- 706 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SABAHA KARŞI OTOGAR (Öykü)
Gece; sabaha karşı, saat dört. Otobüs, otogara gecenin bu vaktinde gelmişti. Yapacak bir şey de yoktu. Otobüsten indi. Onunla birlikte bir kişi daha indi. Bu kadar erken gelineceğini bilseydi, daha geç hareket eden bir otobüse binerdi. Yolun kaç saat süreceğini bilmiyordu. Ayrıca işi de geç bittiği için daha geç hareket eden otobüse binmek zorunda kalmıştı. Çevreye bakındı, hiç kimseyi göremedi. Bir an için yanlış yere gelmiş olabileceğini dahi düşündü. Soracak birilerine baktı ama hiç kimse yoktu. Yolculuk yaptığı otobüs hemen hareket etmiş, gitmişti bile. Ne yana gideceğini bilmiyordun. Bu otogara(*) ilk kez geliyordu çünkü.
Biraz ilerledi. İleride az da olsa insanlar vardı. Oraya gitmeye karar verdi. Çünkü başka taraflar kapkaranlıktı ve ıssızdı. Hatta alışveriş dükkanlarından tutun da otobüs yazıhanelerine kadar her yer ya kapalıydı ya da uyuklamakta olan bir kişi tarafından, güya açık tutuluyordu. Sanki her yer, herkes uyuyordu. Tüm canlı ve cansız varlıklar derin bir sessizlik içindeydiler.
Bekleme salonuna benzeyen bir bina gördü. Oraya gitti, içeriye baktı. Gerçekten öyleydi ama içeride hiç kimse yoktu. Herkes bekleme salonunun önünde, dışarıdaydı; Çünkü bir yaz gecesiydi ve hava da ılıktı. Bekleme salonunun önünde çok az yolcu vardı ve bu yolcuların da büyük çoğunluğu banklarda yatıyordu. Oturan yok gibiydi. Ancak birkaç bankta iki üç kişi oturuyordu. Onlar da kendi aralarında alçak sesle konuşuyorlardı. Onların dışında konuşan da yoktu zaten.
Ancak çaycının sesi duyuluyordu sadece;
“Çay içen! Var mı çay içen!”.
Çaycı, çaylarını seyyar bir arabada satıyordu ve çevresinde de birkaç kişi vardı. Bir süre çaycıyı ve çay almakta olanları seyretti. Çaycının çay verişine, çay alanların da çay alışlarına ve içişlerine, hareketsiz bir noktaya bakar gibi bakıyordu. Sanki sinemadaydı ve projektör tek bir noktayı gösteriyor gibiydi. Göz kapakları gittikçe ağırlaşıyordu.
Bir ara uykuya dalar gibi olmuştu, ne kadar uyuduğunu hatırlamıyordu, ama yağmur yağıyor sanarak uyandı. Temizlik görevlileri, mermerle kaplanmış yerlere su serpiyorlardı. Yüzüne ve koluna birkaç damla gelmişti. Bu yüzden uyanmıştı. Çaycı hâlâ bağırıyordu. Çaycı aslında bağırmıyordu, gecenin sessizliğinde sesi yankılandığı için, bağırıyor gibi geliyordu. Kalktı, çaycının yanına gitti, kendine bir çay aldı. Çay iyi demlenmişti. Keyifle içti. Onu kendine getirmişti bu çay. Sonra bir daha aldı. Onu da keyifle içti. Temizlik görevlileri ise, ıslattıkları yerleri paspasla silmeye başladılar, ama bu silme öyle sıradan silme değildi. Islak yerleri, paspasla, gecenin ağır havasına uygun, yavaş yavaş, suları bir o yana bir bu yana ite ite siliyorlardı. Bir süre, herkes gibi o da onları seyretti .
Otogarın koruma görevlileri ise, az olan polislerle birlikte güvenliği sağlamak için uğraşıyorlardı. Koruma görevlileri banklarda uyuyanları uyandırıyorlardı. Ve yanlarında taşıdıkları değerli eşyaları için de uyarılarda bulunuyorlardı. Kimsenin bu uyarılara kulak astığı yoktu. Uyananlar çok geçmeden tekrar uykuya dalıyorlardı. Zaten uyuyanların tam olarak uyanacaklarını da kimse iddia edemezdi. Onları, değil koruma görevlilerinin uyandırması, sürekli olarak “Çay içen! Var mı çay içen!“ diyerek bağıran çaycı bile uyandıramıyordu.
O sırada, bu derin sessizliğini bozmak istemeyen ezan sesleri de, gecenin bu ağır havasına uygun makamda, uzatılarak okunuyordu. Şu anda iki ses vardı: Biri, otogarın dışından, derinden derine gelen, ruhani bir ses; ezan sesi. Diğeri ise, otogarın içinden, canlı ve bir o kadar da istekli bir ses; çaycının sesi. Çok geçmeden ezan sesi sustu. Sanki, dünya yine o ölüm sessizliğine büründü. Ama otogarda, çaycının sesi tüm canlılığıyla devam ediyordu.
Bu sırada bir yolcu otobüsü geldi ve birkaç yolcu indi. Otobüs durmadı, yoluna devam etti. İnen yolcuların hepsi erkekti. Onlar da boş banklara oturdular, çok geçmeden onlar da uykuya daldılar. Çaycı bir dakika bile susmuyordu:
”Çay içen! Var mı çay içen!”
Hatta bu kez, belli belirsiz bir biçimde çay arabasının kenarındaki tahtaya da vurmuştu. Çevreye bakındı çay içen var mı, diye: Vardı. Yine çay içmek istedi. Bir çay aldı. Az önce içtiği çaya göre bu çay, o kadar da iyi sayılmazdı. Onun tadı bambaşkaydı. O anda içine bir gariplik çöktü, mahzunlaştı: ”Ne işim var, benim bu saatte burada” dedi içinden “şimdi evimde, sıcak yatağımda olmak vardı.”
Derken sabahın beşi oldu. Gecenin mahmurluğundan mıdır nedir, zaman da çok çabuk geçiyordu. Gerçi, ikide bir saatinize bakmanıza gerek de yoktu. Çünkü otogarın duvarında koskoca bir saat vardı. Ortalık aydınlandı. Işıkların çoğu kapatıldı. Birkaç yolcu otobüsü geldi, öncekilere göre daha fazla yolcu indi. Hatta birkaç bayan yolcu da indi.
Hiçbir şey eskisi gibi değildi artık; boş bank yoktu, kimi banklarda ise birden fazla yolcu vardı artık. Az sayıda olan polisler de gitmişti. Önceki çaycı da gitti, yeni çaycı geldi. O da diğeri gibi aynı ses tonuyla bağırıyordu. Yeni çaycının çayı, yeni demlenmiştir, düşüncesiyle ondan bir çay aldı. Ama ilk içtiği çayın tadını bulamadı. Az sonra bir çaycı daha geldi: O, seyyar çay arabasını diğer tarafa götürdü. Şimdi meydanda iki çaycı vardı. Tabi ki çay içenlerin sayısı da arttı. Hatta şimdi yolcuların sayısı daha da arttı. Çünkü birkaç otobüs daha geldi. Ama bu kez yolcuların hepsi indi. Otobüsler de daha öncekilere göre daha uzun süre beklediler. Ortalık daha kalabalık olunca, hareketlilik arttı ve birkaç yolcu dışında banklarda yatan da kalmadı. Şimdi yolcular arasındaki kültür farkı da belirginleşmeye başladı. Çünkü burası turistik bir yer olduğu için, bu otogara her yerden, her tip insan geliyordu. Kimileri çalışmaya, kimileriyse tatil için geliyordu.
İşte tam o sırada, bir şey fark etti: Karanlıkta siyah gibi görünen bekleme salonunun camları şimdi yemyeşildi. Hatta bir şey daha fark etti: Kuşların, özellikle de kırlangıçların, bir o yana bir bu yana uçuşup durmalarını. Başını kaldırıp otogarın tavanının köşelerine baktı; belki kırlangıç yuvaları vardır diye, ama yoktu. Otobüslerin ve insanların seslerinden, gürültülerinden kuşların sesleri duyulmuyordu hiç.
Birdenbire, o saate kadar yapılmayan anonslar yapılmaya başlandı. Bunun üzerine duvardaki saate baktı, saat altı olmuştu. Sanki her şey saat altıya göre ayarlanmış gibi, müthiş bir hareketlilik başlamıştı, otogarda. Yolcu otobüslerine baktı: Tam altı otobüs vardı ve hepsi de yolcu indiriyordu. Otobüs yazıhanelerinin önü kalabalıklaşmış, alışveriş dükkanları da canlanmıştı. Yük taşıyıcılar da birdenbire ortaya çıkmış, yolcuların yüklerini taşımak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Artık her yer çok kalabalıktı ve çok hareketliydi. Öyle ki, o saate kadar ortalıkta gözükmeyen yabancı turistler de birdenbire görünmeye başladılar. Sırtlarındaki sırt çantaları ve bacaklarındaki şortları ile bizimkilerden bir hayli farklıydılar.
Bu sırada taze simitler de gelmişti. Birden karnının acıktığını hissetti. Bir simit aldı, yanına da yine çay aldı. Sonra gazete almaya karar verdi. Gazete bayiinden bir gazete aldı ve ayaküstü, şöyle bir göz attı. Duvardaki saate bir kez daha baktı. Duvardaki saatin doğruluğundan emin olmak için, kendi saatine de baktı. Her iki saat de aynıydı. Artık gitme zamanının geldiğine karar verdi. Kafasında nereye, nasıl gitmesi gerektiğini tasarladı. Birden içini bir sevinç kapladı; çünkü bir kaç saat sonra sevgilisiyle buluşup tatil yapacaktı. Büyük bir keyifle ayrılıyordu artık. Ama biraz da hüzünlüydü bu ayrılış; çünkü otogarla birbirlerine öylesine alışmışlardı ki...
Ayrılmadan önce, son bir kez daha baktı otogara; herkes büyük bir koşuşturma içindeydi. Ama çaycı, hâlâ aynı ses tonuyla bağırıyordu:
”Çay içen! Var mı çay içen!”
Yalnız, kesin olan bir şey vardı: Çaycı, saat dörtte, otogarın tek güçlü sesi iken, şimdi öyle değildi artık.
YAŞAR YILTAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.