- 871 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Otopark Görevlisi
Rüyamda görsem inanmazdım dersiniz ya bazen. İşte ben de rüyamda görsem inanmayacağım bir mesleği icra ediyorum; otopark görevlisi.
Uzun yıllar hastanelerde çalıştıktan sonra kendimi bir anda şehrin en işlek, en kalabalık caddelerinin birinde otopark görevlisi olarak buluverdim. Önümden aileler, sevgililer, öğrenciler sohbet ederek, gülüşerek, şakalaşarak geçiyorlar. İşte o an anladım ki hastanelerde uzun yıllar insan değil sadece hasta görmüşüm. İnsanları hep dertli, ızdıraplı ah-u efgan edip inleyen varlıklar olarak düşünmüşüm. Onların hep savunmasız, nahiv ve çırılçıplak hallerine şahit olmuşum. Şimdi onların caddelerde bu doğal, neşeli halleri ürkütüyor beni. Garipsiyorum açıkçası.
Hayatı, yıllarca sanal alemden takip etmişim. Artık gözlerimin önünden gerçek hayat akıyor ama ben yılların verdiği alışkanlıkla hayata ve olaylara yine internete, -sanal aleme- bakar gibi bakıyorum.
İşte bir sokak köpeği… Başı önde, uzun pembe dilini sarkıtmış, önümden geçerek, ağaç altına bırakılan poşetlerdeki lokanta artıklarını yemeye çalışıyor. Bir kadın aynı çöpten topladığı plastik şişeleri, kartonları çuvalına dolduruyor. Kara kuru hamal, üç kişinin yardımıyla ağır bir iplik balyasını sırtlanıyor. Ben hamalın o ağır yükün altında bir böcek gibi ezileceğini düşünürken o, karınca misali kilosunun üç misli gelen yükü merdiven üzerinden hızlı adımlarla kamyona doğru taşıyor.
Her sabah iş Hanının girişinde dilsiz bir boyacı tezgâhını açar, kutu kutu boyaları, cilaları, fırçaları plastik kasa üzerine dizerek yoldan geçenlerin ayakkabılarına bakmaya başlar. Şehrin üst yapı probleminin bitmesine belki de en çok üzülen boyacılar olsa gerek. Baksanıza kimsenin ayakkabısı kirlenmiyor. Sıkıldığında yanıma gelir elini omzuma koyarak “ba ba” diye bir şeyler söylemeye çalışır. Ben bunu “bu da geçer ya hu” ya da “hayat zor” şeklinde anlarım. Bazen uzaktan uzağa selamlaşırız. Havalar soğuduğunda ya da yağmur çiselemeye başlayınca ortadan kaybolur. Kim bilir nereye gider? Bir gün boyacının yanına bir vatandaş geldi. Uzun uzun işini seyretti ve dedi ki; “dünyanın en temiz en helal kazancı seninki. Senin eve götürdüğün para akşam afiyetle yenir.”
İş Hanının ayak işlerini yapan İranlı Emin uğrar yanıma. Türkçeyi az biliyor ama bu anlaşmamıza mani değil. Onun hakkında her şeyi öğrendim. Mimarlık Fakültesini bitirmiş. Hobisi vücut geliştirme. Molla rejiminden kaçmış, ona göre yönetici mollalar birer mafya babası. Şu an evraklarının tamamlanmasını bekliyor, bunun için haftanın ilk günü yabancılar şubesine gidip imza atmak zorunda, en kısa zamanda Amerika’ya iltica etmeyi düşünüyor. Neden Avrupa değil de Amerika diye soruyorum. Devrimden sonra İran’ın elit tabakası ve sanatçıları hep Amerika’ya kaçtı. Bugün Los Angels kenti yöneticilerin çoğu İran menşeli. Bakmayın İran’ın Amerika’ya düşman olduğuna biz İranlılar Amerika’yı çok severiz diyor. Bana hep hayallerini anlatır. Hayır onu asla hayalci bulmuyorum çünkü, insan gurbete düşmeye bir görsün, yersiz yurtsuz ortada kalmaya bir görsün hapishanede mahpus misali tek sığınağı hayal ve ümittir. Gurbetçinin, vatansızın, sığınmacının bu hayatta ekmekten sudan ziyade ihtiyaç duyduğu tek şey hayal ve ümittir. Konuşmasını “Her çi bad abad” diyerek bitirir. Ben de aynısı söylüyorum “Her çi bad abad”. Artık bu deyim her karşılaşmamızda bizim bir nevi selamımız, parolamız oluyor. Bir sabah işe geldiğimde onu yerinde göremedim. Kim bilir belki hayallerine yelken açmıştır.
Aksakal esnaf arada dükkânından çıkar ve bana kitaplarda rastlanılmayacak olaylar anlatır, filozafane laflar eder sonra tekrar dükkânına, işinin başına döner. Bir erkek için en ağır şey ailesinin yanında hakarete uğramak ve küçük düşmektir. Yalnız olsa umursamaz, çeker gider, ama yanında ailesi olunca tavuk misali aslana saldırır. Sonunda dayak yer, ölür ya da öldürür. İşte o şerefli kadının bir cümlesi ki her iki tarafı da felaketten kurtardı: “Onun sözleri bana intisap etmedi bey, onun bu edepsiz sözleri misliyle kendi ailesine döndü. Haydi biz yolumuza bakalım”.
“Onun o münasebetsiz sözleri bana isabet etmedi bey.” Bu cümleyi önce beynime kazıyorum sonra defterime kaydediyorum ve günümüzde hangi bir kadının böyle edebi bir cümle ile olayları yatıştırabileceğini düşünüyorum.
Kadındır eli öpülür, eteğinden tutulur, anadır ve şehit mehmetçiğin anasıdır ve kadındır insana feleğini şaşırtır, felakete sürükler.
Öğle vakti kebapçıda uzun kuyruk oluşur. Müşterilerin çoğunluğu beyaz yakalılardan oluşuyor. Beyaz yakalı, siyah paltoluların konuşmalarına bakılırsa “yine devlet kurtarıyorlar”. “Peki devleti onlardan kim kurtaracak?” Burası şehrin en iyi kebabının yapıldığı yer. Esnaf ise buranın adının çıktığını, diğer kebapçılardan bir farkının olmadığını söylüyor. O kebapçıyı farklı kılan ise sahibinin gür kaşlı, pala bıyıklı,- bıyık uçları sigaradan sararmış-, ve kel olması. Ustanın yaz kış giyimi hiç değişmiyor; mavi renkli kumaş pantolon altına yumurta topuklu ayakkabılar, çizgili gömlek üzerine cebinde köstekli saat olan siyah deri yelek. Onun bu hali hakikaten insanlara cazip geliyor. Bu yüzden olsa gerek şehre gelen sanatçı, muhabir, televizyon ekibi ve özellikle Çinli turistler onunla hatıra fotoğrafı çektirmek için yarışıyorlar. Şimdi her bir fotoğraf kebapçı dükkânının duvarlarını süslüyor. Fotoğraflarda kimler yok ki, Savaş Ay’dan Şoray Uzun’a, Gülben Ergen’den Nazan Öncel’e Azer Bülbül’den Atilla Taş’a, kadar birçok ünlü (ya da ünsüz). Yalnız bizim ustanın objektife poz verişi tıpkı kıyafeti gibi hiç değişmez; daima abus bir çehre… Hani diyorum, ustanın şu pala bıyıklı, gür kaşlı ve abus çehreli halini göz önüne alacak olursak, bu kafanın mermerden, ağaçtan, camdan… vs anahtarlık, biblo gibi hediyelik eşyalar yapılsa inanıyorum ki turistik yerlerde peynir ekmek gibi satılır.
Ganyan bayii işleten kişiyle de ahbaplığı ilerlettik bu arada. İkidir yanıma gelir dükkanına girmediğim ve kumar oynamadığım halde bana koşularla ilgili tüyolar verir. Onun amacı dükkanı bir an önce devretmek. Öve öve bitiremiyor. İçeri de çay ocağı da varmış. Mis gibi kazanç, yevmiyeni çıkartırsın diyor. Şimdiye kadar kim malım kötü demiş ki, ganyancı diyecek.
Bu arada eczacı kalfası kızla bakışıyoruz. Aslında kız internette dolaşıyor, ya da internetten hastanın istediği bir ilacın muadilini bulmaya çalışıyor ama ben bana baktığını düşünüyorum. Sahi bana bakıyor mudur? Benim bu acınacak, zavallı halim o sıcacık eczaneden nasıl görünüyordur acaba?
Şimdi siz bana efendi otoparkçılık mı yapıyorsun dikizcilik mi? esnaf muhabbeti mi? diyorsunuz biliyorum. Sahi biz buraya nereden geldik? Sanal alemden değil mi? hayata tıpkı sanal aleme bakar gibi bakmaktan? Şimdi siz tüm bu anlatılanları youtobe ya da başka bir paylaşım sitesinde bir video görüntüsü olarak kabul edin. Ve üçü biraradanızı alın, arkanıza yaslanın ve anlatılanları keyifle izlemeye devam edin.
O halde biz işimize dönecek olursak otoparka gelen araçları düzgün park ettirerek bilet kesiyorum, çıkışta tarife ücreti alıyorum. Ücret derken, öyle büyük meblağlar değil, musluktan su damlar gibi gıdım gıdım. Bazen olur ki, son model araçlar gelir otoparka. Aman çizilmesin demeyi de ihmal etmezler anahtarı teslim ederken. Ne de olsa malı kıymetli cinsten. Poşet poşet alış veriş yaparlar, ailecek kebap yerler, içerler ama çıkışta üç kuruşluk park parasını çok görürler. Üstelik bu mesleğe hor bakarlar. İşte hayatta bir baltaya sap olamamış da bu mesleği yapıyor derler. Nasıl yani? Bir lisans mezunu bu mesleği yapamaz mı? ya da sırf otoparkla ilgili bir yazı yazmak için bu meslek seçilemez mi? Belki ben mali polisim ve etrafta kaçak çalışan Suriyeli, İranlı sığınmacıları tespit ediyorum. Belki “seyrü sulük” yolunda erbain çıkartan bir müridim ve Şeyhim sırf nefsin bir güzel ezilsin diye bu mesleği yaptırıyor bana. Ya da organize suçlardanım ve köşedeki iddia bayisinde ne fırıldaklar dönüyor tespit ediyorum. Daha şimdiden şu sandalyede kaykılarak oturmuş ve sürekli burnunu karıştıran adamdan şüphelenmeye başladım. İçeriye giren herkes önce onun yanına uğruyor. Acaba bu çam yarması beyaz mal mı satıyor? Daha da önemlisi ve her şeyden öte her iş, emek ve alın teri kutsal değil midir? İster cerrah ol ister çöpçü ya da öğretmen, hayatta asıl olan işini doğru dürüst yapmak ve kimseye muhtaç olmadan yaşamak değil midir? Ve ben otoparkçılık işini layıkı ile yaptığıma inanıyorum.
İnsanımız bir tuhaf doğrusu. Sadece şekle, dış görüntüye önem veriyor. Tek ölçüsü maddiyat. Ye kürküm ye misali. Onun gözünde iç güzelliklerin hiç mi hiç değeri yok. Bir insan son model arabaya biniyor, pahalı kıyafetler giyiyor, kebapçılarda karnını doyuruyor ve lüks yerlerden alış veriş yapıyorsa o insan hayatta başarılı ve önemli birisi. Ne âlâ kıstas…
Şimdi bayan okurlar alınmasın, isterseniz bunu pozitif ayrımcılık kabul edin. Otoparka giriş yapan bayan sürücülere aracı park ettirirken azami özen ve hassasiyet gösteriyorum. Özellikle aracı geri geri park ederlerken diğer araca bir metre kala “tamam dur” diye (nazik ve ince) bağırıyorum, ne olur ne olmaz hani, yine de park halindeki araçlara çarpmalarına ramak kala durabiliyorlar ve her seferinde yüreğim ağzıma geliyor. Aynı sorunu aracı park yerinden çıkartırken de yaşıyorum ve bir kaza yapacaklar diye ödüm kopuyor.
İşte Aksakal yine dükkanın önünde belirdi. Beni yine yanına çağırıyor. Bakalım hangi filozofane laflardan birini daha döktürecek.“Bekle bakalım evlat bekle. Bu dünyada herkes rızkını bekler. Doktor hasta bekler, tamirci araba, öğretmen talebe bekler, esnaf müşteri. Ormanda bile aslan ceylanı bekler. Düzen böyle kurulmuş çünkü, çark böyle döner”.
Aksakal bunları söyledikten sonra yine dükkanın dehlizlerinde kayboldu. Ben de işimin başına döndüm ama kafamda Aksakalın sözleri dolaşıyor. Ama ben meseleye farklı bir pencereden bakıyorum; Nasıl yani? Bir tarafın para kazanması için diğer tarafın acı çekmesi, zorda, darda kalması mı gerekecek? Ya da dünyanın uzak bir yerindeki mutlu azınlığın refah ve saadeti için dünyanın çeşitli bölgelerinde bombaların patlaması, insanların ölmesi mi gerekli? Bir ülkedeki çocukların sağlıklı beslenmeleri ve iyi ısınmaları için başka bölgelerde çocukların kırılması mı gerekli? Düzen böyle mi kuruldu gerçekten? Çark böyle mi döner?
İşte bu düzeni aklım almadı Aksakal. Bu düzene itirazım var. İnsan acziyetinden, muhtaçlığından, garipliğinden, çaresizliğinden ve acılarından nemalanan, maddiyat kazanan her ne iş varsa dünyada onlara karşı savaşım var ihtiyar.
Bu arada ilk bahşişimi aldım, 25 kuruş. Onu bana Rand Rower marka jeep kullanan bir bayan verdi. Bayan mütevazi idi ama ben böyle mütevazi ve cömert bir bayanın, daha çok gösteriş meraklıları kadınların kullandığı böyle devasa bir jeepi kullanmasına şaştım. Bahşişi İşin gereğidir deyip aldım. Onu ömür boyu saklayacağım. Belki bana otopark günlerimi hatırlatır ya da dönüp bu yazıyı tekrar okumama vesile olur.
Son olarak bu ülkede edilen kavgaların ve işlenen cinayetlerin büyük bir kısmı otopark yüzündendir. Böyle sudan, basit sebeplerle nasıl cinayetler işlenir aklım bir türlü almıyordu. Üstelik bu cinayetlerin failleri öyle tinerci, sarhoş kimseler de değil, aklı başında, ev bark sahibi, ve tahsilli kimseler. Bu işi yapınca bir kez daha anladım ki; Medeniyetimizin temel esaslarından olan, kültürümüzde sayfalarca yer tutan insan sevgisi, insana saygı, hürmet, hoşgörü ve anlayış… işte bu değerlerden günümüzün insanı maalesef nasiplenmemiş. “Siz önden buyurun, rica ederim park sizin hakkınız, sizin hastanız var işiniz acele benim yerime siz park edin… vs” deme nezaketini gösteren çok az medeni insana rastladım. Bir de arabalar hakikaten insanımızın kimyasını bozuyor.