- 584 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
MARTI OLMAYI BECEREMEYEN ADAM
Martın son günleri, hava parçalı bulutlu, güneş gülümsüyor bazen bulutların arasından kafasını çıkartarak gökyüzü öksürüyor, biraz da ağlıyor, fakat mutlu olduğu her halinden belli.
Önceden kararlaştırdığımız üzere Pollyanna’yla buluşuyoruz öğle vakti. Sahilde yürüyüşümüzü yaptıktan sonra denizin kıyısında masalarını kuma yerleştirmiş bir kafeteryada oturmaya karar veriyoruz.
Kumsala açılan kapıdan içeri girdiğimizde bizi yavru bir köpek karşılıyor. Cinsinin ne olduğunu bilmediğimiz yavru bir köpeği sevmeye koyuluyoruz. Köpek minnettar öpücüklerle ellerimizi yalıyor memnun oluyor sevildiğine, bizde mutlu…
Sonra denize en yakın olan masaya oturarak garsona gelmesi için işaret veriyorum. Garson geliyor sessizce bekliyor, sandalyelerimiz için iki tane minder getirmesini rica ediyorum. Minderlerimizi getiriyor, oturuyoruz ve kahvelerimizi sipariş ediyoruz, yanında da iki tane kolonyalı mendil.
Pollyanna, gülümseyerek kedileri ve köpekleri çok sevdiğini anlatıyor kadifemsi sesiyle.
Kediler ve köpekler üzerine maceralarımızı anlatırken martılar kıskançça bağırmaya başlıyor. Kafamızı çevirdiğimizde oyunlar oynadıklarını görüyoruz.
Yanımıza yavru bir kurt köpeği geliyor, sol ayağı bandajlı, kumu koklayarak sakladığı bir şeyi arıyormuş gibi etrafı geziniyor bize aldırış etmeden. Biz de kolonyalı mendille ellerimizi temizliyoruz.
Pollyanna’nın yüzünde her zamanki gülümseyişi “Mutlu olmamak için bir tek neden bile bulamıyorum.” diyor.
Kahvelerimiz geliyor, sohbete koyuluyoruz. Küçük bir çocuk yaklaşıyor elindeki iki paket kağıt mendili göstererek, ihtiyacımız olmadığını söylüyorum sessizce gidiyor.
Sonra bir adam dikiliyor başımıza esmer tenli ve bıyıklı, anahtarlıklarını, tespihlerini ve diğer gereksiz aksesuarlarını teşhir edeceği küçük bir stantı var elinde. Özürler dileyerek yaklaşıyor.
-Bir şey lazım mı, diyor utangaçça.
Acemi bir sokak satıcısı olduğu her halinden belli. Teşekkür ediyorum, gitmiyor. Hasta çocuğundan bahsediyor.
Otur, ayakta kalma, bir çay ısmarlayayım, diyorum. Oturuyor.
Biraz suskunluk oluyor, Pollyanna ile ikimiz adamı meraklı gözlerle inceliyoruz. Garson bakıyor, bir çay ısmarlıyorum. Hemen geliyor. Çayından bir yudum alan adam:
-Dilenci değilim, aslında sokak satıcısı da değilim, diyor. Çocuğum hasta, çaresizim, elimdeki bu gereksiz şeyleri satmaya çalışarak da zaman kaybettiğimin farkındayım. Hiçbir yerde iş bulamıyorum. Hem iş bulsam ne olacak ki, asgari ücretle ancak karnımızı doyurabiliriz.
Çocuğumu tedavi ettiremem ki…
Cebinden çıkardığı küçük çakıyı göstererek gidip bir soygun yapayım diye düşünüyorum, diyor.
Gülümseyerek “Bununla mı soygun yapacaksın?” diyorum. Kuyruğunu bacaklarının arasına almış köpekler gibi büzülüyor.
-Çaresizim, diyor.
Utancımdan rol yapamıyorum, dilenemiyorum, duygu sömürüsü yapamıyorum. Pazarlama yeteneğim olmadığı için bu gereksiz şeyleri de satamıyorum. Cebimdeki son parayla gidip bunları aldım Tahtakale’den. Başka sokak satıcılarıyla mallarımı karşılaştırdığımda toptancının beni kazıkladığını da öğrendim. Aldığım fiyatla bile ürünlerimi satamıyorum.
Bir yeri soymaya kalksam, korkudan dizlerimin bağı çözülür. Gözlerine ışık tutulmuş bir tavşan gibi orada kilitlenir kalırım. Kaçamam bile…
Geçen gün bir adamın kolunu tuttum, zengin olduğu her halinden belliydi, üstelik Mersedes bir arabadan inmişti.
-Bana yardım et. Açım, çocuklarım aç ve hasta...
Sıkıca sarıldım adamın bileğine. Adam beni bir güzel dövdü. Ağzını açarak iki dişini orada kaybettiğini anlatmaya çalıştı.
“Simit yer misin?” dedim.
Sessizce kafasını salladı.
Birkaç metre ötede duran simitçiye bir ıslık çaldım. Parmağımla bir işaret ettim. Simiti getirdi. İki lira abi, dedi. Simitçi parasını aldı ve gitti. Epeydir simit yememiştim. Bir simit nasıl olur da ekmeğin iki katı fiyatına satılabilirdi, anlayamadım. Pahalıma geldi. Kendi kendime söylendim:
-Ekmeği bulamazsan simiti nasıl bulacaksın?
Adam, “Efendim..!” deyince kendi kendime söyleniyorum, dedim; Pollyanna güldü. Adam da ön dişleri olmadığı için simitini yan dişleriyle kopararak gülümseyerek yemeğe başladı.
Pollyanna’ya martıları işaret ettim. Birkaç tane yaşlı kadın simitçiden simit alarak martıları besliyorlardı. Yüzlerce martı dans eder gibi havada süzülüyor, atılan simitleri havada kapıyor, birlerinden çalmaya çalışarak bağrışıyorlardı. Martıların ve yaşlı kadınların ne kadar keyifli olduklarını gözlemledim. Yaşlı kadınların martıları beslediğini gören başkaları da geldi ve simitçinin bütün simitlerini bitirene kadar martıları beslediler. Simitçi de martılar kadar keyifliydi. Tepsisinde hiç simit kalmamıştı. Onlarca simitten sadece bir tanesini sokak satıcısı ve dilenci olmayı beceremeyen adını bile sormadığımız insan, diğerlerinin hepsini martılar yemişti.
-Ne tuhaf değil mi Pollyanna, dedim.
Martıların fotoğraflarını çekenler birbirlerine ne güzel kareler yakaladıklarını göstererek gülümsüyorlardı.
Genç bir kız ayağı bandajlı köpek yavrusunu kendi gözlemesiyle besliyordu. Ve yavru köpeğe sevgi dolu gözlerle bakıyordu.
Ben de sustum, dünyanın ne kadar tuhaf bir yer olduğunu düşünmeye başladım. Masamdaki beceriksiz satıcı kadar çaresizdim.
Pollyanna ile birlikte gülümserken masamızdaki adam sessizce masadan kalktı, hiç arkasına bile bakmadan gözden kaybolana kadar yürüdü, yürüdü çaresizim sözü kulağımda çınlarken…
28.03.2015-12.33
İstanbul-Büyükçekmece
Abdulkadir Güngör