- 901 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Uzun Soluklu Boşluklar
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bu roman sen okuma diye yazıldı.
Seni sevme nedenlerim her geçen gün biraz daha terk ederken beni, insanlar huzur denilen şeyden bahsediyorlar, bugün yine huzursuz olmak için bir sürü nedenim var, seni özlememe neden olan şeyleri hayatımdan çıkarırken, ne kadar kalabalık olduklarını öğreniyorum, bitmiyorlar.
Bazı şeylerin yok olması, bitmesi anlamına gelmiyor, içimdeki açlık ölme hissini uyandırıyor, tabutlar zil çalıyor karnımda, herkes ölen yakınlarının ardından yemek yiyorlar, benim midem bulanıyor gidenlerin ardından, iştah sadece ağlamak getiriyor. Gidenlerin ardından onları değil de, çocukluğumu özlediğimi fark ediyorum, gülerek, aklım ayak izlerindeki seslerin hırçınlığına değil de, çocukluğumdaki uçurtmaların kuyruğundaki hışırtıya takılıyor. Aklım kuşlarla yarış halinde, aklımı getiremiyorum göklerden geriye. Bir kitap yazdım hiç okunmayacak, senin ve benim hikâyemi yaktım yazarken, suskun köşede oturuyordum, yine gözlerini ateşten almıştın, biraz nefesim kesilmişti, nefessiz günlerde oturan yastık gibi, odadaki cama yüzünü dönmüş, kapıya sırtını dönmüş sandalye gibi, başım ağrıyordu, yazdım. Kimsenin okumayacağı ama sen okumasan da bileceğin bir kitap yazdım. Biraz ilgisiz kaldı sayfalar, biraz eski ve bakımsız. Üstelik kalem her sayfada tüketiyordu kendini, akıyordu, sayfalara biraz yağmur bulaştı, soğuktu. Sonra birkaç sokak sustuk biz. Ben herkesi unuttum, herkesle arama uzun soluklu bir dünya mesafe bıraktım, geriye bir tek gözlerin kaldı, hiçbir karaktere büründüremediğim, anlam veremediğim, sadece çocuksu bir şey, başım dönüyordu.
Yüreğimin duvarlarına astığım güzel bir tablosun artık sen, ressamını gönderdim, seni böyle seyrederek uyusam, kandırmış olur muyum kendimi? Daha kötü şeyler yapmak isterdim kendime, daha fazla sussun diye içimdekiler…
Boynumu sırtıma çevirmek isterken, hiçbir yere yetişemiyorum, yüzümü saklamanın başka yolları olsa, küçükken bebeğimin boynunu ters çevirmekten vicdan azabı duymuyorum şimdi, herkesin ters dönmek istediği bir yer var mutlaka, kalp atışlarının anlamlı olduğu zamanlar, dinlenebilen şarkılarla hızlanıyorsa, şarkıdan çok kalbin sesi çıkıyorsa, hızlı koşuyorum, kendimi haklı çıkarmak için, elbisemin puanları çok haklı, gittikleri için, çıkarmak istemiyorum, hatalı üç noktadan fazla yerde değilim ben…
Aslında bu kitap hiç yok, ben varmış gibi yaptım, sen okumuş gibi yaptın, yaşamak aklımıza gelmedi, yaşamaya değil de, içindeki hikâyeye yenildik biz. Ölüme böylesine yakınken birbirimize nasıl uzağız bu kadar, anlayamıyorum. İnsan kendi olmadan yaşadığı bir hayattan sorumlu olabilir mi? Ya da kim bunu yadırgayabilir?
Duyduğum minnetler yüzünden içim dışım tereddüt doldu!
Etrafa saçılan cesaretimden eser yok şimdi, toplayamadım, altı üstü her yanı korku kaldı yalnızca, midemdeki gümbürtüden anlaşılabilir bu, ben anlayamıyorum bazı şeyleri, beni kalbine bastırdığında başka sancılar hissetmeye başladım, üzeri örtülmüş sancıların birdenbire çıkması, kötü bir nedenden dolayı değil, iyi bir nedenden dolayıydı ve bu anlaşılmaz derecede ağlatıyordu beni…
Sanki hiç unutmayacak gibiydim seni, şimdi hatırladığımda gülünç bir gururla karşı karşıya kalıyorum, sanki seni sevmek bana özel bir şeymiş gibiydi, boşluğun palavrası, unutmak benim değil de seni uzaklaştıran zamanın suçuydu… Şimdi gururla karışık bir mutluluk duyuyorum, hastanın bir sabah uyandığında ağrılarının geçmesi gibi sevinçli ama hüzünlü biraz da gülünç…
Bir daha hiçbir doktoru yaklaştırmayacağım kalbime…
Kırgınım, saçlarım kadar. Avuç içlerimdeki çizgilerin yaşlılıkla ilgisi yok, yaşanmış hikâyelerle ilgisi var, o hikâyelerdeki yarım kalan, noktasız cümleler kadar kırgınım, her satır başında başlayıp, sonunu getirmedikleri için, kızgınım…
Eskisi kadar çay içemiyorum artık, eskisi gibi ilham veren yağmurlar da yok, bahar baharlığını yapamıyor, mevsimler birbirine geçti, insanların davranış bozuklukları gibi...
Tüm anlamsızlıkların büyük bir özenle parçalanarak toplanıldığı hayatta ben kendimi dağıtabilme çabasından toparlanamıyorum. Herkesin kendini bir şey görmek zorunda olması, göstermek zorunda hissetmesi, herkesin az biraz haklı olma çabası tiksindiriyor beni. Ben hep güçlüymüşüm, öyle diyorlar, ben niye güçlü olmak zorundayım? Hiç mi yıkılamayacağım? Kendimi hiç mi bırakamayacağım? Asıl bu yoruyor, asıl bu bezdiriyor beni yaşamaktan. Hep bir sıfat anlamsızca sırtımda soru işareti gibi, kocaman, dik durmazsam düşecek o sıfat, kadınlığım düşecek, elbisemin askıları düşmüş gibi çıplak olacağım o zaman, utanacağımı sanıyorlar, suskunum diye inançlı zannediyorlar beni, konuşmak zorunda değilim, yalnızca kitaplara anlatabilirim hikâyeler gözlerinize değil, sadece canım sıkıldıkça boynumu kesiyorum, sizlere arkamı dönmek için, artık ters düzen sandalyelere de ihtiyacım yok, boynumu kesik yerinden döndürebildiğim sürece…
***
Aklımın karanlık odalarında şekilsiz sesleri cevaplıyorum, herkes herhangi bir şeyi yapmamamı istiyor, bir şeyi biraz aşırı yaparak katlanabiliyorum bu olanlara, ruh eşim ölmüş, bu dünyada kalmanın lüzumsuzluğunu saklıyorum kırdığım dizlerimin altında, başka türlü dayanamam, saklamak için bir şeyleri, başka bir şeyleri aşırı göstermek gerektiğinin haklılığından dert yanıyorum, yalnızlığın amansız seslerinden bir ilgi, başka türlü ölümle buluşmak arzusunu bastıramıyorum…
Sürekli gülümsüyor olmam, benim gördüğüm şeyleri sizin göremiyor olmanızdır, suyun altında gülümseyen balıkları kimse deli diye götüremez. Onların gitmekten önce, ölmek için başka nedenleri vardır. Unutmak istediğim şeylerin arasında hatırlamak istediğim bir şey olarak kalacaksın artık yalnızca, sen yaşımsın, kurunun yanında gittin, üzgün değilim, yalnızca hatırlamıyorum, bir şey oldu sadece ama ne oldu, fark edemiyorum.
Yazmadan okunulsun dediğim şeyler vardı önceleri, mesela; gözlerin. Her gün biraz daha saklanmak adına, yatağa girip, gözlerimi kapamak istiyorum, her gün biraz daha uykumu artırıp, daha az hatırlamak istiyorum, hatırlamayı kutsallaştırdığımdan beri, unutmak günah gibi. Uyuyakalmak için, bir karanlık gökyüzü, bir de yıldızlar yeterliydi önceleri, şimdi acının anlamı var, acının da acısı var, onun kanaması var, sonra neyi ne zaman unuttuğunun bilincindeki saplantısı var, ne renk görüyordum yanındayken dünyayı? Ağlayınca en çok caddelerde deprem oluyor, yaşların kirpiklerde asılı kaldığı müddet boyunca, sonra sel oluyor arabanın camında sağanak şeklinde, gözün üzerindeki o tuzlu su tabakası kaldığı sürece, bu felaket devam ediyor, izahatı yapılmamış…
Yirmi Nisan İki Bin On Beş 18 00
Nevin Akbulut
Not: Yazımı Gün’e layık gören Değerli Seçki Kuruluna Sonsuz Teşekkürlerimle,