- 1156 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Manyak Mıknatısı
Manyak Mıknatısı
Efendim, dün ikindi vakti güneşin beli bükülür gibi olunca, güzel Eskişehir’imizin mutena caddelerinden Hamamyolu’nda arzı endam edip, her zamanki mekanımız Pala’nın Yeri’nde otuz yıllık arkadaşım, telefonunu hiç açmayan, ama yine de bu dünyadaki en yakın dostum Cevdet Bey kardeşimizle buluşup orta yaş sorunsallarını kuşatmak için bilmem kaç bininci mutat muhabbetimize henüz başlamıştık ki, içeriye uzun boylu, hadi romancılardan geri kalmayalım, geniş omuzlu, yüzü gözü bıçak façalarıyla dülger balığına dönmüş, kollarında heyula yeşil yılan dövmeleri bulunan ve alnının çatısında delici bakışlarıyla elli yaşlarında bir adem girdi.
Meçhul adam,selam kelam faslından sonra sanki yüz yıldır hiçbir insan görmemiş ve Allah’ın bir gariban kuluyla olsun muhabbet etmemiş gibi çılgın bir söz hasreti ve gemleyemediği konuşma iştihasıyla başladı anlatmaya.Önce "Menzil Dergahı"nı aradığını söyledi; sonra bizim mekan müşterisi imamların tarifiyle malûm yeri bulabileceğine kani olunca, gevşedi, şımardı, hacılarda potansiyel dinleyici tipi görmüş olmalı ki sohbeti koyulaştırdı.
Bir ara, ayakkabı kutususever arkadaşlar, günlük politikadan dem vurup "İŞİD"cilerle zinhar alakalarının olmadığını, o katil çetelerinin gerçek Müslüman’a yakışmayan muazzep davranışlarda bulunduğunu ve dahi onların bir çeşit sapkınlar güruhu olduğunu söyleyince, bizim sefil misafir korkunç bakışlarıyla gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde hışımla oturduğu yerden yekindi; amanındı, bu kirli, bakımsız Rambo alsı sazı eline:
" İŞİD’in bu zındıklara az bile yaptığını keşke sadece Irak ve Suriye’deki imansızları katletmekle iktifa etmeyip aha da bu kâfir komünistleri ve dahi Siyonistleri,olmadı misyoner Hıristiyanları, Alevileri, Gezicileri, Chplileri bilcümle anti İŞİDci kim varsa öldürmeleri gerektiğini; hatta kendisinin bundan on beş yıl önce Bodrum’da bir camiide Kur’an-ı Kerim’i yakan bir misyonere on dört el ateş ettiğini, adamın eşek cennetini boylamasıyla kendisinin de cezaevi manyağına dönüştüğünü ve nihayet cezasını bitirip bir hafta evvel mahpustan çıktığını" söyleyince, hepimiz dumura uğramış bir halde, şöylece bir toparlanmış "Bismillahirrahmanirrahim" çekmiştik içimizden.
Adamın anlattıkları o kadar ilginç ve gerçekçi hikayelerdi ki inandım, zira tuhaf hikayeler gerçekse zaten yanmış adamcağız, kafayı yemişti zavallı, yok eğer kurguysa demek ki bizimki büyük bir yazar, şair ya da hatipti.Her ne kadar Rambo’yu dinleme merakım depreşse de belaya bulaşmadan çay ocağından tüymenin en akıllıca iş olduğunu düşünüyordum.Bakımsız Rambo, adam öldürmüş olmanın havasını atmak için tam on dört yıl beklemişti, hakkıydı bu nutuklar(!)
Baba kaptı mikrofonu bırakmaz:
"Evet beyler, siz burada sıcak kahvehanelerde,saatli maarif takviminin altında,(adamdaki detaycılığa bak oğlum Binboğa bir de yazar mazar olacağım diyorsun, geç babam geç…) ince belli bardaklardan tavşan kanı çaylar içerken, birileri sizin için dağlarda çarpışıyordu hainlerle! Evet ben askerdim, hem de çok parlak bir yüzbaşıydım bir zamanlar…Gölgemden, bırakın bizim Kürtleri, Kuzey Irak’takiler bile ürkerdi; analar çocuklarını “Aman oğlum, Gökhan Yüzbaşı geliyormuş suss!” diye avuturdu.
Heyhat hayat, bazen taze bazen bayat…Şimdi bayat faslındayım hocalar, şimdi bu kardeşiniz mezar kaçkını (Tevekkeli değil benziyor valla, söylesem mi,len git abi ya herif şimdi takar makar, zaten başın belalı oğlum, hâlâ iş bulamadın, arabayı satamadın, kız Öss’ye girecek…) gibi duruyor he mi, gülün siz...
Ha ne diyordum hocalar, bu arada hiç sevmem öğretmen kısmını. Birinde, matematik öğretmenini eşek sudan gelinceye kadar dövmüştüm, napim aq, o da altın terazisiyle tartıp veriyordu notları, keşke ona da sıksaymışım birkaç mermi, yaşıyor mudur ki la?
Neyse hocalar,devir Çiller devri...Eşkıyaya dünyayı dar ediyoruz, Apo her gün yalaka mesajlar veriyor bizim hain medyaya, anlayacağınız tam işi bitirmek üzereydik ki...Benim dünyalar güzeli, sekiz aylık hamile eşim bir sürpriz yapmış, ta Tunceli’ye beni ziyaret gelmişti.
Ahhh! Ah... Ne güzel değil mi, beş yıl peşinde koşup nihayet onun kalbini kazanıp, bin bir zorlukla evlenir evlenmez, sırf ona daha mutlu bir hayat yaşatmak için göreve, dağlara geldiğim, gökçe yârim, kadınım, hayatımın anlamı, yârenim, süsenim, cerenim özlemime dayanamamış ve beni görmeye gelmişti.İnsan mutluluktan uçmalıydı, ama ben uçmadım.Uçamadım, zira terörün en civcivli yıllarıydı, nasıl olur da bir subay karısı ta buralara tek başına gelebilirdi? Gelmiş işte, ah o benim çılgınımdı,asi yüreklim,aslan yüreklimdi...
Tabi ben ona sezdirmiyordum, ama içimde pis bir kedi endişeli endişeli sırıtıp duruyordu.Yahu kadın, yahu kadın otur evinde, sekiz aylık hamilesin, bari çocuğunu düşün, ah ah kadın kısmı kafasına bir şey koymasın abi, onu ne yapar eder yapar; gecenin üçünde evi badana ettirmişti birinde de..."
Biz bu çılgın adamın sırlarına vakıf oldukça, üç beş dakikada bir kâh korkudan, kâh saygıdan oturuş şeklimizi düzenliyor, baba arıza çıkarmasın diye sürekli çay söylüyorduk.Ben, yalan bile olsa bu muhabbetten bir öykü çıkaracağımı hayal edip adamı konuşturmaya çalışıyordum, Cevdet Hoca pek inanmıyor gibiydi, garibim oruç tuttuğu için fena halde acıkmış, Battal Gazi gelse mavralarına pabuç bırakmayacak gibi yan gözle adama ilgisizce bakıyordu.Adamın susmaması için ben hemen devreye griyordum:
---Eeee… Komutan sonra ne oldu?
---Neler olmadı ki hocam, neler olmadı ki?
---Bittim ben o gün.Hatunu Pülümür münibüsüne bindirdim,oradan da Elazığ’a gidecek uçakla İstanbul’a dönecekti.Her ihtimale karşı yanına en gözüpeklerinden iki de sivil kıyafetli asker verdim. Aradan daha birkaç saat geçmeden televizyonda, Pülümür yolunda öldürülen münibüs yolcularının adları okunuyordu.N’olurdu, Tanrım’dı bir yanlışlık olsundu…Olmadı..Her şey tastamam doğruydu…
Yahu biz on gardaşız hocam, babamız bizi bir şoför maaşıyla okuttu, bir elbiseyi onumuz da giydik sırayla, ha ne diyordum?Allah bu imtihan için beni seçmişti, demek ki bu yükü kaldırabileceğimi düşünmüştü yüce Rabbim.
---Yahu ne oldu yengeye?
---Evet Yengeniz ...Doğmamış bebesiyle cennete gitti.Ben o gün ölmüştüm.Bir daha da dirilmedim ve dedim ki kendi kendime: "Ulan Gökhan Efendi, sen bir karını koruyamadın da memleketi mi koruyacaksın; yazık sana, yuh sana!" dedim.Oysa ben nice kelleler almıştım Kandil’de, Derecik’te, Üzümlü’de...Üniformamda yer kalmamıştı yeni madalyalarımı takmaya...Al sana madalya oğlum Gökhan, tam da sol göğsünün altına takıldı bir madalya ki her an hançerleniyor kalbin içerden."
---Allah rahmet eylesin, komutanım anlatma istersen kötü oluyorsun.
---Ölmüş eşek kurttan korkmaz hocam, acı patlıcanı kırağı çalmaz...Binlerce atasözü bilirim ben, cezaevinde okunacak kitap kalmayınca, müdürün oğlanın geçen yılki ders kitaplarını getirttik, içlerinde güzel masal kitapları vardı.Hele de TDK atasözleri ve deyimler sözlüğünü yuttum, ezber ettim.Siz edebiyat öğretmeniydiniz değil mi? Benim edebiyatım hep pekiyi oldu tahsil hayatım boyunca.Hatta meslekteyken karakollarda askerler eğlensinler diye metinlerini yazıp Hacivat-Karagöz oynatmışlığım bile vardır.
---Edebiyat öğretmeni olduğumuzu söylememiştik.
---Bilirim Hocam ben, öğretmeniz dediniz, sizin bakışlarınızda sevgi dolu bir merak var.Beni bir an önce çözüp rahatlamak istiyorsun di miiii?Yok öyle yağma, çay söyleyin bakalım, ne kadar ekmek o kadar köfte:))"
Gökhan Komutanın o yırtık yüzü, karanlık bakışları gitmiş, yerine on beş yaşındaki ergen sevimli bir oğlan çocuğunun sivilceli aydınlık yüzü gelmişti.Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum."Vay anasını ya, neler yaşanıyor memleketin Doğu’sunda? Kim bilir daha ne hikayeler vardır?" diye düşünürken Gökhan yeniden başladı anlatmaya:
---Devamını merak ediyorsunuz tabi:))
---Vallahi ediyoruz.
---Derken sayın hocam, bakmayın sayın dediğime ha! Aslında öğretmenleri hiç sevmem, kendilerini bir halt sanırlar çünkü,sanki düşük maaş almalarının sebebi öğrenciymiş gibi devlete olan hınçlarını çocuklardan çıkarırlar; oysa onlar da az kırtipil değildirler; çaktırmadan burunlarını temizlerler,sınıfın arkasında popolarını kaşırlar, çocuklar görmüyor sanırlar, ama her mekanın uyanıkları vardır hoca, dikkat etçen ha ha!
Her neyse karımı ve çocuğumu toprağa verdikten sonra, bana bir haller oldu: Demek ki biz de birilerini öldürdüğümüzde onların da ana babaları böyle insanın içini kanırtan acılar yaşıyorlarmış.Öyle veya böyle, o çocuklar da bu memleketin çocuğuydu sonuçta.
"Yahu onlar katil, onlar hain, satılmış..." dediysem de, sus işareti yaptı:
"Ateş düştüğü yeri yakar Hocam, bu kirli savaşta ölenlerin tek ortak özelliği TC vatandaşı ve fukara çocuğu olmalarıdır.Bunu unutma.Ben artık bu işi hakkıyla yapamayacağıma kanaat getirip askeriyeden istifa ettim.Ardından girip çıkmadığım iş kalmadı, hiçbirinde de dikiş tutturamadım.Sevim’in hayali gözlerimden gitmiyordu, çocuğumuza isim bile koymuştuk:"Barış"… Adı Barış olacaktı yaşasaydı, düşün hocam şimdikiler daha yeni telaffuz ediyorlar bu sözü, biz ta doksanlarda, bataklığı kurutmadan mikrobun önüne geçilemeyeceğini biliyorduk, bu iş ancak barışla son bulur diyorduk; hoş öyle düşünen bütün komutanlarımızı da bir şekilde hallettiler ya,neyse girmeyelim o konulara..."
--Fiuuu !.. Vay anasını sayın seyirciler, bu dünyada neler varmış neler? Peki Komutan her şeyi anladım da şu cinayeti ve İŞİDci olmanı anlayamadım.
--Anlatayım hocam, çay bitti mi:))
--Fahriiii, ülen ipi kırık uçurtma, çay ver!
--Vercez hocam, daha çökmedi, oruç ağız Alla Alla!
--Pardon Fahriciğim, yahu kusurumuza bakma, mevzu derin.(Fahri göz işaretimizden misafirin pek de tekin biri olmadığını anlamış olmanın gönencini duyumsamış, bıyık altından güler gibi yapmıştı.Komutan yeniden sahne aldı:
--Cinayet...Bana yakıştıramadın di mi?
--Yani...
--Yahu hocam, biz cinayetin tillahını gördük...Bak sana şahit olduğum bir olayı anlatayım, vallahi bu ayniyle vaki:
Bir gün Cudi’nin tepesinde kuvvetli dürbünlerle etrafı izliyoruz; karşıda bir çoban, uzakta, adamcağız koyun otlatıyor, bu hainler var ya, sırf zevk için, yeni aldıkları tüfeklerini denemek için,önce çobanı korkutmaya ateş ediyorlar, garibim çoban aynı dili konuşan, belki de akrabası, köylüsü olan insanlar tarafından “haraketli hedef” niyetine öldürülüyor.Sonrası kolay, yık suçu devlete...
Her neyse gelelim cinayete.
Son bir iki yılımı dine vermiştim, kurtarırsa beni bu travmadan İslam kurtarırdı.Dinimi öğrendim, Kur’an’ımı, itikadımı, siyeri, Said-i Nursi Risalelerini, Seyyid Kutub’u, Ali Şeriatî’yi, Hayyam’ı (Kel alaka deme:)) okudum öğrendim.Dünyayı Siyonist ve Hristiyan misyonerlerin yönettiğini öğrenmiştim.Tam da o günlerde Filistin’de İsrail askerlerinin ateşine maruz kalan beş yaşında bir çocuk babasının arkasına saklanırken vurulmuştu.Bu olayla ilgili görüntüler televizyonlarda sürekli dönüyordu, kararımı vermiştim: İlk gördüğüm misyoneri ya da Yahudi’yi öldürecektim.
Başta anlattım ya çifte tabancayla geziyordum... Bodrum’a düştü yolum, bir cuma namazında tuhaf bir imam tuhaf bir vaaz veriyordu heyecanla.Arap olduğu kırık Türkçesinden anlaşılıyordu,hatta bir ara vaaz sırasında haşa, Hazreti Peygamber’le diğer peygamberlerin bir farkının olmadığını söylemiş, cemaat uyuklamakta olduğu için pek anlamamıştı, işin garibi ben dahil hiç kimse imama tepki göstermemiştik.
Sonradan aklım başıma gelince o mübareğin hakkını koruyamadığımı fark ettim. Yahu ben ne boktan adamdım; ne karımı ne Filistinli çocuğu ne de Kainatın Efendisi yüce Peygamber’imin aziz hatırasını koruyabilmiştim.Cemaat çıktıktan sonra bir direğin arkasına gizlenip şüpheli imamı izlemeye koyulmuştum.İmam rutin hareketlerle sarığını, cüppesini kaldırıyordu.Bir ara Kur’anı Kerim’i sol eline alınca iyice işkillendim; dahası İmam Efendi ceplerinden bir şeyler aranmaya başladı, birden cebinden ibola bir çakmak çıkardı, hani şu kovboy çakmağı yağmurda çamurda yanar.Gözlerime inanamıyordum ama ,tövbe ya Rabbi adam resmen Kuran-ı Kerim’i yakıyordu….
O an kan beynime sıçramıştı, çektim on dörtlüyü, kafasına tümünü de boşalttım, hâlâ öfkemi alamamış olmalıyım ki öbür şarjorü de boşaltmıştım.Tekmil Bodrum camiye akın etmiş korkuyla bana bakıyordu.Sözde İmamı öldürdükten sonra Kuran’ı bari söndüreyim diye elime almıştım.Vatandaş bir elinde yarısı yanmış Kur’an-ı Kerim, diğer elinde silah olan ve yerde kanlar içinde yatan besili imamı görünce ne düşünür ?
Derdimi anlatmaya çalıştımsa da nafile, hiç kimsecikleri haklı olduğuma inandıramamıştım.Elbette ki benim suçlu olduğumu, İmamı keyf için öldürdüğümü düşündüler, mahkemeler de öyle düşündü ve ömrümün on beş yılı gitti.Pişman mıyım, hayır. Şimdi olsa yine yapardım.O gün anladım ki bize İslam’ın güler yüzü öğretiliyor, kısasa kısastan söz edilmiyor.
İŞİDcilik diyorsun Allah’ına kurban olayım onların, yüreğimde zerre gam koymuyorlar: Cart curt edeni tak tak gebertiyorlar, siz misiniz ABD uşakları, Rus yavşakları, altı okka taşakları var onların vay babo...(Rambo’nun, İŞİD’in testis ölçülerini nereden bu kadar kesin olarak bildiğini sormak için de on okka lazımdı ondan:))
İşte böyle Hocam benim hikâyem bu…Geçen hafta cezaevinden çıktım, esasen baba mesleğimizdir tır şoförlüğü, İstanbul’dan Rizeli hemşehriler çağırdı, Kanada’dan eşya getirilecekmiş, kim gider ta Allah’ın Kanada’sına? Tabi ki sahipsiz Gökhan…O eşyaları getirdim Eskişehir’e ve Allah sizi çıkardı karşıma, söyleyin bakalım sizi üzen dinsiz, Allahsız biri var mı! Söyleyin hemen şuracıkta "Tekbiiir! Allahu ekber! deyip halledeyim namıssızı!"
“Bismillahirrahmanirrahim çektim içimden, amanındı, bu mekanın imanı en zayıf adamı bendim, inşallah bıçakçı Sülo Büüykerşen’e oy verdiğimi filan söylemezdi bizim katile…Hemen toparlandım:
--Vay ağabeyim sen neler yaşamışsın, ah ah…Seni günlerce dinleyebilirdim ama çok önemli bir işimiz var, değil mi Cevdet Bey? Cevdet mevzuyu anladığı halde, sırf kıllık olsun diye:
--Yooo İşimizin çok acelesi yok, bak Gökhan Ağabey ne güzel anlatıyor, biraz daha oturalım Memetçiğim.
(Ulan Cevdet ben de bunu senin yanına bırakırsam...buldu İŞİDci katili kendince beni korkutacak, hı hı ben kaçın kurrasıyım, hem benim dedem Dirgen Ali Ağa’nın on beş leşi, babam Dirgen İsa’nın da üç façası var ayaktan, üç adamı topal bırakmıştır benim babam…Kim korkar hain İŞİDçiden demeye kalmadı, Allah’tan hatun aradı.
--Tabi karıcığım, peynir ve yumurta, seni seviyorum karıcığım, yumurtayı ve peyniri ve dahi seni çok seviyorum karıcığım,seni çok özledim karıcığım…
--Ya Memet saçmalama, malzemeleri hemen al gel.
--Emrin olur karıcığım.” deyip tam kapıdan çıkacakken Gökhan:
---Yahu hocam o kadar da kılıbık olmayın, vereyim makineyi iki tane ayağına sık yengenin, ilk vukuatınsa üç beş bin liralık para cezasına çevrilir, üç ayda çıkarsın şerefsizim!
Gökhan tüyler ürpertmeye devam ederken ben kendimi zor da olsa sokağa atmıştım.Bu hikayeyi yazmak, sabaha kadar da zamanımı alsa da yazacaktım.Öyle de yaptım.Şu an sabahın sekizi ve henüz hiç uyumadım.
Manyak mıknatısı mıyım neyim arkadaş?
Memlekette ne kadar arızalı adam varsa gelir, bulur beni.
Hatta bir keresinde caddede on kişi yürürken, delinin biri onca adam içinden beni seçmiş, sarılmış öpmüş ve para istemişti merak edip sordum:
--Yahu Mustafa,neden özellikle parayı benden istiyorsun, neden diğer arkadaşlarla ilgilenmiyorsun?” deyince Mustafa gülmüş:
--Sen insanların gözlerinin içine bakıyorsun hocam, onlar bakmıyorlar ki…” demişti.
* * *
Mehmet Binboğa
Eskişehir
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.