- 1018 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
ARILARIN NÖBETİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Buğday tarlamız, asırlık palamut ağacının gölgelediği yüksekçe bir düzlüğün eteğinde yer alıyordu. Burası hem sürülerini otlatan çobanların uğrak yeri, hem de köylülerin ekinlerini harmanladıkları bir alan olarak kullanılırdı. Hele “orak biçme” denilen hasat mevsimi geldiğinde koca palamudun gölgesi biraz daha kalabalıklaşır, biraz daha şenlenirdi.
Koca palamut kelimesi buğday tarlamızla özdeşleşmiş gibiydi. Diğer bir deyişle “Kocapalamut” şeklinde birleşmiş ve bu tarlanın adı hâline gelmişti. Evimize daha yakın olduğundan mıdır bilmem, bu tarlada buğday destesi taşımayı, hayvanları otlatmayı oldum olası çok severdim. Bu nedenle babam ne zaman Kocapalamut’a gideceğiz dese, ekim zamanı buğday tarlası, diğer günlerde ise hayvan merası olarak kullanılan bu büyük arazi aklıma gelir, sevinçten uçacak gibi olurdum.
Kocapalamut’un diğer tarla ve bahçelerden farklı olan bir özelliği daha vardı. O da, harman yerinin biraz aşağısındaki çukurda, böğürtlen bitkilerinin önüne doğru üç dört tane arı kovanının yan yana dizilmiş hâlde bulunması idi. Babam bazen bu kovanların ballarından bir kısmını çömleğe koyar, az ötede bulunan armut ağacının dibindeki kuytuluğa gömer, üzerini kuru ot ve çalılarla kapatırdı. Ara sıra canımız tatlı çektiğinde bu ballardan birazını palamut ağacının bulunduğu harman yerine getirir, öğle yemeğinin ardından büyük bir iştahla yerdik.
Yine o yıllarda hasat mevsiminin yaklaştığı bir yaz günüydü. Ekim zamanı kuş sesleri arasında kara sabanla tarlamızı sürerek ektiğimiz buğdaylar büyümüş, sararmaya başlamıştı. O yıl çok bereketli ve bol mahsullüydü. Başaklar daha iri ve daha doluydu. Buğdayların sapları tanelerini taşıyamıyor, yere doğru eğiliyordu. Sadece buğdaylar değil, kuş sürüleri açısından da bir bolluk söz konusuydu o yıl tarlamızda. Sürülerin biri geliyor diğeri gidiyordu. Bir anda bir kuş sürüsü âdeta gökten yere atılmış bir ağ gibi tarlanın üzerine çöküyor, başakları gagasına koyduğu gibi yeniden uçuşa geçiyor, bir toz bulutu hâlinde gözden kaybolup gidiyordu.
Ne yapacağını şaşırmış gibiydi zavallı babam. Bu kuşların nasıl üstesinden gelineceği konusunda kara kara düşünüyordu. Bir akşamüzeri bizi ağabeyimle birlikte damın yanındaki ahşap barakanın altına çağırdı. Önünde, kulplarından sicim geçirilmiş iki adet boş teneke, üzerlerinde de davul tokmağını andıran iki kalın kötek göze çarpıyordu. Bizi karşısında görünce elindeki keseri iskemlenin üzerine koydu, kucağındaki odun talaşlarını silkeledi ve oğullarım dedi:
— Bu teneke ve kötekleri buğday tarlamız için hazırladım. Biliyorsunuz son günlerde tarlaya kuş sürüleri dadandı. Şayet tedbir almazsak birkaç hafta sonra tarlada başak kalmayacak. Ne yapıp edip bu tarlayı iki hafta kadar korumamız, kuş sürülerinin tarlaya üşüşüp buğdayları yemelerinin önüne geçmemiz lazım. Bu iş de öncelikle size düşüyor. Okullar yaz tatiline girdi, yarın sabahtan itibaren yapacağınız tek iş bu; buğday tarlasına gitmek, boş tenekeleri şu iplerinden boynunuza geçirmek, günbatımına kadar elinizdeki köteklerle vura vura tarlanın etrafında dolaşmak… Kuş sürülerini tarladan kovmak yani…
— Peki, ikimiz birden mi dolaşmamız gerekiyor buğday tarlasını? Dedim.
— Hayır… Hava bugünlerde çok sıcak çünkü. Önce palamut ağacının altına varıyorsunuz. Yemek çıkınını ve su testisini serin bir gölgeye koyuyorsunuz. Sonra şapkalarınızı giyiyor, sırayla nöbetleşerek önce biriniz sonra diğeriniz, tarlanın etrafında bu tenekeleri “güm! güm!” şeklinde vurarak bir tur atıp geliyorsunuz. Ardından diğeriniz, tekrar bir tur daha... Böylece tarlada nöbet tutuyor, kuş sürülerinin buğday tanelerini yemesine engel oluyorsunuz. Tamam…
— Ama baba, sırayla da olsa günbatımına kadar bu nöbet işi biraz zor olmaz mı? Dedi ağabeyim.
— Oğlum neden zor olsun ki… Nöbetleşe yapacaksınız bunu… Üstelik siz bu nöbeti sadece gündüz vakti tutacaksınız… Yarın askere gidince ne yapacaksınız? Orada da vardır bu nöbet. Hem de gece gündüz… Şehirlerde de gece bekçileri vardır. Hatta sadece insanlara ait bir görev de değildir bu. Kuşlar, karıncalar, arılar… Bunlar da yeri geldiğinde nöbet tutarlar… Hele arılar… Gece gündüz kovanlarının girişinde birer çift nöbetçi bulundururlar…
— Arılar mı?
Askerin nöbeti ile gece bekçilerini anlamıştık… Ancak işin içine kuşlar, karıncalar, arılar da girince pek kafamıza yatmamıştı bu nöbet işi doğrusu. Babam bizi tarlada nöbet tutturmak için meseleyi amma da abarttı, demiştik içimizden. Dudaklarımızı bükmüş, öylece kalakalmıştık. Babam bunu fark etmiş olmalı ki:
— İnanmadınız değil mi? Deyip gülmüş… Sonra da “İnanırsınız… İnanırsınız…” şeklinde sözler söyleyip iki elini sırtımıza atmış, “Haydi şimdi eve geçip yemeğimizi yiyelim, bir an önce yatıp uykumuzu iyice alalım, sabah erkenden tarlanın yolunu tutalım” demişti.
Ertesi gün ağabeyimle erkenden kalkmış, soluğu buğday tarlasının girişindeki koca palamudun altında almıştık. Güneş bir adam boyu kadar yükseldiği hâlde hemen sıcak bastırmış, zorlu bir gün geçireceğimiz sabah saatlerinden itibaren belli olmaya başlamıştı. Buğday tarlasına gelmiştik gelmesine… Ancak niçin geldiğimizi düşünmek bile ağır geliyordu bize. Bir türlü elimiz ayağımız gitmiyordu bu nöbet işine… Önce köyün buz gibi pınarından doldurduğumuz toprak kokulu, küçük, kırmızı testideki sudan birer yudum içtik. Sıcaklığın sessizce kaynadığı, âdeta inin cinin top oynadığı tarlamızın üzerindeki bulutsuz boşluğu, sadece buğday başaklarına arada bir dalış yapan kuş sürüleri dolduruyordu. Şimdi palamut ağacının ferah gölgesinde avının işini bitirmiş tok aslanlar gibi rehavetle esneyip dururken kalkıp bu kuş sürülerini kovalamak, buğday tarlasını teneke çala çala dolaşmak ne zor şeydi!..
Gölgelerimiz boyumuzla eşitlenmiş, öğle vakti yaklaşmıştı. Ama biz, babamın tembihlediği şekilde nöbet işine hâlâ başlayamamıştık. Kendi aramızda yazı tura yapalım, kim bilemezse o dolaşsın tarlanın etrafını dedik ilk önce. Derken aklımıza bir fikir daha geldi; palamudun gölgesinde oturduğumuz yerden çalacaktık tenekeleri… Ancak tarlanın içinde dolaşılmadan çalınan teneke, kuş sürülerinin kaçması için yeterli gelmiyordu. İlk başta birkaç tanesi kaçar gibi yapmış; sonra tenekenin sesine alışmışlar, umursamaz olmuşlardı…
Kısacası bu iş öyle uzaktan olmuyordu. Babamın dediğini aynen yapmak, hem tenekeyi çalmak hem tarlanın etrafını dolaşmak gerekiyordu. Tam babamın ne kadar haklı olduğunu, nöbeti nasıl tutmamız gerektiğini anlamıştık ki, karşı tarafımızdaki tarlada tosun otlatan köylü gençlerden birinin bize doğru seslendiğini duyduk:
— Yanımda ip var! Salıncak kuralım mı?
— Getir getir, kuralım! Biraz çabuk ol ama… Çünkü az sonra kuşları kovalamak için tarlaya gideceğiz sırayla…
Bu karşılıklı bağrışmadan sonra komşu tarlalarda hayvanlarını otlatan başka çocuklar da palamut ağacının altında toplanmaya başladılar. Genç, çoluk çocuk derken sekiz on kişi olmuştuk. Palamut ağacının kuzey tarafında, ucu ta amcamın tarlasına ulaşan, kalın ve upuzun bir dal vardı. Salıncağı bu dala kurup birer birer sallanmaya başladık… Aman Allah’ım! O nasıl salıncaktı öyle… Her salınışı bir ağaçtan diğerine konan kuşların uçuşları kadar maceralı, her yükselişi ayaklarımızın ucu göğe değiyormuş hissi verecek kadar heyecanlıydı...
Nihayet o gün oyunla eğlenceyle akşam etmiş, biraz bizim çocuk olmamız biraz da havanın sıcak olması sebebiyle dün akşam babamın bize verdiği görevi bir türlü hakkıyla yerine getirememiştik.
Eve döndüğümüzde babam bizi “hoş geldiniz” diyerek karşıladı. Önce karşımıza oturdu, nöbet işinin nasıl geçtiğini sordu. Biz de yarım ağız bir ifadeyle “iyi…” şeklinde pıskın bir cevapla karşılık verince gözlerini üzerimize dikti ve bizi uzun uzun süzmeye başladı. Bir süre sonra “Bakışlarınızı sürekli benden kaçırıyorsunuz. Bir de sizin teniniz sanki hiç güneş görmüşe benzemiyor... Dosdoğru söyleyin, nöbeti benim dediğim şekilde tutmadınız değil mi?” dedi.
Sadece susuyorduk... Ağzımızı bıçak açmıyordu… Dahası, susmanın bile “evet” anlamına geldiği az rastladığımız zaman dilimlerinden birini solukluyorduk. Bir ara mutfaktan söze giren annemin “İnşallah bir daha verilen görevi düzgün yaparlar” şeklindeki yumuşatıcı konuşmasından aldığım cesaretle başımı kaldırıp babamın yüzüne şöyle bir baktım: “Neyin nerede olduğunu, kimin ne yapıp yapmadığını çok iyi bilen kıvrak zekâlı babamın kafasından şu anda neler geçiyor kim bilir...” dedim kendi kendime.
Böyle durumlarda onun döverek veya kötü söz söyleyerek cezalandırmayacağını iyi biliyorduk. Ancak onun daha akıllıca ve ibret dolu bir cezayla bizi hizaya getireceğinin ve bunların hiç ummadığımız veya hiç unutmayacağımız şekillerde olacağının pekâlâ farkındaydık. Ama yine de yüzümüzde yapışıp kalmış gibi duran o suçluluk duygusunun verdiği korkulu bakışlarla yutkunup kalmıştık…
Odanın sessizliği, babamın birden “Bana el fenerimi verin ve siz de beni takip edin” sözleriyle bozuldu. Bizi dövmediğine veya kötü söz söylemediğine onlarca kez şükrederek ayakkabılarımızı palas pandıras giyip evden çıktık. Meçhule doğru yola çıkan üç kişi, titreye titreye önümüzde ilerleyen gizemli bir ışık küresinin ardından merak dolu bakışlarla yürümeye başladık. Köyün en uç noktasında bulunan ev ve mezraları bile geçmiştik. Acaba nereye gidiyorduk? Babamdan çıt çıkmıyor, sadece kararlı bir ses tonu ile arada bir “Arılar kadar olamadınız! Arılar kadar olamadınız!” şeklinde bazı sözler söylüyordu.
Köyümüzden üç kilometre kadar uzaklaşmış, bağ ve bahçelerin arasında bulunan tepeleri aşmış, gündüz nöbet görevini gereği gibi yerine getirmediğimiz Kocapalamut’a ulaşmıştık. Babam buğdayları yara yara ilerliyor, bizi harman yerinin alt tarafındaki o üç arı kovanının bulunduğu yere doğru götürüyordu.
Kovanlara vardığımızda gece ayazının etkisinden olacak ki arıların hepsi sinmiş, yuvalarına girmişlerdi. Babam elindeki pilli feneri arı kovanının ağzına iyice yaklaştırdıktan sonra bizi yanına çağırdı. Bakın! Nöbet nasıl tutulurmuş gördünüz mü?
Baktık gördük ki, tarlamızda bulunan kovanların üçünde de ikişer tane arı küçücük kapılarında nöbet tutuyorlardı.
MESUT ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
ne güzel anlatımdı
bizde gittik sayenizde kocapalamut'a
ne güzeldi çocuk olmak
eh gecenin bii vakti arılara gitmekte var elbet
aklım salıncakta kaldı
saygılar değerli şair
esenlikle
Mesut Özünlü
En az,
kapısında arıların nöbet tuttuğu o üç kovandaki bal kadar tatlıydı hikaye.
Müthiş bir anlatım,
okuyanı asla yormayan sade bir üslup.
İnanılmaz zevk aldım.
En çok da,
o ağacın altına gömülen bal ilgimi çekti.
Yorgun zamanların, Palamut ağacı gölgesinde zevkle yenilen öğle yemekleri sonrasında,
o güzelliği tatmak ne güzel oluyordur kim bilir?
Ve,
hikayede çizilen baba portresi.
''İşte, benim baban bu'' diye düşündürüyor insana.
Güzeldi güzel.
Mesut Özünlü
Yarı gerçek yarı senarize bir hikâye idi bu öykü. Son çivinin çakıldığı nihai kısım birdenbire bittiği için pek ilgi görmez diye düşünmekteydim. Buna rağmen yorumunuz çok iç açıcı ve pozitifti. Çok teşekküür eder selam ve saygılarımı sunarım efendim.
Kaleminize bereket Mesut Bey. Anlatımınızdaki ustalığı, babanızın arifliği aşmış dersem, nezaketsizlik etmiş olmam, umarım. Ne kadar arifane bir tavır! Gerçi, paylaştığınız hatıranızın başından beri karakteri hakkında az-çok fikir sahibi olmuştum, ama final... Muhteşemdi.
Tebrik ve selâm ile.
Mesut Özünlü
eskiler ah eskiler her hareketiyle muhteşemdiler çok şeyler öğrendik...66 yaşındayım keşke babam sağ olsaydıda sohbet etseydim diye hep iç geçiririm...çok hoş yazıyorsun usta kalem...... canı gönülden tebriklerimle