- 1180 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hasan Hüseyin Gündüzalp: Sevdas Insan
Hasan Hüseyin Gündüzalp: Sevdası İnsan
Muhittin ÇOBAN
Gitmelerin ve kalmaların kundakladığı bu yaşam
elbet bir gitmeyle sonlanacak…
gidiyorum kucağımda bir dönüş saklı
bu başta bu deli aklı…
Hasan H. Gündüzalp
Doğrusu tasarlamamıştım, daha açıkçası hiç düşünmemiştim senin ardından seni yazmayı. Bir gün senin ardından yazmanın bana düşeceğini söyleselerdi bunu kara mizah olarak görür, üzerinde durmaz,’’ hadi işinize’’ deme gereksinimi bile duymaz, gülerdim gevrek gevrek.
Hatta ben sana demiştim bunu. Ölüme yakın olan bendim çünkü. Yaşadıklarımdan dolayı ölüme yakın olan taraf olarak görüyordum kendimi. Bunun için demiştim, “ölürsem benim için bir kaç dize yazar mısın? Bir kaç satırla da olsa anlatır mısın beni?” diye.
Oysa şimdi seni anlatmak bana düştü.
Seni anlatmalıyım, iyi bir dostum, iyi bir kaderdaşım, yol arkadaşım, kavgadaşım olduğun için değil, iyi bir şair olduğun için de anlatmalıyım, geleceğe taşımalıyım.
Sen öyle sıradan bir şair de değildin. Hani ben yazarım, okuyan okur, okumayan okumaz; ben yazarım ister yazdıklarım doğru kişiye ulaşır ister ulaşmaz; ben yazarım ister yazdıklarım insanda karşılığını bulsun, ister bulmasın, ister toplumu değiştirsin ister değiştirmesin diyen şairlerimizden, sanatçılarımızdan, aydınlarımızdan değildin. Yazdığının peşinden savrulan, sanat yoluyla toplumunda örgütlenebileceğini söyleyenlerdendin.
Anımsıyor musun? Hadi anımsa! İmza gününe ve söyleşiye gidiyorduk Antakya’ ya. Yıl kaçtı sahi? 1995’ ti galiba. Antakya İnsancıl Dergi Bürosu ‘nun organize ettiği bir etkinlikti. Anımsadın mı? Terminalde inince hiç karşılayanımızın olmamasını şu espriyle taçlandırmıştık. “Pop star olsaydık ne görkemli karşılanırdık!”
Ki belki, hiç bir dönem büyük bir sanatçı olamayacaktık, tüm edebiyat ödüllerini toplayamayacaktık seninle.Ama yazdıklarımızın peşinden gidip insanlardaki karşılığını birebir yaşayarak görecektik.
Şuna inanıyorduk ikimiz de ve sen bu inancımı pekiştiriyordun. Sanatın gücüyle de toplum örgütlenebilirdi. Adana’da Marksist sanat yapacaktık, bunu örgütleyecektik. Aydınlanmanın ateş yakıcıları sanatçılardır, Materyalist sanatçılardır diyorduk. Adana’nın dış dünyaya bakacağı yeni bir pencereye, yani yeni bir sanat akımına ihtiyacı vardı. Var olanlarla bu ihtiyaç karşılanamıyordu. Bunun için girişimlerde bulunduk, olmadı, tutamadık bir paçasından .Çünkü buna izin vermediler. Yeni dergi çıkarma girişimlerinde bulunduk, yine olmadı.
Yeni arayışlara, yeni çözümlere yönelirken İnsancıl Dergisi’yle çıkıverdin karşıma. Nasıl da heyecanlıydın, kabına sığmıyordun. Hemen anlatıverdin.
O gün İnsancıl Dergisi’ni aramış, Cengiz Gündoğdu’yla görüşmüş, temsilcilik istemiştin. Oluru alınca Cengiz Abi’den, akşamı zor getirmiştin. Cep telefonları da yoktu o zaman, ulaşacağın bir telefon da. “Hadi gel konuşacaklarım var” diyecektin.
Ama bu kez son konuşmalarımızda demiştin, diyebilmiştin:
“Yetmedi mi Maho, gayrı yetmedi mi, on bir yıl oldu gideli, gel artık” demiştin.
“Bekle geleceğim, az kaldı” demiştim ben de sana.
Sen ne yaptın?
Beklemedin, çekip gittin sabırsızca.
Sabırsızdın, her şey bir an evvel olsun isterdin. Beklemenin kaybetmek olduğunu bilenlerdendin. Ama bu kadar sabırsız olduğunu bilemedim.
Bekleyeceğim demiştin oysa, niye sözünde durmadın?
Yaktın, ateşlere bırakıp gittin bizleri.
Zaten bir elinde ateşle gezendin, nefesini de ateşi harlamak için ağzının kovasında hazır tutardın. Ateşsiz gezmek karanlıklarda yaşamayı gönüllüce kabul etmekti senin için. Yaşarken yaktın yetmedi, giderken de yakman mı gerekiyordu?
Oysa bir süre önce Ters Akan sanat edebiyat dergisini yeniden çıkartacağınızı yazmıştın bana. Bir öykü de benden istemiştin. ‘’Öykü yok, deneme yazısı var’’ demiştim.
“Yalancısın İnanırım, Gayrı Sana Güvenirim” başlıklı yazımı yolladıktan hemen sonra bana dönmüş, bu yazıyı yine kime kızdın da yazdın diye sormuş, yazı üzerine kısa bir sohbet yapmış, dergiye gireceğini söylemiştin.
O yazım değil de seni anlatan bu yazım mı dergiye (kitaba) girecek şimdi?
Seni anlatmak bana mı düştü Hasan?
Seni anlatmayı niye bana bıraktın?
Peki ben seni anlatabilecek miyim? Becerebilecek miyim seni anlatmayı?
Kolay-zor bu olsa gerek!
Zor kolayı başardım da, kolay-zoru nasıl başaracağım?
Hadi de Hasan, de hadi!
Ki Belki elimde şu an. Kaç kez aldım Ki Belki’ yi elime? Sayfalar arasındayım. Ama ilk kez okuyamıyorum Ki Belki’ yi. Dizeler düğüm düğüm takılıyor boğazıma. Oysa kaç kez okumuşumdur her dizesini. Daha hamken, daha gün yüzüne çıkmamışken, matbaaya girmemişken dize dize okumuş, okutmuştun bana.
Sen şimdi kimle konuşacaksın, ben şimdi kimle konuşacağım; ben yazılarımı kime okutacağım, sen şiirlerini kime okuyacaksın Hasan?
“Dinle Maho yeni yazdığım şiir” demeyecek misin artık?
Beni sensiz, beni şiirinsiz, şiiri şiirsiz, şiir severleri şairsiz bıraktın.
Hadi de Hasan, de hadi, ben şimdi kimin insan sıcağı gözlerine bakıp şiiri sağacağım?
De hadi, de!
De get lannn, de get!
2
Ki belki;
atlayıp bir düşe
nereye diye sormadan çekip gitmeli düşevrenine
çıkardın yüreğimi Dunay
çıkardın rotasından
bir de aklımı çıkarırsan
iki kere deli olacağım
bir kereliğimle sığmadığım dirime
iki kereliğimle nasıl sığacağım...
Hasan H. Gündüzalp
Hayat bazen aheste aheste, bazen delice akıp gidiyor; sen bunun farkında bile olmuyorsun, olsan bile umursamıyor, umursasan bile “amann” deyip geçiyorsun. Bizler de bu hayatın içinde filizlenmiş yeşil bir dal parçası veya kurumuş, kabukları soyulmuş bir tomruk gibi sürükleniyoruz akıntıya doğru. Sürüklenirken kimi zaman bir duvara, bir kayaya, bir kütüğe, bir öküze , bir insana, bir zülf-ü yare çarpıyoruz. Bu çarpma, bu toslama esnasında ya kendimize titreyerek geliyoruz veya iyice şuursuzlaşıyor, hayatın içinde fırıldak gibi dönüp duruyoruz. İşte bu durumda yemelerimizden içmelerimizden, gülmelerimizden, sevişmelerimizden zevk bile alamaz, görmemiz gerekenleri göremez, duyumsamamız gerekenleri duyumsayamaz, olmamız gereken yerlerde olamaz hale geliyoruz. Şu an senin, şu an benim, şu an bizlerin olmamız gereken yerlerde olamadığımız gibi.
“Her insan hikayesi olduğu yerde yaşamalı” derler ama bazen insanlar farklı yerlerde olup farklı hikayeler yazmak ister; galiba sen de, galiba ben de böyle bir haldeyiz. Yeni hikayeler yaşıyorsun, yeni hikayeler yaşıyorum, yaşıyoruz. Yeni hikayeler yaşarken delirebilir de insan; kendini bile tanıyamaz hale gelebilir. Cesaret edip aynaya baktığında bu benim diyebilir, lakin yaşamın içinde kendine baktığında kendi olmadığını görünce tamtamlar çalmaya başlar, kuyruğuna teneke bağlayıp dans eder ateşin etrafında. Kalabalıklar içinde kendine bakıp göremediğinde kendini, birden düşebilirsin dibi görünmeyen bir boşluğa. Bulursan bir el tutunursun, bulamazsan uzatılan bir el evrenin maviliğinde döne döne gezinirsin. Ölüm bile kâr etmez artık. Evrenin boşluğunda dönen yarı bir ölüsündür artık, hiçbir anlam ifade etmeyen, hiçbir değer üretmeyen bir ölü. Tutunursan bir ele, bu el benim hayat
elim dersen eğer işte başlar orda hayat; başlar şiir, başlar öykü, başlar resim. Ve artık kabına sığmayan bir üretensindir, nesnelere şekil veren, değer katan, ruh üfleyensindir.
“Yaşam ağızda girer, ölüm burundan çıkarmış.”
Yaşam ve ölüm iki güzelliktir aslında, birbirinden üstün olmayan, birbirinden çekici olmayan bir güzellik. Her insan bu iki güzelliği yaşayacaktır, kaçışı yok! Sadece erken gitmeler, erken varmalar vardır. Ve bir de ; yaşayınca mutluluk olan’’ an’’lar, ya da mutsuzluk. Kaçırırsan ‘’an’’ları, bön bön, mal mal bakarsan’’ an’’lara, korkarsan yaşamaktan, yani başaramazsan yaşamayı ölüm çıkar, keyifsizlik, neşesizlik çıkar, kekeç kalır kelimeler.
İnsan bu iki hali de yaşayandır, tıpkı şu an senin ikinci hali, yani ikinci güzelliği yaşamaya başladığın gibi.
Gitmeler kalmalar;’’ kal’’ demeler, ‘’gitme’’ demeler... Kimi vakit tercih olsa da bu, kimi vakit hiç de tercih değildir. Kal dememeni beklemeden, gitme dememi beklemeden “de get lan, de get”diyerek giden olursun, acelesi varmiş gibi.
Var mıydı acelen?
Sahi var mıydı acelen?
Soramazsın gidenin, giderken arkasına hiç bakmadan gidenin ardından; sorsan da duymaz; bir kez kafaya koymuştur gitmeyi, kâr etmez gitme kal demelerin.
Dönüp dönüp ardına baksa kalacak, biliyor kalacağını, gidemeyeceğini biliyor, kal diyecek olanları yarı yolda bırakamayacak; yarı yolda bırakmak sana göre değil.
Dönüşsüz, içinde vakitsizliği taşıyan dönüşsüz gidişler vardır, bir de dönüşlü. Ne çok dönüşlü gidişler yaşadın, yaşattın bizlere.
İşte o dönüşlü gidişlerden biri:
Antakya’ya iki kez gitmiştik. İlk gidişimiz söyleşi ve imza günü içindi. Antakya İnsancıl Dergisi emekçilerinin organize ettikleri bir etkinlikti. Güzel çalışmışlardı. Cuma Oruç, Zübeyde Oruç, Niyazi Sakallı, Şemsettin Bilgin, Yusuf Recepoğlu, Ata Kuş, Müslüm Kabadayı, Leyla Yeşiloğlu, Ahmet Hamurcu, Songül ve Nimet Dibo. Hiç beklemediğimiz bir kalabalık vardı. İnsancıl Dergisi’nin taş binasının bahçesi dolmuştu. Keyifli sohbet olmuştu. Önce sen konuştun, sonra ben. Esprili konuşmalarını şiirlerinle süslüyordun. Gitmeleri kalmaları anlatıyordun. Her kalış, her gidiş onurlu, gidişler ve kalışlar örgütlü olmalıydı diyordun. Yaşam ancak örgütlenerek değiştirilebilirdi, böyle diyordun, buna inanıyordun.
Bir buçuk saatlik sohbetten ve kitap imzalamadan sonra Antakya’nın humusunu, künefesini ikram ettiler. Akşam Harbiye’ye götürdüler. Masaya katılanların yanına bir de şiiri, bir de öyküyü, bir de
sohbeti katınca tadına doyulmuyor hayatın. Ama gecemizin en güzel eğlencesi de salonun solisti masamıza gelip başındaki şapkayı alıp kendi başına katarak, bir elini de omzuna atarak, “Gel gel gümle gel” şarkısını söylemesiydi. Utanmıştın, oysa hiç utangaç değildin. “De get lan, de get” demek istedin diyemedin, ağzının kovasında tuttun, sigara dumanını tutar gibi.
Ya ikinci gitmemiz?..
Bu gitmemiz yok sayılamayacak, atlanmayacak, unutulmayacak bir gitmeydi.
İnsancıl emekçilerinin düzenlediği geceye katılacaktık. Sadece katılmak değil bizzat içinde olacaktık. Sen durur musun? Adana İnsancıl emekçilerinden oluşan bir şiir grubu kurdun, tiyatral bir oyun sergileyecektin. Söz yazdın, içine şiirler serpiştirdin. İki hafta çalıştınız üzerinde, sayısız provalar yaptınız.
Bu arada İnsancıl dergisinin bürosunun açılışını es geçmemeliyiz. Çalıştığım, şantiyesine baktığım firmanın boş mağazaları vardı, henüz satılmayan. Benim konuşmamı istedin, ben de senin konuşmanı istemiştim. Bana yok diyebilirdi yanında çalıştığım için. Konuştun, kırmadı seni. Şerif Ekşi, verdi anahtarı. Arasta’dan tabureler, masalar , çaydanlık, demlik aldık. Oturulacak, sohbet edilecek hale geldi.
Gün geldi, dayandı kapımıza. Adana İnsancıl ailesi olarak yola çıktık. Kimler yoktu ki. Bahattin Avcu, Tezal Menziletoğlu, Adem Tenekeci, Doğan Tayfur, Serkan Yıldız, Ali Bozdağ, Nilüfer Tayfur...
Önce İnsancıl Dergi Bürosu’na, oradan gecenin yapılacağı salona geçtik. Hava güneşli, ama rüzgarlıydı. Sadece caddedeki kağıtları uçurmuyor, tozu toprağı yerinden kaldırıyor, savuruyordu. Salona doğru yürürken gözüne bir şey kaçtı ve kısa sürede kızardı, kan çanağına döndü gözün. Ne yaptıysak kâr etmedi. Ve sen hiç aldırmadan sahneye çıktın, rolünü yaptın, şiirlerini okudun.
Açılış konuşmasını Müslüm Kabadayı yaptı, Ozan Telli kalın, gür ve sert bıyıklarını indirip kaldırarak devrim şiirlerini okudu.
Ve gecenin şiiri yine senden geldi.
Gecenin final şiiriydi.
“De get lan de get” dedin.
“De kal lan, de kal” diyemedik, gittin!
Ne vardı erken gidecek, de hadi, de?
“De get lan, de get!”
3
Yürüdün
ölenlerin hariç
hiç terk edilmemiştim...
iyi ki terk ettin beni... ya yoksa
kıytırıktan da olsa
şairden yana
bir dişi yedek kalacaktı
şiir yüzünün hüzün tarihi…
Hasan H. Gündüzalp
Her kapı yeni bir hikayeye açılır, yeni bir hikaye içinde rol alırsın; yani her kapı yeni bir hikayenin başlangıcıdır aynı zamanda.
Kapıyı açmak, yeni bir hikayeye başlamak kolay gibi görünse de, ne varmış ki bunda, elinle kapının kolunu tutup, aşağıya doğru bastırıp itip açacaksın dense de hiç de kolay değildir kapıyı açmak, yeni bir hikayenin içine girmek; cesaret ister.Tedirgin eder insanı, ikircikte bırakır, başlamalar başlamamalar arasında gel- gitler,, git- geller yaşarsın.Düşünür taşınırsın, doludan alıp boşa boştan alıp doluya koyarsın.Getirilerine götürülerine bakarsın; bir kedinin yumağı oyun oynayarak karıştırdığı, karmaşık bir yumak gibi durur gözünün önünde.
Başlamak zordur bir işe, bir okula, bir yolculuğa, bir aşka, bir arkadaşlığa, bir dostluğa, bir öyküye, bir şiire, bir resme... Bir atsan, bir atabilsen ilk adımı. Kedilerin oynayarak karıştırdığı yumağın ucunu bir bulsan, doğru ucundan bir yakalasan orlonu açasın, tekrar sararsın, eline mili alıp başlayacaksın örmeye. Düğümler atacaksın, halkaları halkalara geçireceksin, desenler vereceksin.
Bu duygularla açtın Tını Dergisi’nin kapısını. Elinde bir tutam yangınla. Çevirdikçe “Cec Ettim Hasretini” sayfalarını yangın harlanıyor, ateş büyüyordu. Bu yangın sadece bir şiir kitabı çıkarma isteminden doğan bir yangın değildi. Bunu söylemiyordu Tını’ nın kapısını açışın. Dost aramak için de gelmiştin, tıpkı benim gelişim gibi. Aysel Yenidoğanay’ın Tını Dergisi’nde tanışmıştık seninle. Bu tanışma tanışmakla kalmamış, bu tanışma arkadaşlıkla kalmamış aynı zamanda bir yol arkadaşlığına da dönüşmüştü. Yemelerimiz içmelerimiz, gezmelerimiz, tozmalarımız, içmelerimiz sarhoş olmalarımız hep birlikteydi. Sen sadece şiirlerini, ben sadece öykülerimi, denemelerimi yayınlatacak
bir kapı aramıyorduk, kurulu sermaye düzeninin sanatına alternatif bir sanat yaratma kaygısıyla da açmıştık bu kapıyı.
Elinde ve dilinde bir tutam yangınla gelenlerden biri de İbrahim Tayfur’du. “Çat diye çatlasın ulan” diyerek hepimizi çatlatıyor, atom çekirdeklerine ayırıyor, sonra estetik bir şekil veriyordu.
Hani diyorduk ya aramalarla geçer ömrümüz, hep bir şeyler ararız, dost, arkadaş, sırdaş ve sevgili… Bu arayışlar bizi yeni dostluklara, birlikte yol alacağımız yeni yoldaşlıklara kattı. Rıfat Ulusoy, Doğan Tayfur, Zeynep Küçük, Müzeyyen Gülbahar, Yusuf Kaplan, Nilüfer Tayfur, Serkan Yıldız, Tuna Subaşı, Bahattin Avcı, Selma Gündüzalp, Adem Tenekeci, Fatma Taştan, Halil Sönmez...
Salardık kendimizi akşamları nehir kıyısına. Yakamozlar içinde erir, dalgalarla kırılır, rüzgarla toplanırdık bir kaya etrafında. Sen ve İbrahim Tayfur şiir okurdunuz, Zeynep Küçük türkü söyler, biz dinlerdik. Yer yer kederlenir, yer yer neşelenir, her halde de şaraba vururduk.
Şarap içişimiz sadece ucuz oluşundan değildi, yıllarca hiç bozulmadan, kaldıkça değer kazanan bir nesne oluşundandı aynı zamanda.İşte tam da bu yüzden kızmıştı sana Cengiz Gündoğdu. Şarabı en az beş santim yukarıdan şarrr diye boşaltarak doldururdun kadehlere. “Ne yapıyorsun Hasan, böyle mi doldurulur şarap? Bu şaraba haksızlıktır. Şarabı örselemeden, incitmeden, nazikçe dolduracaksın!” demişti. Ama sen boşaltırken şarabı şarrr diye ses çıkmalı, kadehin içinde köpürmeli, dalgalanıp karışmalı, sonra içmeliydin. Şarabı şişede içerken de önce bir çalkalar, dalgalandırır, karıştırır kafana dikerdin. Senin için her şey karışmalıydı, karışmayan şeyden tat çıkmazdı.
Tını Dergisi’nde tıkandık, beklentimize, istemlerimize yetmiyor, yapmak istediklerimizi yapamıyorduk. Tını, o sıralarda ekonomik güçlüklerden dolayı gecikmeli çıkıyordu ve bir süre sonra da çıkmamaya başlamıştı. Yeni arayışa girdik. Yeni bir dergi koyduk hedefimize. Toplantılar yaptık, çağrılar yaptık, bir araya geldik. Kimler yoktu ki. Sen vardın Hasan Hüseyin, Adnan Yücel, Rıfat Ulusoy, Mustafa Emre, Mehmet Çetinkaya, Zafer Doruk, İbrahim Tayfur... İlkeleri belirlendi, derginin adı kondu. ‘Karınca’ adında sisteme alternatif bir sanat edebiyat dergisi çıkartacaktık. İlk sayı hayal kırıklığıyla çıktı ve doğar doğmaz öldü. Kalitesiz bir basımla çıktı ve satışı bile yapılmadı.
Ölü ‘Karınca’, ‘Söylem’ dergisini doğurdu. Lakin biz içinde tam kendimizi bulamadık kıyısında gezindik. Yine de hatırı sayılır katkılar sunduk. Bu bize yetmiyordu, Söylem, bizi ifade etmiyordu.
Aysel Yenidoğanay’ın babasının yedi yemeğine gittik. Baş sağlığına gidememiştik. Ortalık sakinleşince Aysel yanımıza geldi, sohbete başladık. Laf lafı açtı, lafı getirdin Tını’ya. Daha önce hiç konuşmadığımız, hiç tasarlamadığımız ama karşı da çıkılmayacak bir teklifte bulundun Aysel’e.
“Tını’ yı bize ver, biz çıkaralım. Yine dergide senin adın olsun, tüm yükü omuzlarız, çıkartırız, dağıtımını yaparız,” dedin.
Aysel “Olmaz” dedi, “Tını benim çocuğum, kimseye bırakmam, toparlanıp yeniden çıkartırım” dedi ama bir daha Tını gün yüzüne çıkmadı.
İnsancıl Dergisi serüveni de bu tıkanmalardan sonra açılan ama senin açtığın bir kapıydı. İnsancıl’ la birlikte nice etkinliklere imza attın. İmza günleri, söyleşiler yapıldı, yazarlar getirildi. Adanalı sairleri Adanalılarla buluşturmak için üç günlük “İnsancıl Şiir Günleri” yapıldı ve Antakya İnsancıl emekçileriyle birlikte “İnsancıl Güney Eki” adı altında on altı sayfalık dergi çıkarıldı.
İnsancıl süreci yerini yeni bir sürece ”Lül” sürecine bıraktı.
Kimse sana “de get lan, de get” diyemiyordu.
Lül sanat edebiyat dergisi yerini Ters akan Toros’ a bıraktı.
Ters akan, Asi Nehri gibi ters akacaktı. Her nehir denizlere sevdalı derdin, ama bir de nehirlere sevdalı olan kurumuş, çatlamış kurak topraklar vardı; nehir onlar için de akmalıydı ve sen kurumuş çatlamış topraklar için akmalıydın. İşte bu yüzden, tam da bu yüzden “akacaksan denizlere akacaksın” diyenlere, “ De get lan, de get” diyordun.
İşte hep bu yüzden “De get lan, de get” dedin kurulu sermaye sistemini üreten sanat anlayışına.
4
Yürürdüm
ölenlerin hariç
hiç terkedilmemiştim…
iyiki terkettin beni…
ya yoksa…
kıytırıktanda olsa
şiirden yana
bir dişi yedek kalacaktı
şiir yüzünün hüzün tarihi…
Hasan H. Gündüzalp
Biri sana dese ki insanlar senin için ne ifade ediyor, hiç duraksamadan dersin ki çok şeyler ifade ediyor, bunada yürekten inanarak dersin.
Birileri bana dese ki Hasan Hüseyin Gündüzalp senin için ne ifade ediyor, tıpkı senin gibi hiç duraksamadan yürekten derim ki çok şey ifade ediyor, çok şey anlatıyor bana...
Sen her edanla çok şey ifade eden, bize çok şey anlatandın, sadece şiirlerinle değil sözünle, oyunlarınla, gülmelerinle, içmelerinle, sarhoş olmalarınla. Tavlada yenilirken yenilgilerden tat çıkarmaya çalışandın. Dost kazığı oynardık. Çıldırtırdın en çok da Zeynep’i. Tek oyunumuz bunlar değildi elbet. Geceler ilerledikçe, koyu karanlıklar çökünce sokaklarımıza ve geceler sarhoşlaşınca alkolle yıkanmış ortak öyküler yazardık. Cümleler kurardık noktalı virgüllü. Bir önceki cümleye uyumlu, halka halka cümleler eklerdik; şıralanmış bağ bozumu tadında öyküler çıkardı.
Sen sanat adamıydın; annenin türkülerle belediği, masallarla çimdirdiği (yıkadığı), şiirlerle emzirdiği bir sanat adamı.
Sen sadece sanat adamı mıydın?
Hayır!
Sen aşk adamıydın da aynı zamanda, aşkın şiirini yazan…
Herkesin ayıla bayıla, bayıla ayıla, hayranlıkla, coşkuyla, deli divanece, inanarak, güvenerek, yaşam felsefesi haline getirerek dinlediği Sezan Aksu ne diyordu bir bestesinde biz müzik severlerine:
“Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk.”
Yani aşk ölünce aşk!
Ölmeyince aşk olmuyor.
İllaki öleceksin, öleceksin ki aşk o zaman aşk olacak; yoksa aşkın aşktan sayılmayacak.
Peki, sen ne diyordun meteryalizme bandırılmış her şiirini, her dizeni hayranlıkla okuyan bizlere:
“Aşk yaşayınca aşktır!”
Ölüler aşk yaşayamazdı.
Sen ölümü değil yaşamı kutsuyordun, yaşamı kutsayanlarımızdandın yani.
Çünkü insanı insan yapan aşktı!
İşte tam da bunun için nice yüreklere kattın yüreğini, nice aşklara kattın aşkını, nice görkemli, nice deli aşklara imza attın yorulmadan, bıkmadan, inanarak, aşk bana göredir diyerek.
Aşk sana yakışıyordu!
Kimi aşkların yüreklerde maya tuttu, kimileri tutmadı. Aşkta da yenilgiler, terkedilmeler yaşadın. Payına nice acılar düştü.
Aşk acısı korkutmadı seni.
“Tek acımız aşk acısı olsun!” diyenlerimizdendin.
İnsanı olgunlaştıran, insanı şaraplaştıran aşk acısıydı çünkü.
Ve sen, aşk için ağlayanlarımızdandın.
Seni ağlarken görmek, insanı görmekti.
Aşkı sağardın ağlayışlarında. Eteğine sağardın aşkı dize dize, kıta kıta… Eteğinde filizlenirdi aşk, boy verip serpilirdi.
Gidenlerin ardından ağlamak sevgiye, aşka dairdi.
Ağlamanın bir erkeğe yakıştığını sende gördüm, insanı sen de buldum.
Şimdi giden sensin, şimdi giden sen oldun, aşkları, şiirleri, romanları, Nur’ları, Ay’ları, Ilgın’ları, Su’ları bırakarak; neden gidiyorsun dememizi beklemeden giden oldun!
Yaşarken, yani varken, yani aramızdayken, yani aşklara imza atarken, yani şiiri sağarken eteğine sen benim Gılgamış’ımdın, ben senin Enkidu’ndum.
Şimdi giderek, gidişim erken mi demeden giderek, ardımda bıraktıklarım bırakılması gerekenler mi demeden giderek benim Enkidum oldun.
Şimdi senin gidişine, ama vakitsiz gidişine ağlayan, eteğime seni sağan benim.
Gelirken sen ağlamıştın, giderken de bizi ağlattın.
İnsanlar gelirken dünyaya, yani Anneler çocuklarını getirirken dünyaya güzellikler katsın diyedir. Kimi insanları dünya çirkinleştirir, kimi insalar da dünyayı.
Sen yedi kardeşin beşincisi olarak gelirken dünyaya güzellikler katasın diye kesmişti eben göbek bağını.
Yaşam seni çirkinleştirememişti, sen de yaşamı çirkinleştirmeyenlerimizdendin.
Ben giderken sen, “de get lan, de get” demiştin.
Şimdi ben diyorum Enkidu’ma:
“De get lan, de get!”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.