Galiba hayvanlar böyle oluyor. Onlar insanlar gibi değiller galiba. Çünkü insanlar en ufak zorluk karşısında arkalarına bakmadan kaçabiliyorlar. Ve sadakatlerini bir avuç sarı demire yada biraz banknot liraya değişebiliyorlar. Ama hayvanlar böyle değil. Ben bunu kumaş’ta çok açık gördüm. Sadece onları sevmeniz yeterli. Ama insanları sevmeniz önemli değil. Onlara çıkarının olduğu şeyler vermezseniz günü gelir bir çıkar için sadakatiyle beraber arkadaşını, dostunu hatta en yakın akrabasını satabilir. Tabi bu bütün insanlar için geçerli değil. Fakat Allah biliyor ya bu yokluk dünyasında aç çoluk çocuğunun evine bir lokma ekmek götürmek isteyen adam sadakati düşünmez, düşünemez. Lakin kimisinin de fazlalıktan dolayı kalbi mühürlenmiş ve onun için doğru olan hiçbir şeyi göremez olmuştur. İşte Ademoğlu böyle maalesef. Ama bu hayvanlar öyle değil. Biraz sevgi ve biraz ekmek. Sadece onların ihtiyacı kadar olanı. Öyle fazlasını da istemezler. Ademoğlu gibi aldıkça daha çok ver demezler. Sadece açlıklarını giderecek yiyecek ve biraz merhametle sevgi. Ve artık bu havyanlar size olan sadakatlerini canlarıyla dahi olsa vermeye hazırdır. Bu onur bu şeref onlarda vardır.
Böyle bir günü hatırlar gibiyim. Yazın başlarıydı. Daha yeni yaylaya çıkmıştık. Üzerinden ancak birkaç gün geçmişti. Bizim önceki yıllardan beri hazırladığımız damlarımız vardı. Tabi dam demeye bin şahit gerek. Taşları üst üste koyup birer odalı evler yapmıştık. Sonra o odaların üzerine de ince uzun ama sert kargıları yerleştirdik. Kargılar yan yana sık aralıklarlaydı ki üzerine koyacağımız otlar aralarından düşmesin diye.
Herkese böyle birer odalı bir dam yapmıştık. Damımızın kapısı da yoktu. Her kapıya da birer tane kilim astık. En azından içeride olanlar gözükmesin diye. Şunu da belirteyim ki damlarımızın duvarları öyle büyük falan değildi. En büyük duvarımız ancak bir metreydi. İçeri giren kişi ancak eğilip girebiliyordu. İçeri de oturmak zorundaydı. Ayağa kalkamazdı. Eğer ayağa kalksaydı başının kargıların ve otların içinden sıyrılıp çıplak olan geceye uzandığını rahatlıkla görebilirdi.
Orası sadece bizim yatma yerimizdi. Gündüzleri hayvanları otlatır, sütleri sağardık. Geceleri de kimi zaman damların ortasında büyük bir ateş yakar ve herkesin toplanmasıyla eskilerden konuşurduk. Aramızda bir dengbej varsa uzun bir türkü mırıldanırdı. Yanık yanık söylerdi ki gözler nemlensin, mendiller ıslansın, kalanlar gidenleri bir daha hatırlasındı. Kimi zamanda sadece masallarla geçerdi gecelerimiz. Ben duyardım. Çok kişiden duyardım. Dostum ve akrabam olan Halil olmayınca o masal geceleri geçmezdi. O geceler tamamen zifiri karanlığa bürünürdü. Lakin o olduğunda herkesin gözü onun üzerinde olurdu. Herkes ağzı açık bir şekilde onu izlerdi. O sadece bir masal anlatıcısı değil aynı zamanda çok iyi bir dengbej’di.
Biliyor musunuz? Tabi bilmeniz için önce söylemem lazım. Lakin ben biliyorum. Sizinde bildiğinizi biliyorum. Çünkü siz de çoğu zaman aynı duyguların içinde kıvranıyorsunuz. Her ne kadar birbirinize veya kendinize çoğu zaman söylemekten korkuyorsanız da geride bıraktıklarınızı özlüyorsunuz. Bunu yaptıklarınızda, yapacaklarınızda çok belli ediyorsunuz. Bende öyleyim. Tıpkı sizin gibiyim. İnsanlarımla beraber bir ateşin etrafında oturup bir türküyü dinlemek veya bir masalın içinde düşlerimi seyretmek çok güzel bir şey. Size özlemiyorum desem yalan söylemiş olurum. Çünkü bende çok özlüyorum geride bıraktığım o bütün günleri. Şimdi o günlerin geleceğinde şafağın tan yerinde sadece açık olan göz kapaklarımızla biraz nur için geleceğe yol alıyoruz. Ve bu nur yada ışık… Siz ne derseniz öyle deyin. Çünkü bizim buralarda her ikisine de çok fazla ihtiyacımız var ve çok da olacaktır. Evet, bu nur ya da ışık sizin için hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ama burada her şey demek. Kışın bu netameli donmuş günlerinde baharın habercisidir çünkü. Kimsenin aklına bile getirmediği bir yaz meyvesisiniz buzun altından çıkarılıp yenilmesi gereken. Hani derler ya bir kış günü Nemrut denen kafirin oğlu sarayına dönerken yolda gözü bir şeye takılır. Atından inip baktığında buz kütlesinin altında yetişmiş bir asma ağacı olduğunu ve ağacın başında da bir salkım üzüm olduğunu fark eder. Buzu kırıp o salkım üzüm alır ve direk babasının sarayına gider. Babasının karşısına çıkar ve der ki : sen rablik isnat ediyorsun kendine ama öyle bir rab var ki buzun altında bu meyveyi yeşertiyor. Sen eğer rabsen yap, yok eğer yapamıyorsan kafirin tekisin der. İşte oracıkta nemrut oğlunun kellesini koparır vücudundan. Canını alır ve kurda kuşa yem olsun diye dağa atar. Bu dağlar o dağların ta kendisidir. Bizim de uğruna belki de savaşacağımız bu nur da o bir salkım üzümün ta kendisidir. Çünkü bize iyi yerlerden iyi haberleri o getirmekte. Ölen bir yaşamın ardında yeniden bir doğumun olduğunu haber vermekte. Ey babam Adem’in soylu ve asil çocukları merak etmeyin her yıkımın sonunda bir de diriliş vardır demekte. Bizim için ışık budur. Biz ancak böyle anlarız ve böyle düşünürüz bunun hakkında.
Unutmadan söylemem gerekir ki. O sıcak yaz günlerinin birinde, yani daha yeni yaylaya çıktığımız günlerin birinde sürüyü damların yakınına kadar getirdim. Yanımda ki azığımı açıp soğanımla ekmeğimi doyasıya yedim. Ekmeğimden birazını da kumaş’a verdim. O gün kumaş dışında kimse yanımda yoktu. Kurtulmamda kumaş sayesinde oldu o zaman. Güpegündüz nereden çıktığını bilmediğim iki kurt birden sürünün içine dalıvermişti. Allah’tan kumaş’ım tetikteydi. Durumu fark ettiği gibi kurtların olduğu tarafa doğru atıldı. Bende kalın sopamı kaptığım gibi ayaklanıp aynı yöne doğru fırlamıştım. Lakin ben yetişene kadar kumaş bir kurdun gırtlağından tutup yere yatırmıştı. Diğer kurt kaçıp gitmişti. Ama bu arada da benim bir koyunumu telef etmişti. O gün kumaş’ın ne kadar güçlü bir hayvan olduğunu çok daha görmüştüm. Kurt can çekişip ölene kadar boğazını bırakmamıştı. İşte benim köpeğim ve bu dağlardaki sadık dostlarımdan biri olduğunu hemencecik kanıtlamıştı. O ihanetin ne olduğunu bilmezdi. Ben belki ihanet edebilirdim ama o yediği ekmeğe hainlik yapmazdı, yapmadı da zaten hiçbir zaman. Çünkü o benim köpeğim değil sadık dostumdu. Onun adı kumaş’tı.
Tepenin ardına geçip köyü artık görünmez bir şekilde arkamızda bıraktığımızda gün daha yeni aydınlanmaya başlamıştı. Yanımda yürüyen dostlarıma şakayla karışık ‘ya bugün hava ne kadar güzel sanki bahar havası gibi’ deyince Aladdin hiç ses çıkarmadan bana bakıp tekrar kafasını çevirdi ve yoluna devam etti. Bir şeyler mırıldanıyordu sanki. Dudakları oynayıp duruyordu. Lakin Halil’in sesi sanki gırtlağının en derin yerinden hırıltılı bir şekilde çıkmıştı. ‘ Yahu Raif efendi ne baharı bu ayazda sandığın içinde hiçbir şey kalmaz her şey donar, sende kalkıp bahardan bahsediyorsun’ diye çıkışıvermişti. Ondan sonra ne ben konuştum ne de onlar. Hava gerçektende Halil’in dediği gibiydi. Sadece gözlerimiz açıktaydı. Belki hava da kar, tipi yoktu ama bıçakla keser gibi bir rüzgar vardı. Emin olun eğer gözlerimizin önüne koyacağımız bir perde olsaydı o perdeyi koyar öyle yola devam ederdik. Çünkü ancak böyle biterdi bu yol. Yoksa endişem üçümüz içinde çok derin olurdu.
Köyden çıktıktan yaklaşık bir saat sonra beş dakika kadar bir yerde durup biraz soluklanmak istedik. Maalesef rüzgar çok şiddetliydi. Kar yağmamasına rağmen yerdeki karı tepemize kadar çıkartıyordu. Durmamız Halil’i hiç sevindirmemişti. Halil hemen gitmemiz gerektiğini, biran önce yolumuzu almamız gerektiğini söylüyordu. Çünkü eğer bu rüzgarla beraber bir de kar yağmaya başlarsa Allah korusun üçümüzün telef olacağını düşünüyordu.
Durup soluklanmışken Halil’i dinledikten sonra ben onlara artık yan yana değil de biraz arayla yürümemiz gerektiğini söyledim. Böyle yapmamızın daha iyi olabileceğini dile getirdim. Aladdin sadece olur anlamında başını sallamış ama hiçbir şey söylememişti. Ama Halil dediğimin olabileceğini ama eğer arayı fazla açarsak birbirimizi kaybedebileceğimizi söylemişti. Bende ona arayı fazla açmayacağımızı söyledim. Böylelikle belki tek tek daha hızlı yürüyebileceğimizi ve kar’da yağmadığı için birbirimizi kaybetme olasılığının az olduğunu ifade ettim. Söyleyeceklerim bittikten sonra Halil tamam anlamında başını salladı. Daha sonra ‘hadi Raif önde sen yürü, sen hem çeviksin hem de buraları bizden iyi bilirsin. Senin arkandan ben gelirim benim ardımdan da Aladdin devam eder’ dedi. Aynen Halil’in dediği gibi yaptık. Bundan sonra kalan bütün yolumuzu böyle yürüyecektik. Allah bir sıkıntı vermezse bir daha kasabaya ulaşana kadar durmayacaktık.
Yolumuzun üzerinde bir köy vardı. Lakin orada durmaya hiç niyetli değildik. Eğer işimizi erken bitirirde dönüş yoluna girersek işte o zaman geceyi orada geçirmeyi ve ertesi gün köyümüze yol almayı düşünüyorduk. Fakat kim bilir belki de işimiz erken bitmeyecekti. Belki de gecemizi kasabada geçirecektik. Bütün bunları ben söylüyorum ama her şeyi ancak Allah bilir. Hep beraber bakıp kaderimizin bizi nereye kadar götürdüğünü göreceğiz işte. Üçümüzde bu kaderde birbirimize tanık olacağız. Üçümüzde birbirimize şahit olacağız. Ölmüş olan bu tabiatın üstünde kalan canlılar olarak şahitliğimizi belki de baharla beraber yeni hayatlara taşıyacağız. Kim bilir, hep beraber yaşayıp göreceğiz. Yoksa yürüyüp mü demeliydim. Doğru ya yürümeden yaşanmaz ki. Biz de beraberce yürüyüp, beraberce yaşayıp birbirimize şahit olacağız. Her işimizi rabbimize bırakıp devam edeceğiz. Bence de en büyük tevazu ancak bu olurdu. Her şeyi rabbimize bırakıp onun verdiğine, onun aldığına şükretmeliyiz ve öylece bütün yollarda devam etmeliyiz. Aksi takdirde kendimizle çelişiriz ve hiçbir yol bizim vicdanımızı rahat erdirmez.
Bir sürü düşünce geçiyorken aklımdan babamın anlattığı bir hikaye düştü yüreğime. Tam da kendimizi her şeyimizle rabbimize bırakıp boyun eğmeliyiz demişken bu hikayeyi hatırladım. Zamanın birinde artık yaşlanmaya yüz tutmuş bir adam yaşarmış uzak bir diyarda. Bu adamın karısı yıllar önce ona altıncı oğlunu doğururken ölmüş. Adam altı çocukla bir başına kalmış. En büyüğü yedi sekiz yaşlarına altı oğlan. Hiç kız çocuğu olmamış. Hepsi de maşallah çok akıllı, cin gibi çocuklarmış. Ama maalesef bu cinlik onların annelerinin ölmelerine engel olmaya yetmemiş. Gel zaman git zaman adam bütün çocuklarını büyütmüş fukaralıkta. Çocuklarını evlendirecek dahi imkanı yokmuş. Ama çocukları büyüyüp ona yetişince bir gün hepsini toplayıp onlarla konuşmuş. Onlara şöyle nasihatte bulunmuş: Evlatlarım demiş. Ben bu fukaralıkta size ancak bu kadar bakıp sizi büyütebildim. Lakin bundan sonra sizin bana bakma zamanınız geldi. Artık benim elim ayağım tutmaz oldu. Çok şükür gidip geliyorum ama artık çalışacak takatim ve gücüm yok. Artık siz çalışacaksınız bende oturacağım. Ama oturmadan önce yapmam gereken son bir şey daha var. O da şu ki hepiniz evlenme çağına geldiniz. En küçük kardeşiniz dahi evlenecek çağda. Onun için ölmeden önce sizleri evlendirmek istiyorum. Fakat ben çalışamadığım için sizler sırayla büyüğünüzden başlayıp kardeşler olarak birbirinizi evlendirip ihtiyaçlarını karşılayacaksınız.
Bütün çocuklar babalarına hak vermiş. Zaten bunun böyle olması gerektiğini dile getirmişler. Adamında çocuklarının böyle düşünmesi onu çok fazla sevindirmiş. Yetiştirdiği bu güzel evlatlar için rabbine şükürler etmiş.
Aradan bir müddet geçtikten sonra en büyük oğluna kız istemeye başka bir köye gitmiş. Nişanı yaptıkları gün haber ulaşmış adama. Büyük oğlunun birden olduğu yerde düşüp öldüğünü, kimsenin bir şey anlamadığını söyleyen bir ulak gelmiş. Adam ve köylüleri, akrabaları hemen gerisin geri köylerine geri gelmişler. Oğlunu defnedip taziyesini bitirdikten sonra aradan yaklaşık bir ay geçmiş. Sonra aklına diğer çocukları gelmiş. Bir oğlu öldü ama diğerleri yaşıyor onların evlenmesi gerek diye düşünmüş. Hiç kimseye bir şey söylemeden direk büyük oğluna nişanladığı kızın babasının evine gitmiş. Ona oğlunun ölmüş olmasına rağmen diğer oğlunun hayatta olduğunu ve gelinini diğer oğluna nikahlamak istediğini söylemiş. O da tamam deyince kızı ikinci oğlana nişanlamış. Lakin aksilik bu ya diğer oğlanda ölmüş. Bu böyle devam etmiş. Aradan altı ay geçmiş ve bu altı ay da adamın beş oğlu da ölmüş. İkinci oğlu öldükten sonra adam köyünden bir daha çıkmamış ama ne çare. İkinci çocuktan sonra art arda diğer üç oğlanda ölmüş. Sadece küçüğü kalmış. Fakat adam yinede şükrediyormuş. Verenin Allah olduğunu ancak alanında Allah olacağını dile getiriyormuş. Bazen onu sinirlendirenlere dahi uysal bir dille ‘ey bedbaht adam Hazreti Süleyman namazda sağına selam verirken on oğlu soluna selam verirken on oğlu ölmüşte Elhamdulillah demiş’ diye söylenirmiş. Belki peygamber olmadığını ama itikat sahibi bir Müslüman olduğunu dile getirmiş.
Neyse hikayemiz bu ya adamla en küçük oğlu evde yapayalnız kalıvermişler. Bir gün yine birden aklının bir köşesine düşüvermiş ölebileceği. Bu düşüncelerdeyken en küçük oğlunu artık ne olursa olsun kendisinin evlendirmesi gerektiğini düşünmüş. Aklına yine iki çocuğuna nişanladığı gelini gelmiş. Nedense ondan başka kimseye sıcak bakmıyormuş kalbi. Şeytan ne yapıp etmişse de adamın gönlüne bir fitne sokamamış. Yine yollara düşmüş ve eski dünürünün kapısına ulaşmış. Dünürün her şeyden haberi olduğu için adamın öylesine geldiğini düşünmüş. Kalan tek oğlu içinde bir daha evlilik bahsi açmayacağını tahmin etmiş. Lakin hiç de öyle olmamış. Adam gelinini muhakkak evine götürmek istediğini dile getirmiş. Bütün ısrarlarıyla son bir daha kızı en küçük oğlana nişanlandırmışlar. Gel zaman git zaman vakit gelmiş kızın çeyizini alıp getirmişler sonra da düğün günü gelmiş çatmış. Adam şükrediyormuş son oğluna bir şey olmadığına. Gelinin gelip evinin önünde durduğu ve oğlunun gelininin başına evin üzerinden hediyeler atmasını hayranlıkla izlemiş. Oğluna doyasıya bakmış. Gözlerinden yaşlar aktıktan sonra ancak yüzünü çevirmiş. Gözyaşlarını sildikten sonra gelinine bakmış ama gözleri dolmasına rağmen bu sefer ağlamamış. Gelininin üzerinde karısına aldığı, yıllardır saklanan gelinliği varmış. Maddi durumu hiç olmadığı için yeni gelinlik alamamış. Ama sanki yıllar önce aldığı gibi duruyormuş. Yukarıdan aşağıya yemyeşil bir fistan. Çeşitli boncuklarla desenlenmiş harika bir elbise. Üzerinde de kıpkırmızı ve aynı güzellikte bir örtü.
‘Çok şükür’ demiş adam. Gelinini selametle evine getirmiş. Akşam olunca iki göz olan evinin bir odasına geçip ellerini açıp çocukları için ve hayatı için şükretmiş. Duasını bitirdikten sonra usulca ses çıkarmak istemeyen bir hırsız edasıyla yer yatağının içine geçip yorganı kafasının üzerinde geçirmiş. İhtiyarlık işte her yeri ağrıyormuş. Yatakta epey döndükten sonra sabaha doğru uyuyakalmış. Uykusunda karısını görmüş. Karısının üzerinde güneşin vurmasıyla boncukların renkten renge dönüştüğü yeşil has kumaştan ince desenlerle örülmüş harika bir gelinlik varmış. Uzakta bir nehrin kenarında şarkı söyleyerek koşuyormuş. Daha onunla evlendiği günkü gibi genç ve alımlıymış. Kadın şarkısını söyleyip koşarken birden rengarenk çiçeklerin ve yemyeşil çayırların arasından yedi tane oğlan çıkmış. Yedi aslan yavrusu gibi hepsi de birbiriyle şakalaşıp duruyormuş. Hepsi koşarak kadının yanına gelmiş. Kadın hepsini birden kucaklamış. Teker teker hepsini öpüp koklamış sonra onlarla oyunlar oynamış. Oyunları bittikten sonra susamışlar. Kadın çocuklarıyla el ele tutuşup herin kıyısına gitmiş. Bu berrak ve temiz sudan yüzyıllardır atalarının kana kana içtiği gibi onlarda içeceklermiş. Tam da suyun kenarında durup bir avuç su aldığında birden nehrin karşı kıyısında büyük bir ayı belirmiş. Ayı o kadar hızlı hareket ediyormuş ki bir anlayamamışlar. Göz açıp kapayıncaya kadar ayı suyun bu tarafına ulaşıp en küçük oğlanı kaptığı gibi aynı hızla kaçıp gözden kaybolmuş. Kadın bu durum karşısında kahrolup dövünürken adam onu ve çocuklarını seyrediyormuş. Koşmak istiyor, yanlarına gitmek istiyor, ayının peşinden gidip oğlunu almak istiyor ama gidemiyormuş. Ne yapıp ettiyse de bir türlü yerinden kıpırdayamamış. O da oracıkta oturup hüngür hüngür bağırarak ağlamaya başlamış.
Yaşlı adam gözlerini birden açtığında yatağında uzandığını gördüğünün bir rüya olduğunu görmüştü. Terden sırılsıklam olmuştu. Lakin fark etmişti ki bu sadece ter değildi. Demek ki rüyasından çok da ağlamıştı. Tabi böyle bir durum karşısında kim gözyaşı dökmezdi. Evlat acısını bilen ancak onu yaşayandır dememişler miydi büyükler. Elbet büyüklerin bir bildiği vardır. Tabi evlat kokusu cennetin kokusudur derler. Cennetten mahrum kalmayı kim ister. Kim böyle bir hediyenin elinden alınmasına gözyaşı dökmeden izin verebilir.
Durum ancak bundan ibaretti. Yaşlı adam sırılsıklam yatağının içinde oturur durumdayken birden odasının kapısı bir gürültüyle öyle açıldı ki kapı bağlandığı yerleri bırakarak arkasındaki duvarda asılı kaldı. Yaşlı adam gözlerine inanamadı bir türlü. Yoksa rüyada gördükleri gerçek miydi de şimdi karşısına çıkmıştı? Ama o bir rüyaydı böyle olmamalıydı? Neydi acaba bütün bunlar? Neler görüyordu? Bu gördükleri hayal miydi?
Maalesef hayal değildi. Her şey birden olmuştu. Şimdi gelini karşısında yarı çıplak büzülmüş bir şekilde delirmiş gibi duruyordu. Sanki aklını yitirmişti. Ağlıyordu, derinden ağlıyordu hem de. Ama bir şey gördü ki yaşlı adam ağlayan bir insanda olmazdı bu. Hıçkıra hıçkıra deli gibi ağlayan karşısındaki körpecik kızın gözyaşları yoktu. Onlar akıbetini kaybetmişler gibi yolunu kaybetmişti. Ne düşebiliyordu hayata tutunmak için ne de kalabiliyordu hayatı biriktirmek için. Ne ölebiliyordu kurtulmak için ne de yaşayabiliyordu ölmek için.
Adam bu halin ne olduğunu anlamıştı. Çünkü daha önce görmüştü. Daha önce tatmıştı. Daha önce dokunmuştu. Gören gözlerinin kör olmasını, dokunan ruhunun yok olmasını, tadan dilinin sonsuza dek kesilmesini isterdi de bunu son anda istemezdi. Ama olmuştu. Son oğlu da gitmişti. Biliyordu. Aklı ona hayır dese de yüreğinin evet diye bağırdığını yedi dünya öteden duyuyordu. Keşke şimdi elinde bir şans olsaydı da kendi ruhunu onun ruhunun önüne atsaydı. Fakat olmuyordu. Vakit kalkmak vaktidir deyince şair söz kime dokunduysa onun kalkması icabet eder. Çocukları da ondan önce şairin peşinden koştu. Daha onun beklemesi lazım demek ki.
Böyle düşündü yaşlı adam. Daha beklemem lazım diye düşünüp sadece tek kelime çıkardı kemiksiz hırsızın ellerinin arasından. ‘Elhamdulillah’ deyip gelinine hiçbir şey sormadan onu orada öylece bırakıp oğlunun odasına gitti. Açık kapıdan içeri girdiğinde her yer kanla kıpkırmızı olmuştu. Her şey kana bulanmış, sanki bütün eşyalar kırmızıdan yapılmıştı. Artık gözlerinden yaş da akmıyordu. Öylece ruhsuz bir şekilde etrafa bakınmıştı. Ama oğlunun cesedi yoktu ortada. Sadece kan vardı. Sadece kırmızı vardı. Kırmızıdan başka bir şey seçmek mümkün değildi.
Bir süre öylece etrafa bakındıktan sonra geri dönüp geldi ve gelinin tam önünde bağdaş kurup oturdu. Öylece kaç saat bekledi bilinmez ama zaman epey geçmiş gün kendini göstermiş her yer aydınlanmıştı. Gelini birden onu yeni görmüş gibi boynuna sarıldı. İşte o zaman gelinin gözyaşlarının boynunu ıslattığını hissetti. O da ağladı. Hem de hüngür hüngür ağladı. Ne kadar ağladıkları birbirlerine ne kadar sarıldıkları bilinmez tabi ama bu arada gelinin aklı başına gelmiş dökülen gözyaşları ona can vermişti. Yeniden yaşamak için vermek gerekiyormuş demek ki. Ölen insan zaten veremez. Onun defterine artık kilit vurulmuş olurdu.
Sanırım şimdi de öyle oldu. Gelini yaşamak için vermişti. Ama bilmeden verdi. O sabretmek için vermişti ama bilmeden vermişti. Artık yaşamla sabrın en üst noktasındaydı. Bundan sonra ya daha da yükselip cennete olan özlemini gerçeğe dönüştürecekti ya da bir anlık gafletin uykusuyla yenik düşecekti. Yenik düşseydi eğer karısına çocuklarına nasıl kavuşacaktı. Onlara ne diyecekti gideceği yerde. Onlar bu durumda onu karşılamaya gelecekler miydi? Bunun olmaması için bundan sonra daha çok dirayetli olmalıydı. Daha çok sabır göstermeliydi. Sabır her şeyin anahtarıdır derdi şeyhi. Şeyhinin yüzünü hiç kara çıkartmamıştı bundan sonra da çıkarmayacaktı. Şeyhine layık bir mürit olmuştu bundan sonra bunu layıkıyla yine taşıyacaktı.
Bütün bu düşüncelerin içinde gelinine sarılmış bir şekilde öylece dururken genç kız hıçkırıklar içinde anlatmaya başlamıştı. Akşam odalarına geçip beraberce biraz zaman geçirdikten sonra uyumuşlardı. Ama gecenin bir yarısı bir yerlerden sesler gelmeye başlamış ve bu ses yükseldikçe yükselmişti. O da önce uyanmış korkmuştu. Kocasını uyandırmıştı. Kocası da kalkıp gaz lambasını yakıp etrafa bakmış ama bir şey görememiş. Kocası tam gaz lambasını söndürüp yatağa gelmeye yeltenmişken ses birden yükselmişti. Genç adam bir daha gaz lambasını yaktığında genç kadında yataktan doğrulmuş etrafa bakınmaya çalışıyormuş yarı uykulu gözlerle. Sonra birden ikisinin gözlerinin önünde kapının anahtar deliğinden bir arının içeri girdiğini görmüşler. Arı içeri girer girmez dev bir ayıya dönüşmüş ve kocasına saldırıp gözlerinin önünde kocasından arta tek kemik kalmayana kadar yemişti. Genç kadın ne kadar kaldığını bilmeden orada uzun süre kalmıştı. O ayının tekrar bir arı olup geldiği yerden gidişini de dehşetle görmüştü. Ama asıl dehşet olanı kocasını gözlerinin önünde ayıya dönüşen bir arının yemesiydi. Saatlerce orada kaldıktan sonra ancak kayınpederinin odasına kendisini atabilmişti.
İlk gecenin sabahına doğru yeni evli genç adamı kapının deliğinden girip bir ayıya dönüşen bir arı yemiş ve tekrar bir arıya dönüşüp aynı delikten geri dönüp gitmişti. Fakat yaşlı adam bütün bu olanlara rağmen ölüm döşeğindeki son anını dahi imanla tamamlamanın derdindeydi. Gövdesi olduğu ağacın beş tane dalı da kırılmış ve düşüp kurumuştu. Onun tek dileği kalan son dalın sağlam kalması ve o dalın serpilip büyümesi ve nice nice dalları da kendisiyle beraber asumana yükselmesiydi. Ama olmadı, olmamıştı. Rabbi ona bu hayatı vermiş, onu böyle sınamıştı. Tıpkı diğer insanlar gibi. Her zaman söylemez miydi zaten kendisi? Allah’ın herkesi farklı sınavlarla sınadığını ve ancak sabır, güzel söz ve ahlakın olduğu yerde kazancın olduğunu kendisi de defalarca belirtmemiş miydi. Hem de birçok sefer, birçok cemaat ortamında, birçok toplulukta dile getirmiş ve arkasından gelenlere nasihatlerde bulunmuştu. İşte şimdi de kendine nasihat etmenin zamanı değil miydi? Şaire uyup ‘ İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil’ deyip yüreğindeki şeytana isyan etmenin asıl vakti değil miydi?
Neyse, olanlar olmuştu. Herkes duymuştu olanları. Adamın evine toplanmışlar her şeyden konuşmaya başlamışlardı bile. Gelinden bile çok konuşmuşlar, asıl lanetlinin o olduğunu ve onun yüzünden bu ailenin başına bütün bunların geldiğini dile dökmüşlerdi. Lakin şimdi sabır zamanıydı. Yaşlı adam her şeyi duyuyor ama hiçbir şeye cevap vermiyordu. Her şeyin vaktinde söylenmesi gerektiğini biliyordu ve bunlara verilecek cevabında daha vaktinin gelmediğini düşünüyordu. Vakti geldiğinde herkese öyle bir cevap verecekti ki kimse bir daha konuşamayacaktı. Kimse bir daha ağzını açıp tek kelime bile etmeyecekti. Artık zamanı geldiğini düşündüğü bir anda gelinin hamile olduğunu öğrenmişti. Bir daha sustu. Bir daha sessizliğe büründü. Demek ki vakti gelmedi diye düşündü. Herkesin lanetli diye baktığı o kıza o sahip çıktı. Yatağını gelinin kapısının önüne serdi. Eline tüfeğini alıp orada beklemeye başladı. Soranlara ise elbette o canavar oğlum için bir daha gelecek demeyle yetiniyordu. Lakin günlerce aylarca beklemesine rağmen canavar gelmemişti. Ve günün birinde gelinin sancısı arttı. Bütün kadınlar toplanıp doğumu gerçekleştirdiler. Ama gözlerine inanamamışlardı. Doğan varlığın insana benzer bir yanı yoktu. Aynı bir kese gibiydi. Kesenin içinde sanki bir şeyler varmış gibiydi lakin içi görünmüyordu. Şimdiye kadar kimse böyle bir doğuma şahit olmamıştı. Hiçbir kadın keseyi yırtıp içine bakmaya cesaret edememişti. Akıllarından içindeki ya bir hayvansa diye geçmişti herhalde. Belki de o gece o canavarın genç adamı öldürdükten sonra kadına bir şey yaptığını gerenler bile olmuştur. Ama tabi bütün bunlar tahmin. Kimse kimin ne düşündüğünü bilmiyor. Lakin bilinen bir şey vardı ki kimse keseyi yırtmaya cesaret edemiyordu. Sonunda kadınlardan bir gidip aylardır silahıyla bıçağıyla gelinin kapısında bekleyen yaşlı adamı çağırdı. Adam kadınların hayret dolu bakışları arasında ebenin elinden o keseyi alıp yumuşak bir yere bıraktı. Bıçağının ucuyla kesenin üst tarafından yavaşça kestiğinde gözlerine inanamamıştı. Kesenin içinde yedi tane çocuk vardı. Her biri bir avuç kadar. Yedi tane insan. Yedi Adem. Yedi can. Çocuklara ancak parmağıyla kontrol ettiğinde yedisinin de erkek olduğunu görmüştü. İşte orada anlamıştı. Orada neyin, niçin ve nasıl olması gerektiğini tam idrak edebilmişti. Artık içinde hiçbir şüphe kalmamıştı. En ufak şüphe zerrecikleri de yok olmuş, rüzgarla beraber uçup kaybolmuştu. O saatte, o anda o adam bütün dünyanın sahibi olmuştu. Ve artık dünya da ahiret de onundu.
Biliyorum. Şimdi bana diyeceksiniz ey Ahmet oğlu Raif bu meşakkatli yolsa bu hikayeyi bize anlatmanın sebebi neydi. Bende tam bunu söylüyorum. Bende tam bunu dile getiriyorum. En baştan beri dememiş miydim her şeyimizi rabbimize bırakmalıyız. Biz de öyle olmalıyız. Her şeyi ancak bizi yola çıkaran ve yolda bizimle olanla paylaşmalıyız. Yoksa yolda bulduklarımızın bize faydası olmaz. Adım gibi biliyorum şimdi Mele Said olsaydı burada bu hikayeden sonra bana derdi ki: ‘Ey Ahmet oğlu Raif şunu anla ki her zaman Allah namına al ve Allah namına ver. Yoksa gerisi boş iştir.’ Biliyorum. İnşallah biz de öyle yapacağız. Sadece ben değil. Yoldaşlarım Halil ve Aladin’de öyle yapacaklar. Hatta onlar tek değil. Çevremiz ve akrabalarımıza bunu söylemeye dikkat edeceğiz. Bunun birlikte ancak asıl özümüz olan insanlığımıza dönebileceğiz.
Neyse. Anlattığım hikaye sizin canınızı fazla sıkmasın. Biz gelelim kendi halimize. Kendi derdimize düşelim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.