- 830 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'kitschlenme'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İnilecek bir merdiven değil bu. Yangın merdivenleri gibi, ikinci kata gelindiğinde beyin iflas ediyor, yangından kurtuluş için tek yol, bilinen basamaklar oluyor. Bu da öyle bir merdiven, çıkıldığı zaman görülen manzaranın yanı sıra yalnızlık var. Kaldırımdaki ayağıma bakıyorum. Aslında bu kaldırım sayılmaz. Burada kaldırım yok, olması da saçma olurdu. Hem Belediye’nin parası başka yerlere aktarılmalı. Sivrisinek kovucu ilaç tankerlerinin yüklendiği pikapların en büyüklerinden alınmalı. Öteki türlü adlandıramadığım kızgınlığın üstesinden gelemem. Masamın etrafında bu basamaklardan çok var. Masam dediğime bakılırsa iyelik eki kullanıyorum. Bunu kabul edemem. İki m harfinin yan yana gelip de oluşturduğu çağrışımlar kümesinin tek ögesi var. Neyse ki bu masa benim değil. Aslında benim hiç masam olmadı. Bu masayı daha önce kiraladığı evi terk eden hemşireden kaldığını biliyorum. Yan odadaki masanın üzerine bir şey koyacak hali yokken onu adam edebildim. Hiç yoktan yüzüne gözüne bakılabiliyor. Diğer odada bu iki masadan daha büyük bir masa var. Onu da yol kenarına koymuşlardı. Çöp tenekesine biraz uzak mesafede gecenin bir vakti bisikletle geçerken o masayı gördüm. Öyle ilk görüşte aşk sayılmazdı aramızdaki ilişki, yanına gittim, sağını solunu elledim, onun bana, benim de ona ısınabilmemiz için okşadım. Sert, yer yer üst kaplamasının soyulduğu bir yapısı vardı. Tek elle onu tutup, diğer elle de bisikleti kontrol etmek zor olsa da, o masayı eve kadar getirmiştim. Yemek masası olabilir diye düşünmüştüm. Kim bilir beş altı kişinin etrafında rahatlıkla yemek yiyebileceği bir masaydı. Atıl bir durumda kalışına üzülmemesi için üzerine örtü örttüm. Sonra Ayşe’nin yaptığı sabunları dizdim üzerine. Bazen gazete, bazen de kullanılmayan bir seccade üzerinde duruyordu. Şimdiler de içi boş iki ayakkabı kutusu üzerinde duruyor. Niye duruyorlar ben de hiç düşünmedim ama duruyorlar. Durmaları için büyük bir sebep yok. Ah Ayşe, sabunların esansı da kaçmış. Bu nem, gamsız bir dansözün olmayacağına taptırırcasına insanı, sabunların dahi başını döndürüp, esanslarını kaçırıyor.
Her şeye rağmen üzerinde kitap olan bu masayı seviyorum. Diğer odadaki masada bilgisayar var. O da atıl durumda. İnsan yalnızlığa tek bir odada alışmalı. Hem bu absürt ifadenin de cılkı çıktı. Karikatür yenilginin modası dört duvar. Her neyse, bu masayı neden sevdiğimi söylemiştim; kitaplar… Öyle yüz tane filan değil, birkaç tane. İnsan yılları ayırırken dikkat etmeli. Ayların birini kayırmaya kalkarsa, diğer ayların hesabı yüklü oluyor. Örneğin Nisan’ı çok severken, Ağustos’tan tiksinebilen bir insanın Ağustos ayında başına gelebilecek pek çok karışık olay gelebiliyor. Aslında bu ayların da pek önemi yok. İnsanın kendine fazla değer vermeyince her şey kolayca çözüme ulaşabiliyor. Çözümü hak eden insan, bir başka insanın kendine verdiği değerden dolayıysa zarar görüyor. Yine bir ikilem, oran orantı hesabı ve belki Pisagor kafasını bu soruna verseydi, daha dik insanların varlığından bahsetmiyor olabilirdik. Fakat bundan kime ne? Masanın etrafındaki basamaklardan bahsetmek istiyordum, yine aklımı kaybediyorum. Hayal görüyor da olabilirim. Basamakları benden başka kimse görmüyor da olabilir ama bunun hiçbir önemi yok. Kitapları yan yana dizince dikkat ettiğim en büyük nokta kitapların birbirinden farklı olması. Aynı kitapların yan yana dizilmesinde haksızlık oluyor. Her türlü kitabı karıştırıp, aynı yer de bulundurmak lazım. İstek hegemonyasının önüne geçerken, sıralama da hatalar normal şartlar da yok sayılabilir. Bir örümceğin meyve sıkma makinesinin etrafında ağ örmesi kadar normal ne olabilir ki?
Bu koşullar altında sandalyeden ayağı kalkamam. Sandalyeyi bana hissettiren bir şey olmalıydı ama yok. Dirseklerim boşta. Yalnızca kıçımın soğuk etinin deri üzerinde olduğunu biliyorum. Tanrı’ya uzanmak için yüksek binalar yaptığını sanan bir müteahhit ibneliği dolaşıyor karanlığın içinde. Sokak bu saatler de köpek sesi demek, birkaç tane holde sırasını bekleyen düşünce var. Su birikintisinin çatıdan akıp, tavanda yayıldığı an duvarda kitch bir ayna gölgesi göze çarpıyor. Saatin ortamın ambiyansına tecavüz etmeye bayıldığı saatlerden bahsediyorum. Doğal olarak insanların alım gücüne bağlı bir durumun da sanat olabileceği bir çağda yaşıyoruz. Girişi dahi iki üç günlük işçi yevmiyesi isteyen müze ya da sanat galerisi saçmalığı değil. Bir ayna, duvar, gölge ve kitch işte. Plastik çiçeklerin, ayaküstü restoranların, kopya eserlerin vs. kitsch sayılan dünyasında doğru dürüst yaşayamayan insanlığa, insanlığın sunduğu sanatın faydasından bahsetmek ayrı dursun, bu masanın bana ilgisizliği nasılsa, insanların, milyarca insanın ilgisizliği bu yüzden olabilir. Etrüsk heykelleri hayatlarının orta yerine koyabilecekleri yeri olmayan insanların, Michelangelo’nun duvar resimlerinden, Rembrandt’ın oto-portrelerinden, Van Gogh’un manzaralarından, Modigliani’nin nü çalışmalarından çıkarabileceği ortak düşüncenin tanımladığı noktada, argoda kendine yer bulabilecek bir kuyu olabilir. İnsanların bir başka zenginliğin sahiplendiği kuyuya ilgi duymayacağının farkında olduğu hayat, bu kitch ilgisizliğini doğururken, kahvenin bittiğini fark ediyorum. Bu basamakların her birinde sigara izmaritleri var. Kalp damarlarını tıkayan sigaralardan her biri suçunu itiraf ederken sırıtıyor. Pörsük et parçası, kıvrılmış, hafif sola ya da sağa sarkan et parçası, hassas damarların kana ihtiyaç duyduğu et parçası, kılcalları besleyen daha büyük damarlar… Katmerli bir yalanın etten, kemikten ve kandan başka bir şeye ihtiyaç duyduğu da yok.
Kör kuyudan kaçabilir misin? Düşmeden, bir an için atlayıp, devam edebilmek de başarı sayılabilir. Tabi, başarı mutluluk getirir mi? Mutluluk da huzur… İnsan yaptıklarını hatırladıkça, acısını yaşamaya devam ettikçe boğulurken, çevresindeki herkesi ve her şeyi yok sayabilir. Buna muhtaç olduğunu düşünür ama değildir. Sakin bir hayat, insan defterde kaç yaprağın olmadığını bilmeden yaşarken nasıl dürüst olabilir ki kendine? Çıkış kapısının ileride bir yerde olduğunu bilmek de çoğu zaman işe yaramaz. Birlikte yaşlanamayan insanların birlikte yaşardığı geçmişle alakalı bu kitapların masada ne işi var? Bu masayı nasıl betimlemeli? Nasıl diye kendime sormalıyım. Düşüncelerimi pek çok defa değiştirdiğim oldu. Kendi kendime sık sık da sorarım ‘neden’ diye, hep daha güzel yaşamak mı gerekir, sonra neden gelir, her yanımda titrek bir güzelin saçları uçuşur. Bu hayal meyal değildir. Hani güzel sesler çıkarabilen piyano içinde sıkışmış, morarmış bir geçmiş hüznünün tozu bulaşır damağa, gırtlağa, aşağılara, kalbe, ruha doğru. Ruhum yalnız kaldığında, kendi başına özünü hissetmek için çabalamaya başladığı anlar da dahi, kendi kamburumun üzerinde dünyayı taşıdığımı hissettim an olur. Başka isimler, başka yüzler, kokular, heyecanlar aslında aynı şeyi tekrarlarken doğar. Çağdaşlarımın uygar ve duyarlılıktan yoksun davranışlarına bayılmıyorum da, ayrıca geçen bir arkadaşımla sohbet edeyim derken, göt gibi ortada bırakıldığımı düşünürsem tekrardan, hayır, bu masanın etrafındaki basamaklar daha hayırlı. İntihar gibi ayağa kalkarım ve yürürüm. Kaç yıl yaşardım, kaç bahar geçti ve insan geçmişi ileride düşünmeye kalkınca düşüncelerinin aslında bayatladığını fark etmemek için tecrübeli olduğunu söylemeye kalktığında içine yayılan endişenin etrafındaki sorumluluklardan ötürü olduğunu bilmek de gerekir. Ne beşik, ne mezar mantıklı imgeler. Ataçla ıslak kâğıt parçalarını çamaşır ipine astığım günün ertesi günüydü. Daha güzeli ne beşik ne de mezar insanı insan edebiliyor. Pencereler de kurnaz, biraz ışık kırarlar. Betimlemek gerekirse on dokuz tane kitap, artı bir tane de sözlükten oluşan kitapların masa üzerinde tozlandığını bilmek acı filan vermiyor. Toz iyidir, içinde benim de ölü derimin olduğu tozsa, daha iyidir, iyice sahiplenirim tozlanmış bir şeyi. Bazı insanlar toz düşmanıdır, bay bayan fark etmiyor, manyaktır bu insanlar, en ufak tozda deli divane eline aldıkları ilk bezle tozları alırlar. Bazen eski bir atlet, külot parçası bile işlerini görmek için kullanılır.
Sahiden ünlü sanat tarihçilerinin dediği gibi romantizmin modası geçti mi? İhtimaller dâhilinde, insanların gerçeklerden korktuğu bir dünyada romantizmin nasıl bir değeri olabilir ki zaten. Sembollerin yerini aşırı, hızlı tüketim simgeleri aldı. Realist, ayrıca rasyonel bir sürrealizm var olabildiyse, bu artık eskide olduğu gibi daha dar ve küçük elit gruplar tarafından sahiplenildi. Geriye kalan her şey kitsch sayılabilir. Rölativizm daha çok yarar sağlamayla da eş değerken, hislerin sosyal bir yanına yoğunlaşmak istediğini insan nasıl açıklayabilir ki?
Bu masa, şu masa, o masa. Saplantılı, bağlantılı, alakasız; her biri bir zaman sonra kitsch olacak şeyler.
Boş bir şampuan kutusunu saklayıp, iki yüz sene sonra insanlara gösterseler, Helenist heykellerin varlığı gibi garip bir hüzün ve sanat anlayışı çoğalır. Ama bugün göklere yükseltilen bir şeyin evvel de zamanına ait kitsch sayılan bir nesne olmadığını kim yok sayabilir ki? Ya bu masamı; kitapların yan yana nasıl dizildiğini, yirmi olasılıktan birini basit 20x19x18 ya da 20x20x20 haliyle problemin çözümüne gitsem, bir cevap bulabilir miyim? Bunlarla pek ilgisi olmasa da yıllar önce Amerika’daki çılgınlık Monty Hall problemini bana sorsalardı ne cevap verirdim? Aslında soru değil, bir yarışma programı ama matematikçilerin zekâsını kaşıyan bir yarışma programı ayrıca da. Kırmızı, mavi, yeşil kapıdan hangisini seçerdim? Mavi kapıyı seçiyorum diyelim. Yeşil ve kırmızı kapı karşımda duruyor. Prosedür gereği kapılar hemen açılmıyor. Sunucu yeşil kapıyı açıp bir armağan bulunmadığını gösteriyor. Sunucu bana dönüp, fikrimi değiştirip değiştirmeyeceğime dair bir de soru soruyor. Mavi ve kırmızı kapı arasında kalıyorum. Başta 1/3 olan şansımın, ½’ye düştüğünü görmek sevinçli haber. Müjdeliyorum ki araba benim olacak. Eğer mavi kapının arkasında araba varsa, o zaten benim. Kaybedersem, bir araba kaybetmiyorum, oyunu kaybediyorum. Eğer kırmızı kapıyı seçersem, 2/3 oranına yükselen bir olasılıkla arabanın sahibi oluyorum. Fikirlerden vazgeçmek zor olsa da, yüzde 1/3 şansı bırakmanın zararı yok. Bunun sezgisel bir tarafı da var. Her şey bir yana bu sadece matematiksel bir hesap ve yaşam yazıldığı gibi devam ediyor. Eğer incelendiğinde bir matematik hesabı bulunuyorsa ve olasılığa hak veren bir kader varsa, masanın etrafındaki basamaklarında sayısını biliyor. Bu basamakların uzandığı göğün yaslandığı coğrafya da her şey farklı! Olasılığın gözünü seveyim, permütasyonu işin içine soktuğumda, başta 20! oluyor ki, bu da 20x19x18…x1 oluyor. İlk kitabı koyduktan sonra, ikinci kitabın 19! olma ya da tekrar 20! olasılığı var. Olasılığın kendi içinde olasılık sorunu çıkardığı bir dünyada, yalnız olmanın çekici bir tarafı var. Her bir kitabı, kitsch çizgisiyle dağıtmalıyım.
Yalan değil. Bu masanın, kitapların, kirli gözlük camlarının, gıcık lambanın, karanlığın, köpeklerin ve hatta insanların kaynaşmasını sağlayan şey, kitsch diye itilen ne varsa oldur. Değersiz olan bir şeyin, insanları yönetme isteğindeki birkaç zevksiz insanın arzusuyla nasıl sosyolojik olgu haline dönüştüğüne iyi bakmak lazım. Elbette kader olguları var eden yanı sıra, durağandır ama sanatların dinamik bir tarafı vardır. Sınıflandırırken marjinal sayılan her şey değerlidir. Bu yüzden gerçekler değerlidir. Çünkü kimse gerçekleri sevmez. Ben de sevmem. Masayı, üzerindeki kitapları… Merdivenleri, basamakları… Çıkışı olmayan yangın merdivenlerini, kelime olmayan spekülasyonu ve mikrofonları.
Belki bir zaman sonra, yine aynı şeyleri, hiç bilmiyormuş, farkında değilmiş gibi anlatırım. Bu ilgisizliğin, alakasızlığın yenilir yutulur tarafı yok. Ne de olsa insan nefes alırken, düşünebildiğine şükretmez. Tarih de sabrediyor. Daha iyi becermek için not almak zorunda. Bekliyor.
YORUMLAR
=> Bu ilgisizliğin, alakasızlığın yenilir yutulur tarafı yok.
Bunu aslında biz söylemeliydik bu kalibredeki bir yazının aldığı yorumları görünce.
Öncelikle Monty Hall problemi için teşekkürler. Yardımsız çözebildiğimde (Ama ilk denemede değil) kendimi gayet iyi hissettim.Peki problemin anlatılması yazıyı ağırlaştırmış denebilir mi? Belki ama Monty Hall'dan bahsedip ne olduğunu anlatmamak daha garip dururdu. Yazı biraz daha talepkar olmuş, varsın olsun.
=> Boş bir şampuan kutusunu saklayıp, iki yüz sene sonra insanlara gösterseler, Helenist heykellerin varlığı gibi garip bir hüzün ve sanat anlayışı çoğalır
Demolition Man'deki 20. yüzyıl reklam cingıllarının gelecekte şarkı olarak kabul görmesinden bahsediliyordu. Şampuan kutusu çok da uzak bir şey değil: Geçen, hatta bu yüzyıllın boş şişelerini dekoratif amaçlı saklayanlar var. Neden saçlara hayat veren Blendax şişesi geleceğin spotları altındaki yerini almasın?
Tebrikler. Saygılarımla.
İlhan Kemal tarafından 4/28/2015 9:57:35 PM zamanında düzenlenmiştir.
HakkınSesi
Ölüm kültü, erotizm, milliyetçilik değersiz görülen, sıradan sanata daha layık dursa da, hepsinden öte olasılığın insanın düşüncelerini tırmalayan yanı var.
İşin ilginç tarafı gün itibariyle biz hangi sıradanlığın içindeyiz? Sesler, cümleler ilk başta insanı rahatsız etse de, sonradan onu sevmek alışmakla alakadar mıdır?
teşekkürler yorumunuz için. saygılar