- 1263 Okunma
- 5 Yorum
- 2 Beğeni
KAYIP KAZAK
Gece İstanbul’un üzerine bütün haşmetiyle çökmüş, burada yaşayan insanlara adeta “Kesin artık şu keşmekeşi.” der gibiydi. Oysa hayat, dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri olan İstanbul’da olanca hızıyla devam ediyor; şehrin ışıkları, gökyüzündeki yıldızları görünmez hale getiriyordu. İmparatorluklara başkentlik yapmış bu coğrafyada, göçlerin halkı birbirinden uzaklaştıran yoğunluğa sebebiyet vermesinden sonra, oldum olası, ışığı yanan her mekânda, başka hayatlara teğet geçen, ayrı yaşam kavgaları sahnelenirdi. Şimdi, Fatih ilçesinin birbirine yaslanmış gibi duran dar evlerinden birinin beşinci katında onca kalabalığa rağmen fark edilmeyen insanların yaşadığı bir evin kalın perdeli penceresinden dışarıya sızan cılız ışıkları takip ederek içeriye doğru süzülelim.
Biri caddeye, diğeri apartman boşluğuna bakan iki küçük oda… Arada iki odayı birbirine bağlayan, dar bir hol ve hole açılan mutfak, banyo, tuvalet… Eski püskü eşyaların son derece düzenli olması bu evin hanımının titizliğine delaletti. Eşyalar eskiydi ancak evin içinde yaşayanların ruh güzelliğini yansıtıyordu. Yayları koptuğundan dolayı yer yer çökmüş ve kumaşı aşınmış bir çekyatın her iki tarafına yerleştirilmiş, üzerlerine yaklaşılınca taze kokular duyabileceğiniz hissini veren sarıpapatyalar işlenmiş yastıklar… Vitrinde “Ben her zaman sizlerle birlikteyim.” der gibi, kocaman gözleriyle sıcacık bakan, siyah - beyaz bir erkek fotoğrafı… Üstündeki deseni solmuş olmasına rağmen, içindeki canlı güllerin gururunu taşıyan, ince belli, zarif bir vazo… Duvar çatlağına yapıştırılmış, küçük bir çocuk tarafından yapıldığı anlaşılan, kocaman bir güneşin, kıvrım kıvrım akan bir derenin, köpük köpük ağaçların olduğu bir manzara resmi… Yan yana dizilmiş iki küçük terlik… Dikkatle katlanmış bir seccade ve arasına sıkıştırılmış mavi boncuklu bir tespih… En güzeli ise, arkaya bakan odadaki sıcacık yataklarında uykuya dalmış olan üç küçük çocuğun rüyalarından taşan cennet kokuları… Anneleri Aliye Hanım için ise uyku vakti henüz gelmemişti.
Aliye Hanım, küçük yaşta yetim kalan üç çocuğu ile zor bir hayat sürdürüyordu. Orta ölçekli bir firmada düşük maaşla çalışan bir sekreterdi. Çocukların okul masrafları, evin elektriği, suyu, yeme içme giderleri, derken ay sonu geliyordu ve maaşından geriye elinde pek bir şey kalmıyordu. İdareli kadındı. Müsriflik sayılacak hiçbir masraf yapmazdı. Giyim kuşamı da, elinden dikiş ve örgü geldiği için, ucuza getirirdi ve temiz kullanırdı. İyi ki başını sokacak bir eve sahipti de kira ödemiyordu. Yoksa ele güne muhtaç olacak bir hale düşerlerdi.
İşte, yine eline şişleri almış, büyük oğluna kazak örmeye oturmuştu. Akşam iş dönüşü tuhafiyeciye uğrayarak, gri renkli, üç yün yumak almış, eve öyle dönmüştü. Kazağı, önceden artmış, beyaz iplerle desen yaparak örmeyi planlıyordu. Çocuklar, derslerini yaptıktan sonra odalarına çekilip uyumuşlardı.
Aliye Hanım saate baktı. Yirmi üçe geliyordu vakit. “Bir saat kadar örerim, sonra ben de yatarım.” diye düşündü. “Bismillah. Haydi bakalım Aliye; kolay gelsin.” diye mırıldandı.
Örgü örerken düşüncelere dalarak günlük olayları değerlendirdi. Yarın, hatta hafta sonuna kadar ne yapacağına karar verdi. Gelecek hakkında biraz endişeli bir yapıya sahipti. Disiplinli yaşamadığında kendisinin ve çocuklarının hayatını riske atmaktan korkardı. Böyle davranmaya hayat şartları zorluyordu onu. Ancak, gücünün yetmediği durumlarda tevekkül etmeyi de bilirdi. Saatin tik taklarına uydurmuştu attığı ilmekleri. Düşünceler beyninde dans ediyordu. Birden, çok gerilere gitti. Baba evini geçirdi aklından. Genç kızlığını, çocukluğunu, bebekliğini…
Annesi Dilşade Hanım, ona hamile kaldığı zaman, içinden hep “İnşallah erkek olur.” diye dua etmişti. Kocası üç kız evlattan sonra bir de oğulları olsun istiyordu çünkü. Adını da hazırlamışlardı: Ali. Apar topar kaldırıldığı hastanede doğumdan hemen sonra, hemşireye merakla sormuştu:
“Oğlan, değil mi?”
Hemşire halden anlayan birisiydi. Kadıncağızı üzmemek için, haberi şakayla karışık vermişti. “Haydi, gözün aydın canım! Sürmeli gözlü bir kızın oldu. Çoraplarına, eteklerine ortak geldi. Pek de güzel maşallah!” Sonra da kadıncağızın gözlerindeki hayal kırıklığını görmezden gelerek elindeki kalemi sallamış ve sözlerine “Adını ne yazalım bu dünya güzelinin?” diye devam etmişti. Dilşade Hanım, hemşirenin el çabukluğu ile kundaklayıp yanına getirdiği yavrusunu koklayıp bağrına basarken, kurumuş dudaklarının arasından çıkan, ıslık gibi bir fısıltıyla “‘Aliye’ yazın.” demiş ve inlemişti: “Ah, Mahmut Efendi, şimdi ben senin yüzüne nasıl bakacağım?”.
İşte böyle, doğduğu andan başlamıştı Aliye Hanım’ın talihsizliği. Bu doğum hikâyesini annesinin ağzından defalarca dinlemişti. Babasının kendisine karşı soğuk davranmasının sebebi de erkek çocuk hayalinin boşa çıkmasıydı. Diğer kardeşlerine gösterdiği yakınlığı hiçbir zaman ona göstermemişti. Gerçi öteki kardeşlerine yakınlığı da tartışılırdı ama hiç değilse, arada bir onların başlarını okşar, dizinde oturmalarına müsaade ederdi. Minik Aliye, babasının kendisi ile aralarına koyduğu sınırı aşmaya hiçbir zaman teşebbüs etmemişti. Zaten küçük yaşta, çıkan ilk kısmetine verilerek, başı bağlanmıştı. Kaderine razı olmuş ve kocası ile iyi geçinmeye çalışmıştı. Üçüncü çocuğu Elif dünyaya geldikten iki yıl sonra da eşini bir trafik kazasında yitirmişti. Kocasından bir emekli maaşı kalsaydı, belki de böyle aşırı hesaplı davranmak zorunda kalmazdı.
Eşi öldükten sonra bir işe girene ve hayatını yeniden düzene sokana kadar epey sıkıntılı günler yaşamasına rağmen, mücadeleci karakteri sayesinde ayakta kalmayı başarmıştı. Şimdi büyük oğlu Salih altıncı sınıfa gidiyordu artık ve on gün sonra okulla birlikte, bir hafta sürecek bir kamp gezisine katılacaktı. Giriş sınavlarında yüksek bir puan aldığı için, özel bir okulda, başarılı çocuklara tanınan kontenjan hakkından yararlanarak, parasız okuyordu. Bu sene de derslerinin not ortalaması çok yüksekti ve gezi ile ödüllendirilmişti. Kazağı gezi gününe kadar yetiştirmeliydi. “Her gece örmeye devam edersem rahat rahat yetişir.” diye düşünüp elini hızlandırdı.
xxx
Nihayet o gün gelmişti. Ördüğü yeni kazağı özenerek oğluna giydirdi. Ne de güzel yakışmıştı maşallah. Gri renk Salih’in yeşil gözleriyle mükemmel bir uyum sağlamıştı. Koşarak aynanın karşısına geçip yeni kazağının üzerinde nasıl durduğuna bakan Salih’e seslendi:
“Haydi bakalım, acele et biraz. Sen kardeşlerinle vedalaşırken ben de öteberini hazırlayayım.”
Ufak bir çantaya birkaç parça giyim eşyası, spor ayakkabısı, diş fırçası, sabun, mendil gibi lazım olabilecek ihtiyaçlarını da koyarak, ılık bir nisan gününün pazar sabahı, erken saatte okulun yolunu tuttular. Yolda oğluna bir sürü tembihte bulundu. Oğlan annesinin bu vesveseli haline alışık olduğu için, “Peki anne.”, “Anladım.”, “Tamam.” gibi yanıtlar vererek her seferinde başını sallıyordu.
Okul kapısının önünde toplanmış, geziye katılacak öğrenciler ile onları yolcu etmeye gelen velilerin arasına karıştılar. Kalabalık gitgide büyüdü ve gezi otobüsünün gelmesiyle hareketlilik arttı. Okul yönetiminden birkaç kişi ve birkaç öğretmen gelmişti. Müdür yardımcısı velilere hitaben bir konuşma yaptı. Soruları cevaplandırdı, gezi hakkında son bir izahat verdi. Daha sonra rehber öğretmen, elindeki listeden çocukların isimlerini tek tek okuyarak, velileriyle vedalaşan çocukların otobüse bindirilmesini sağladı.
Aliye Hanım, oğlundan ilk defa ayrıldığı için biraz buruktu. Aklına da olur olmaz bin türlü şey geliyordu. Neredeyse gönderdiğine pişman olup vazgeçecekti ki otobüs hareket etti. Cam kenarında oturan yavrusuna hararetle el sallayıp onu dualarla uğurladı. Ağlamaklı olmuştu.
Onun bu mahzun halini gören Cemal’in velisi Fevziye Hanım, “Üzülme, sağ salim gidip gelirler inşallah. Tek senin oğlun değil ki… Bak; bir sürü çocuk var. Başlarında da öğretmenler… Bir şey olmaz; korkma.” diye cesaret verdi. Aliye Hanım’ın içi biraz rahatlamıştı. “Evelallah!” diyerek evine geri döndü.
Anahtarıyla kapıyı açıp eve girerken içini tekrar vehim kapladı. Eşini trafik kazasında yitirdiği için yolculuklar onu hep korkuturdu. Gönül rızasıyla evlendirilmediği halde, gönlünü hoş tutan tavırları nedeniyle, zaman içerisinde eşine sevgi beslemiş, o öldükten sonra da ona en çok benzeyen oğlu Salih’e daha düşkün olmuştu. Diğer çocuklarını da dünyaya değişmezdi ama Salih’in yeri başkaydı. İçinden tekrar dua etti ve yavrularının o üzgün halini görecekleri endişesi ile, nemlenen gözlerini sildi. Kendini toparlamaya çalışarak onlara seslendi:
“Ben geldim canlarım; acıktınız mı?”.
Takip eden günlerde, diğer çocukları Serhat ve Elif ile sık sık Salih’ten söz ettiler. Kardeşleri ha bire “Abim de bizi özlemiş midir anne?” diyordu. Birbirlerine çok düşkündüler ve iyi geçinirlerdi. Birisinin yokluğu evde kocaman bir boşluk oluşturmuştu. Özellikle yemeğe oturduklarında Salih’in eksikliği iyice belli oluyordu. Alt tarafı birkaç gündü ama böyle zamanlarda nedense günler geçmek bilmiyordu.
xxx
Akşam saatlerinde kapı zilinin çalmasıyla, oturduğu koltuktan heyecanla fırladı Aliye Hanım. Gelen Salih’ti. Öğretmenlerden birisi de yanındaydı. Merhabalaşma ve teşekkür faslından sonra, genç öğretmen, diğer öğrencileri de teslim edeceğini, hemen gitmesi gerektiğini söyleyip merdivenlerden aşağıya doğru hızla inerek gözden kayboldu. Kamp gezisi Salih’e yaramış gibiydi. Gözlerinin içi parlıyordu. Hasret duygularıyla sarmaş dolaş oldular. Aliye Hanım oğluna “Şöyle dön bir bakayım anasının kuzusu; hay maşallah aslanıma!” dedi. Salih kendi etrafında bir - iki defa dönerek ellerini yana açtı: “İyiyim anne. Hem de çok iyi. Nerelere gittik bir bilsen…”
Dönüş günü de pazara denk gelmişti. Aliye Hanım, tatil olduğu için o gün çalışmıyordu ve okullar da kapalı olduğu için diğer çocukları da evdeydi. Oğlan ballandıra ballandıra, uzun uzun geziden söz etti. Sonra hep birlikte yemeğe oturdular. Salih köfte - patatesi çok sevdiği için Aliye Hanım paraya kıymış, kıyma alarak oğluna köfte yapmıştı. Serhat, ağabeyine takıldı:
“Sen yokken senin yemeklerini de ben yedim. Oh, canıma değsin.”
“Afiyet olsun kardeşim; eh, biz de aç kalmadık yani. Öyle güzel yemekler vardı ki…”
Elif, pembe yanaklarına düşen sarı saçlarını bir eliyle geriye doğru iterken, dudaklarını küsmüş gibi ileriye doğru uzatarak söze karıştı: “Yalan söylüyor abi. Senin yemeğini falan yemedi.”
Salih, şefkatle kız kardeşinin saçını okşarken, “Biliyorum; çaktırma.” diyerek göz kırptı. Annelerinin “Haydi, yemekleri soğutmayın bakayım. Sonra konuşmaya devam edersiniz.” ikazı üzerine üç kardeş birbirlerine takılmaktan vazgeçip yemeye başladılar.
Aliye Hanım yemekten sonra oğlunun gezi çantasını boşaltıyordu. Giyilmişse de giyilmemişse de, çantaya koyduğu bütün kıyafetleri yıkayacaktı. Yoksa içine sinmezdi. Birden, yeni ördüğü kazağın olmadığını fark etti. Banyoya girmek üzere olan oğluna seslendi:
“Salih, kazağın nerede oğlum? Bulamadım da…”.
Salih annesinin yanına gelerek üzgün bir tavırla “Kaybettim anne.” dedi.
“Nasıl yani? Nerede kaybettin oğlum? O kadar emek verdim. Nasıl kaybedersin?”
“Otobüs sıcaktı. Üzerimden çıkartıp yanıma koydum. Sonra ne oldu, bilemiyorum. Sanırım otobüste unuttum.”
“Aynı otobüsle dönmediniz mi? İyice arasaydın; nereye gider koca kazak?”
Salih suçluluk duygusu içindeydi. Hem kendini savunması hem de annesine bulma çabalarını anlatması lazımdı. İkna edici bir ses tonuyla açıklama yaptı: “İyice aradım, koltukların altına kadar baktım, arkadaşlarıma sordum, hatta otobüs şoförüne bile sordum, bulamadım. Özür dilerim anne.”
Aliye Hanım oğlunun bu mahcup tavrı karşısında yumuşadı. Zaten onun üzülmesine hiç dayanamazdı. Alt tarafı bir kazaktı sonuçta. Üstelik kıymetli oğlu tatilden mutlu bir şekilde dönmüştü. Keyfinin kaçmasını istemezdi. Sakinleşti ve yüzüne sıcak bir gülümseme kondurarak “Tamam oğlum, yine örerim aynısından; sen üzülme artık. Haydi, git banyonu yap, yat. Yarın okul var, malum.” dedi.
xxx
Aradan bir yıla yakın zaman geçmişti. Aliye Hanım, veli toplantısına katılmak üzere işten izin alıp Salih’in okuluna gelmişti. Biraz sonra oğlunu sınıfında buldu. Kucaklaşıp yanaklarından öptükten sonra etrafına bakındı. Öğretmenlerden biri, masasının yanına gelen velilere çocukları ile ilgili bilgi veriyordu. Merakla oğlana doğru eğilerek kulağına fısıldadı:
“Diğer öğretmenlerin nerede canım?”.
“Onlar da başka sınıflarda anne.”
“Tamam, önce bu öğretmeninle görüşelim, sonra ötekilere uğrarız; olur mu?”
Aliye Hanım, oğlunu da yanına alarak sınıfları tek tek gezdi, oğlunun dersleri hakkında bilgi aldı. Bütün öğretmenleri Salih’in çok başarılı, zeki ve terbiyeli bir öğrenci olduğundan bahsetti. Koltukları kabardı genç kadının. Zaten çocuklarının hepsi de derslerinde başarılıydı. O yüzden, alışıktı bu sözlere. “Allah bozmasın yavrularımı. İnşallah sonuna kadar hep böyle gitsin.” diye dua etti içinden.
Okuldan çıkmadan önce, “Çok susadım anne.” diyen oğluna su almak için kantine uğradılar. Kantincinin başı kalabalıktı ve kan ter içinde, acıkan, susayan öğrencilerin siparişlerini yetiştirmeye çalışıyordu. Salih elindeki bozuklukla sıraya girerken, sınıf sınıf dolaşmaktan çok yorulmuş olan kadıncağız da boş bir masaya ilişiverdi. Çevreye bakınırken aniden gözüne birisi çarptı. Köşedeki masaya oturmuş, kitap okuyan, sarışın bir çocuk… Üzerindeki kazak, oğlunun “Kaybettim.” dediği kazaktı. Emin olmak için iyice inceledi. Evet, oydu işte. Suyunu alıp yanına gelen oğluna, “Şu senin kazak değil mi?” diyerek çocuğu işaret etti. Oğlan, gözlerini kısarak, annesinin işaret ettiği yöne baktı. Kazağını o da tanımıştı. En belirgin yanı da yakasıydı. Genelde yuvarlak veya sivri yakalı kazak ören annesine “Bu seferki yakalı olsun anne.” demişti ve annesi de onu kırmayarak yakalı örmüştü bu kazağı. Kesin bir eda ile,
“Evet anne, bence de o.” dedi.
Genç kadın bir müddet ne yapacağına karar veremedi. Oğlu, iri açılmış gözleriyle sessizce annesini izlerken, suyunu içmeye devam etti. Annesinin aniden “Haydi, yanına gidelim de şununla biraz sohbet edelim bakalım.” demesi üzerine oturdukları masadan kalktılar ve sarışın çocuğun masasına doğru yürüdüler. Masanın etrafındaki boş sandalyelere otururken, Aliye Hanım oğlana lâf attı:
“Kolay gelsin oğlum; ders çalışıyorsun galiba.”
Oğlan dersten başını kaldırmadan cevapladı: “Evet teyze, yakında sınavım var da…”
“Maşallah, maşallah, aferin! Çalışın da başarılı olun inşallah. Hangi sınıftasın bakayım?”
Çocuk, kaldığı yeri işaretlemek için, arasına kalem koyarak, kitabın kapağını kapattı. Sonra mavi gözlerini Aliye Hanım’a çevirerek cevap verdi: “Bu okulda okumuyorum teyze. Dayım bu okulun şoförü; onunla geldik. Az sonra birlikte döneceğiz. Ben de kalkmak üzereydim.” Bir yandan duvardaki saate bakarken, diğer yandan da, iskemlenin arkasına astığı montuna uzandı eli.
Demek dayısı bu okulun şoförüydü ve oğlanın sırtındaki kazak kendi ördüğü kazaktı. Durum ortadaydı. Adam, kayboldu sandıkları kazağı yeğenine vermişti işte. Salih sorunca “Haberim yok.” demişti oysa. Aliye Hanım çok kızmıştı ama sinirlerine hâkim olmalı, olayın üstüne çocuğu rencide etmeden gitmeliydi.
“Kazağın da çok güzelmiş; annem mi ördü yavrum?”
“Hayır teyze; onu bana dayım aldı. Annem babam öldüğü için dayım bakıyor bizlere.”
Aliye Hanım’ın içi birden cız etti. Demek bu sarışın oğlan hem öksüz hem de yetim kalmıştı. Kendi çocuklarının da, yetim oldukları için, boyunları büküktü. Yetimliğin ne demek olduğunu bu sebeple çok iyi biliyordu. Bu çocuk üstüne üstlük bir de annesini kaybetmişti. Merhamet duyguları kabardı. Dayısının hatası yüzünden onu üzmek doğru olmazdı. Çocuğun başını okşayarak, “Güle güle giy evladım; çok yakışmış. Allah muvaffak etsin inşallah.” dedi.
Çocuk yanlarından uzaklaşmadan da ekledi:
“Dayına selam söyle bizden. Bizi tanır. ‘Geçen sene geziye götürdüğün Salih ve annesiyle karşılaştım; kazağımı çok beğendiler.’ dersin; olur mu oğlum?”.
“Teşekkür ederim teyze, söylerim.”
Aliye Hanım son bir kez, “Unutma ama muhakkak söyle, e mi?” diye tembihledi. Oğlan atkıyı boynuna dolarken, “Unutmam teyze; sen hiç merak etme.” dedi ve gözden kayboldu.
Aliye Hanım ve oğlu bir süre bakıştılar. Sonra “Hakkımızı helal edelim mi oğlum; ne dersin?”diye sordu kadın. Oğlan başını salladı.
“Edelim anne ama aynısından yine ör bana, olur mu?”
“Olur yavrum, daha da güzelini örerim; yeter ki sen iste can parem.”
İstanbul, artık kaldıramadığı insan ve bina yükünün, trafik kargaşasının, hava kirliliğinin ona vermiş olduğu zahmete, türlü çirkinlik ve kötülüklere, hain ruhlara, talancı ve dolandırıcılara, böylesi merhamet timsali, olgun karakterli, güzel ahlâklı, zarif konukları sebebiyle katlanıyordu belki de. Kim bilebilirdi ki?
Mücella Pakdemir
XXX
YORUMLAR
okudum yazıyı hende sindirerek. hikayelere bir başka ilgim vardır.
anlatımın akıcı ve düzgün bizimde sunulmuş olması çok güzel. konu ise güzel ruhlu insanlarımızın hayatlarından bir kesitti.
yaşanmış olabilir bir hikaye. Ancak Aliye hanımın öksüz ve yetim çocuğun dayısına gönderdiği anlamlı selam düşündürdü.
gerek var mıydı böylesi iğneleyen selama.
Adam haksızlık yapmış ama kim için? Yaptığı haksızlığı yüzüne vurmak elbette gerekli, lakin çocuk aracı olmamalıydı.
bakmayın benim yazdıklarıma okunası güzellikte özellikte 5.6.7.8. sınıf öğrencilerine yönelik ders kitaplarına konulabilecek güzel bir örnek.
kaleminiz yüreğiniz daim olsun
Gerçekten güzel bir hikaye.
Yazarının tespiti de çok yerinde.
Uzun yazılar kesinlikle okunmuyor bu sayfada.
Bir de dizi olarak aktarılanlar.
Ancak burada,
özelikle de bu hikayede, tüm suçun okuyucuda olduğunu düşünmüyoruz biz.
Yazı, 23.41'de asılmış sayfaya.
Normal şartlarda okuyucuya on dokuz dakika verilmiş okumak için.
Oysa,
biraz sabredilse ve yeni günün ilk saatlerinde asılsa idi,
çok daha uzun bir süre gündemde kalacak ve okunma şansı artacaktı.
Yazar,
bizlerin de çok yaptığı bir hata ile kaleme almış hikayesini bizce.
Ana konuya girmeden önce, oldukça fazla tasvirler arasında gezinmiş.
Direkt olya girse idi,
hem yazı kısa olacak, hem de okuyucusu çok olacaktı.
Her ne olursa olsun,
gerçekten güzel bir hikaye idi okuduğum.
Yazarını tebrik ediyorum.