- 2046 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÇANAKKALE SAVAŞINDA GEÇEN SIRLI OLAYLAR......
Bu sene Çanakkale Savaşının 100.yıldönümünü kutluyoruz.Çanakkale’de bu necip millet İngiltere başta olmak üzere, Yunana,Ruslara,Fransızlara,İtalyanlara yedi düvele karşı savaştı.
Din,vatan,bayrak,namusunu korumak için büyük mücadele verdi.Düşmanı Boğazlardan geçirmemek için cansiperane bir mücadele verdiler.
Bir vakit namazlarını cephede bırakmadılar.Çanakkale iman ile küfrün,hilal ile haçın mücadele ettikleri er meydanıdır.
***
1.GENÇLERE ÇANAKKALEYİ GÖSTERİN!!
Gençlerimize Çanakkaleyi sevdirebildik mi?Lisede ünüversitede okuyan gençlerimizin ne kadarı Çanakkaleyi gidip gördüler?
Türkiyede herkes Çanakkalede olan bitenden haberdar mı? Bunu kesinlikle evet diye cevaplıyamayız.Ben şu an 54 yaşındayım,emekli bir öğretmenim,Çanakkaleye gidebilmek ancak bugünlerde nasip oldu.
Ama Kapadokya Bölgesindeki antik harabelere ,Hattuşaya altı yedi sefer gezip görmek,öğrencilere rehberlik etmek nasip oldu.
Devlet olarak Çanakkaleye ilgisiz mi kalındı bunca yıl acaba?Ödenek mi yoktu vatan evlatlarını bir devrin sinesinde battığı yerleri göstermek için..
Yeni yeni Belediyeler,STK lar milletimizi oralara taşımaktadırlar.Bazıları da şu zehaba kapılmaktadırlar.Hocam oraları İngilizler sahiplenmişler.Ortalıkta bira şişelerinden geçilmiyor.
Orayı gezipte hepten manevi dumura uğramayım diye gitmiyorum diyorlar.Yanlış yapılmış olabilir zamanında..Çanakkale unutturulmuş olabilir.Kim daha çok giderse,kim daha çok orada merasim yaparsa orası onun alanı olacaktır sonuçta.
Geç kalınmış sayılmayız.Gidelim her yıl ,görmüş olsak bile çocukları oraya götürelim.Onlara Çanakkale ruhunu aşılayalım..Türkiye’ye Japonya’dan bir eğitim heyeti gelir. Temas ve incelemeler yapacak, neticeyi yetkililere aktaracaklar. Gerektiği kadar da ikili işbirliği gerçeklestirecek.
Işler buraya kadar çok iyi... Japon heyeti yurdumuzun bazı bölgelerinde gerekli incelemelerini yapar. Sonra Bakanlıkta toplanırlar. Heyetin hakkımızdaki tespiti ilginçtir: Sizin çocuklarınızda milli şuur yok!!
Bizimkiler şaşırır! "Bizim çocukların damarlarındaki kan milli duygumuzun kaynağıdır." Yine de fazla ses çıkarmazlar! Ne de olsa misafirdir! Bizimkiler sorar,
"Peki, Sizin gençlerinizde milli şuur var mıdır? Japon uzmanları anlatmaya başlar: Biz gençlerimize ilkokula başlamadan "şok testler" uygularız. Mesela uçak gibi hızlı giden trenlerimize bindirir, bir tur yaptırırız.
Çok katlı yollardan da geçen tren, onları şöyle bir sarsar. Mini mini çocuklarımız teknolojinin bu baş döndürücü neticesini görerek bir şok olurlar.
Sonra... Bu şoktan sonra Hiroşima’ya götürürüz. Bölgeyi aynen koruyoruz. Bombalanmış bu bölge hakkında bilgilendirir; değil hayvan, bitkinin bile yeşermediğini gösteririz.
Ve deriz ki "Eger sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz vatanınız, işte böyle düşmanlar tarafından bombalanır. Hiçbir canlı yaşayamayacak biçimde size bırakıp giderler.
Çalışırsanız, bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni vasıtalar yaparsınız. Gerisi sizin bileceğiniz iş. Çocuklarımız bununla ikinci bir şok daha yaşarlar.
Sizlere şunu hatırlatalım ki, Türkiye’de birçok teknik elemanımız bulunmaktadır. Bunların herhangi birine bu konuyu sorabilirsiniz. "
Bizimkiler şaşkınlık içinde sorarlar : -Peki ya Türkiye için tespitiniz var mi? Varsa gözlemleriniz nedir?
Japonlar,elbette var" derler. Bizimkinden çok daha önemli.
Bir tanesi Çanakkale Savaşları’nın olduğu bölge. Bu bölge gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile. Bir metre kareye altı bin merminin düştüğü savaşta, Türk’ler her şeye rağmen galip çıkıyor, olamayacağı olur hale getiriyorlar.
En son teknolojiye ve donanıma meydan okuyarak, inancın galip geldiğinin ispatını yapıyorlar. Üstelik karşılarında tek bir düşman değil, müttefik güçler; sizin tabirinizle yetmiş iki millet var.
Evet M²’ye 6.000 Mermi!... M²’ye 6.000 Mermi!... 6.000 Mermi!... Bizim yetkililer şoka uğrarlar..
***
2.İNGİLİZ GENERALİ HAMİLTONUN RÜYASI..
Çanakkale Savaşı sırasında pek çok sırlı anlaşılmayan olaylar meydana gelmiştir.Bunları şöyle sıralayabiliriz.
Çanakkaleden sırlı bir olay General Hamiltonun rüyası...
İngiliz Orduları Çanakkale cephesi Başkomutanı General Hamilton sonradan neşrettiği hatıralarında şunları yazar.
’7 Nisan 1915, İskenderiye: Yahudilerden faydalanacağımıza inandım.
Onları kendi çıkarlarımız için istismar edip Yahudi gazetecilerin ve bankerlerin çabalarını sağlardık; Yahudi gazeteciler bizim davamıza renk katar, Yahudi bankerler de kesemize para yağdırırdı.
17 Haziran 1915: Merakımı mucip olmuştur; karşımızda Hristiyanlara düşman bir Müslüman eri ols, hatta o er kısmen aç olsa, kendisine 10 şiling verilse ve iyi bir akşam yemeği ile karnı doyurulsa, ne yapardı acaba?
Maamafih, dünyada Osmanlı Türkü’nden başka din uğruna canını fedaya münakaşasız hazır bir millet ve asker yoktur.
Teslim olması için her asker başına 10 şiling yerine 50 ingiliz lirası teklif etsek yine de Türk askeri onu suratımıza çarpar, dünyaya rezil oluruz.
30 Haziran 1915, İmroz: Garip! Çerkez asıllı Türk esirlerinden biri, yaralı bir İngiliz askerini ateş altınta sırtına alıp taşımış.
5 Temmuz 1915, İmroz: Saat altıda Türkler hat halinde değil, bir çeşit arı sürüleri gibi yığınlarla hücuma devam etmekteydiler. Çalılıklar içinden binlerce Türk çıkıyordu.
Makineli tüfeklerin yaylım ateşiyle çoğu öldürüldü. Cesetleri topraklar üzerinde duruyor. On güne kalmaz, Türk askerleri tamamiyle eriyecektir!
21 Ağustos 1915, İmroz: Saat sabaha karşı 4.30 idi. 11.tümenin, Türklerin ileri mevzilerini ele geçirdikleri haberi geldi. Yeniden karakol dağa tırmandım.
Bu sefer İsmailoğlu tepesini hiçbir kuvvet elimizden kurtaramazdı. Sabah erken saatlerde durumda umulmadık bir değişme başladı. Gittikçe yoğunlaşan bir sis, etrafı göz gözü görmez hale getirmişti.
Top, tüfek, sesleri birer birer azaldı ve cephe sustu. Tabiat Türkleri gizlemiş, Allah onları korumuştu.
21 Eylül 1915 günü idi. İmroz Adasında çadırımın içinde küçük karyolamda yatıyordum. Birdenbire kendimi buz gibi suların içinde buldum.
Birisi beni denizin dibine doğru çekiyordu, boğuluyordum, iki kuvvetli elin, boğazımı sıktığını hissediyordum. Bu iki kuvvetli el beni hem boğuyor, hem de denizin dibine doğru çekiyordu.
Gittikçe nefesim kesiliyordu. Fakat tam bu sırada kan ter içinde uyandım.
Vücudum zangır, zangır titriyordu. Boğazımı sıkan iki kuvvetli eli uyandıktan sonra da görür gibi oldum. Çadırın içinde sanki bir hayalet dolaşıyordu.
Fakat karanlıkta bu hayaletin yüzünü seçemiyordum. Hayalet kaybolduktan sonra rahat nefes alabildim.
Çadıra bir düşman mı girmişti? Buna imkân yoktu. Uyandıktan sonra, saatlerce rüyanın tesiri altından kurtulamadım. Kafamda acaip düşünceler dolaşmaya başladı.
Üzerimize bir tehlike çökmüş, bizleri meş’um bir akibet mi bekliyor diye düşündüm.’ İngiliz Generali Hamilton..
***
3.İKİ HURİ VERİLDİ!!Çanakkaleden bir sırlı olay daha..
Binlerce Türk askerine mezar olan Çanakkale Savaşlarında, emir eri olarak hizmet gören bir mehmetçik, bir gün kumandana çıkarak: — Komutanım, asker olmadan evvel köy imamından dinlemiştim. Harp meydanında şehîd olanlara Cennette huriler verilir, demişti. Ben de fakir olduğum için köyde evlenemedim.
Bana da müsaade et de, harbe girip huri kızı ile evleneyim, der. Komutan askerin bu sözlerini gülerek karşılar ve memnun olduğu bir askerin ölmesine razı olmadığı için göndermek istemez:
«Sen işine bak!» diyerek geri gönderir. Fakat mehmetçik, huri kızıyla evlenmeyi kafasına koymuştur. Bir kere, vazgeçmez dâvasından.
Tekrar gelir: — Komutanım, bütün arkadaşlar ölüp huri kızları alıyorlar. Ne olur bana da müsaade et de bende huri kızına kavuşayım, der.
Komutan onun safça sözlerine yine aldırış etmez ve kafası çalışsa böyle söylemez diyerek yine müsaade etmez. Mehmetçik bir, iki, üç derken komutanı bıktırır ve ister istemez: — Haydi git de, ne halin varsa gör, demesini sağlar.
Komutanından müsaadeyi alan asker, doğru cepheye koşar ve en Ön saflarda çatışmaya girer. Takdir-i ilâhî o gün de şehadet şerbetini içer. Akşam olur, savaş meydanını teftiş ve ölüp kalanları kontrol etmek için subaylar ölülerin arasında gezmeye başlarlar.
Bu arada o askerin subayı, kendisinden zorla izin alıp harbe giren askerini aramaktadır. Bir müddet dolaştıktan sonra kendi emirerini görür, biraz üzgün biraz da kızgın vaziyette:
«Bu kadar İsrar etmen bunun için miydi?» der ve askerin cesedine bakarak:
«Aldın mı huriyi?» diye konuşur kendi kendine...
Bu sırada komutanına cevap vermesi lâzım gelen asker, iki parmağını yukarı doğru kaldırarak; bir değil, iki huri verdiler demek ister. Askerin bu halini gören komutan hata ettiğini anlar ve emirerinin üzerine kapanarak:
«Beni affet, sana karşı bu sözleri söylemekle hata ettim» diyerek ağlar. Ondan sonra kendisi de büyük bir iştiyakla savaşarak şehîd olur. (Allah rahmet eylesin.)
* * *
4.ANZAKLI ÖMERİN HİKAYESİ...
Çanakkalede bir de Anzaklı Ömer vardır.Adını sonradan Ömer olarak değiştiren ve müslüman olan Anzaklı askerin hikayesi gerçekten muhteşemdir.
Türk olmanın nasıl bir şey olduğunu unutanlara hatırlatmak için, Türk olmanın tadına varmak için, lütfen okuyun.
Bu hakiki hikayeyi aktaran, sayın Dr. Ömer Musoğlu 85 yaşındadır ve halen İstanbul’da Moda da oturmaktadır.
Anzaklı Ömer’in Hikayesini 1957 Yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye giden doktor Ömer Muşluoğlu, görev yaptığı hanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
Amerika ’ya gittiğim ilk yıllar..
New York’da Medical Center Hospital’da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler..
Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor.
Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında..
-Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?" dedim.
Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı.. Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:
-Siz Türk müsünüz?
-Kaşlarını yukarıya kaldırarak "hayır" manasına bir işaret yaptı.
-Ama ben hala merak ediyorum. "Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?"
-Aldırma öylesine bir şey işte, dedi.
Ben yine ısrarla:
-Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...
Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
-Siz Türk müsünüz?
-Evet Türk’üm..."
İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.. Anlatmaya başladı:
"Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de.. Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
-Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.
Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık.. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevk ediyormuş.
Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler.
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu.
Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk.
Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar.
Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.
Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar.. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz..
Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum.
Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar.
İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok olmuştum doğrusu..
Dedim ki kendi kendime:
-’Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama öldürmüyorlar...
Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler..’ Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla ’Yazıklar olsun bana’ dedim.
’Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış’ diyerek pişman oldum.. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki...
Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce.. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm.
İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.."
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi.
Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya’dan Amerika’ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim.
Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle:
-Bana adınızı söyler misiniz? dedi.
"Ömer" cevabını verdim.
Merakla tekrar sordu:
-Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?"
-Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
-Senin adın Müslüman adı mı?
Ben -Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı,doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
-Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.
-"Olsun" dedim.
-"Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?"
Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş..
-"Tabii" dedim.. "Müslüman olmak çok kolay." Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu.. Mırıldandı:
-Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah’ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim.
Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
-Beni yalnız bırakma olur mu?"
-Ne gibi Ömer amca?
-Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat!.. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor."
O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum;
"Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!
Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi:
Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şahadet söylettirdim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti...
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım...
Hikaye burada bitiyor.Anzaklı Ömere ve tüm Çanakkale şehitlerine Rabbim rahmet etsin,cennetine kavuştursun..
***
5.BALIKESİR HAVRANLI KOCA SEYİT..
Çanakkale olur da Koca Seyit ve Koca Seyidin yaptığı olağanüstü kahramanlık unutulur mu?
Koca Seyit Çanakkalenin Ulubatlı Hasanıdır.Onun Allahın verdiği lütufla ateşlediği top mermisi Çanakkale Harbinin kaderini etkilemiş,zaferin bizim tarafta olmasını sağlamıştır.Kısaca Koca Seyidin hikayesini,hayatını anlatalım..
Balıkesir’in Havran beldesinin Çamlık Köyü’nden Seyyid Onbaşı, boğazı geçmeye çalışan düşman gemilerine vazîfeli bulunduğu Kilidülbahir Mecidiyesi’ndeki topu ateşleyerek Çanakkale’de destan yazmıştır.
Seyyid Onbaşı’nın destanını Havran’da yaşayan Hüseyin Dede şöyle anlatıyor: “İşte, Allah bir nîmet vermiş ona, o vazîfeyi yapmak için, bir de ganîmet kazansın mâneviyattan diye Allah yardım etmiş ona.
Başka türlü bu açıklanmaz. Çünkü kendi anlatıverirdi. Mermi 250 okka, vinç bozuk. ‘Ne duruyorsun Seyyid!’ diye bir ses geldi diyor. Fakat baktım insan minsan yok. ‘Bismillah’ dedim aldım, topun ağzına koydum diyor. O İngiliz’in amirallik gemisi, bando çalıyor. İstanbul’a geçecek...
Seyyid Onbaşı topu ateşlemesiyle, bacadan içeri koyduruyor mermiyi. Bir kara duman beliriyor. Büyük amirallik gemisi batıyor. Daha sonra diğeri. Sonra kaçıyor İngilizler. Eh, işte bu adamcık böyle yapıyor. Allah yardım ediyor ona.”
Seyyid Onbaşı’nın bu muvaffakiyetinden sonra kendisine bir madalya takılır. Sırtında mermi olan meşhur resmini de hadiseden bir hafta sonra bir zâbit gelerek çekmiştir. Bu fotoğraf, Çanakkale Cephesi’nden geriye kalan belki de en meşhur fotoğraflardan biridir. Önde Havranlı Mehmed oğlu Seyyid ve arkasında cephe arkadaşı Niğdeli Ali...
Seyyid Onbaşı, 1915 tarihli Harp Mecmûası’nın ikinci sayısının kapağında neşredilen fotoğrafın hikâyesini sonradan şöyle anlatmaktadır: “Aradan birkaç gün geçti, bir gün beni kumandanımız çağırmış, gittim.
‘Bunu sana Alman generali gönderdi’ dediler. Göğsüme bir nişan taktılar, aha şu duvarda durur. Bir hafta sonra da paşalarla beraber bizim tabyaya bir resim zâbiti geldi.
Alaman zâbitiymiş, benim resmimi çekecekmiş. Dolu mermiyi sırtıma kaldıramadım, hırsım geçmiş, boşalttılar da öyle yüklendim. Sonradan kumandanımız bir kitap gösterdi,
‘Bak Seyyid, bu kitapta senin resmin var’, dedi. Baktım, utandım doğrusu. Aslan gibi kumandanlarımız dururken benim resmimi almışlar diye. Kitabın içine baktım, ferahladım. Orada benden başka arkadaşların resimleri de var.”
18 Mart 1915 sabahı İngiliz ve Fransız gemilerinden müteşekkil düşman donanması Çanakkale boğazına girdi. Burasını kolayca geçip İstanbul’a gideceklerini düşünüyorlardı. Bu suretle Osmanlı İmparatorluğu teslim olacaktı.
Öndeki zırhlılar, boğazın Anadolu ve Rumeli yakalarındaki Osmanlı tabyalarını seri ateşli ve uzun menzilli ağır toplarıyla döğmeye başladıkları sırada, düşman filosunun diğer gemileri de hücuma geçtiler.
Saat 14.00’de bombardıman müthiş bir hal aldı. Sahil kasabaları ateş içinde kalmıştı. Osmanlı tabyaları kısa menzilli toplara sahip ve cephaneleri sıınırlı olduğundan düşmanın gemilerinin iyice yaklaşmalarını bekledikten sonra mukabil ateşe başladı.
Fakat bu pek tesirli olmadığı gibi, düşman bombardımanının sabit hedefler üzerine yoğunlaşması na da sebep oldu. Nereden bir ateş açılsa gemiler hemen namlularını oraya çeviriyor ve ölüm kusuyorlardı.
İngilizlerin meşhur Queen Elizabeth zırhlısı kendisine hedef olarak Rumeli yaka sındaki Mecidiye tabyasını seçmişti. Bu yüzden düşmanın kudurmuş toplarına mukabele etmek şöyle dursun, tabyada top başında kalmak bile mümkün değildi.
Takım kumandanı Fahri Bey, “sığınağa gir” emrini vermişti ki, batarya cephaneliğine bir mermi isabet etti. Topçu erlerinden Edremitli Mehmed oğlu Seyit, kendisine gelip de gözlerini açtığın da, arkadaşı Niğdeli Ali’yi başında bekler buldu.
Ne olup bittiğini sorunca, cephaneliğin infilak ettiğini, 14 şehid ve 24 yaralı verdiklerini, yaralıların sargı yerine taşındıklarını ve tabyada yalnız iksinin kaldığını öğrendi.
Bundan sonrasını Edremitli Seyit’ten dinleyelim:
“Deli gibi olmuştum. Ayağa kalktım. Gözlerimi şehid arkadaşlarımın üzerinden ayı ramıyordum. Bazılarının bedeninden kopmuş el ayak parçalarına baktıkça tüylerim diken diken olup, hırsımdan zangır zangırt titremeğe başladım.
Denize doğru bir baktım, hınzır gavurlar ateş yağdıra yağdıra hâlâ ilerliyorlardı. Toplara baktım, bizim top meydanda. Öteki iki top toprağa gömülmüş. Bizim topun mataforası (mermiyi kaldıran vinç) kopmuş Sonra o topun yanındaki gülleleri gördüm. Onlara bakarken o iri gülleler bana ufacık ufa cık birer oyuncak gibi gelmeğe başladı.
Ali’ye seslendim;
“Ali, çabuk yetiş, bana yardım et” dedim ve yürüdüm güllelere doğru. Ali benim ne yapmak istediğimi anlamıştı.
“Ne yardımı Koca Seyit? Delirdin mi sen, kaç okkadır onlar bilir misin? Tam 215 okka (275 kilo) İki kişinin harcı mı onları namluya koymak?” dedi.
Lâkin benim gözüm kızmıştı bir kere. Belki de Allah, “Yüklen Seyit, gücün kuvvetin bende” diyordu. Ali’ye; “Ali, bu acılara dayanılır mı? Bana çok dokundu bu ya...
Hani benim teğmenim, hani benim Mehmed çavuşum, hani benim Konyalı Ömer’im, hani 36 arkadaşım, neredeler onlar?” dedim ve Besmele çekip “Yâ Allah” deyip bir karakcak ettim güllenin birisini, amma havaya kaldır mışım.
Ali bunu görünce “Yaşa Koca Seyit” dedi ve koşa koşa yanıma geldi. Namlunun içi ne mermiyi sürerken yardım etti gayrı. İyice yerleştirdik gülleyi namluya.
Önde giden geminin birisine nişan aldım.
“Ali, dedim, sen öndeki gemiye iyi bak” sonra da “Yâ Allah” deyip de bir ocakladım ona.
Ali hemen “Vurdun Koca Seyit” diye bağıra düştü. Ben, “Sahi mi Ali, deme” deyip inanmıya inanmıya gözlerini o tarafa kaydırdım. Geminin olduğu yer de bir duman yayılıverdi.
Biraz sonra duman dağılınca bir de gördük ki, gemi yanlamış, içinde bir telaş, bir tarafını su gömmeğe başlamış bile.
”Edremitli Koca Seyit, tek başına ateşlediği top ile tek atışta tam isabet kaydedererek, İngilizlerin Ocean zırhlısını sulara gömdü.
O günün akşamı düşman donanması ağır zayiat vererek Boğaz’ı terkettikten sonra Çanakkale Müstahkem Mevki Kumandanı Cevad Paşa, gazileri tebrik için tabyalara geldi.
Koca Seyit’in akıllara durgunluk veren başarısını duymuştu. Mecidiye tabyasına gelince ilk önce bu kahramanı görmek istedi.
Yine Koca Seyit’in ağzından dinleyelim:“Akşam geç vakit Cevad Paşa geldi yanımıza. Hem şehidler için gözyaşı döktü, em de benim yanaklarımdan öptü.
Bir de onbaşılık nişanı getirmiş, onu da kendi elleriyle koluma taktı ve “söyle oğlum, mükafat olarak başka ne istersin?” dedi.
Ben “Sağol Paşa baba, mükafatımı verdiniz, başka bir şey istemem” dedim. Cevad Paşa “Olmaz oğlum, se nin hizmetin çok büyük, iste daha bir şeyler” diye ısrar edince bu defa ben “Çift tayın ve rirseniz memnun olurum” dedim.
Paşa “Ne demek oğlum, sana çift değil, beş tayın bile azdır.
Hemen bu günden itibaren verilsin” dedi. Birkaç gün çift tatın yedim, fakat herke se tek tayın verilirken çift tayın boğazımdan geçmedi, sonra kumandanlarıma söyledim tek tayın verin diye, tekrar tek tayın yemeye başladım.
”Seyit Onbaşı, Çanakkale Savaşından sonra Millî Mücadeleye de katıldı. Büyük Taarruzun üçüncü günü 28 Ağustos 1922’de yaralandı ve terhis oldu.
10 sene askerlikten sonra doğduğu yer olan Edremit’in Çamlık köyüne döndü ve kahramanlara yakışır bir tevazu içinde sade bir hayat sürdü.
Kimseden bir lütuf, bir iltifat ve bir yardım bekleme den, meşe kömürü satarak geçimini temine uğraştı. 1939 yılında, yaşadığı zor hayat şartlarının neticesinde zatürreye yakalandı ve bu hastalıktan kurtulamayarak 50 yaşında hayata veda etti.
Allah rahmet eylesin Ey Koca Seyit.Senin aziz hatırana saygı duymak her Türk gencinin asıl vazifesidir.
***
6.BİR BAŞKA HATIRA DAHA..
"Çanakkale Savaşlarında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor:
"Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz. Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti.Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi.Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım.
Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeri de kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu.Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:
- Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı.Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok.İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün".
Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım.Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı.O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim.
Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı. Az sonra ikisi de öldüler.
***
7.CEVDET DEDE...
Cevdet dede Balıkesir’de Ali Sururi İlkokulu karşısındaki boşlukta, eski ayakkabı tamircisi, kır, pala bıyıklı bir ihtiyar olan Cevdet (Alkalp) dede vardı. Bir akşamüstü konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. Ve devam etti…:
“Rahmetli babam, Hafız Ali Çanakkale’de kaldığında, anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım. Bir fotoğrafı bile yoktu.
O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, kuvayi milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş, yokluk, sıkıntı… Çocukluğumuz hep ekmek peşinde, sıkıntıyla geçti.
Ama anam, benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta, her nereye giderse yanıma gelir ve:
– Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..!
– Ben teyzenlere gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..!
– Ben komşulara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..! derdi.
Anam babamı bekledi durdu..Büyüdüm, dükkân açtım.
Annem yine her bir yere gidişte dükkâna gelir, gideceği yeri söyler ve “Baban gelirse beni çağır ha..!” diye eklerdi.
Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı.Gene hep değneğini kaparak bana gelir ve “Baban gelirse beni çağır ha..!” diye tembihlerdi.
Günü geldi ağırlaştı.Ölüm döşeğinde bizimle helalleşti.“Bana iyi baktınız, hakkınızı helal edin” dedi.
Bana döndü yavaşça:“Baban gelirse ona: ‘Annem hep seni bekledi’ de!” dedi.
Birden irkilerek doğruldu ve kapıya doğru gülümseyerek:“Hoş geldin bey, Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti.”
***
8.ONUN ANNESİ VAR ..
Çanakkale’de, Fransız komutanı hayrete düşüren bir tabloyu kendisinden dinleyelim: ’’ Savaş meydanında, saha çalışması esnasında ilginç bir olayla karşılaştım.
Biraz önce, biri diğerini öldürmek için çarpışan askerlerden bir Türk askerini, yaralı askerimizi tedavi ederken bulmuştum.
Neden böyle davrandığını sorduğum Mehmetçik, tercüman aracılığıyla bana: ’Komutan! Şu anda ikimiz de yaralıyız.
Sizin askerinizi tam vuracakken, cebinden annesine ait olduğunu öğrendiğim bir resim gösterdi. Anladım ki, bu askerin annesi hayatta, benim ise kimsem yok. Bu arkadaşın, annesine kavuşması lazım...’ deyince meseleyi anlamıştım...
Beni biraz sonra, daha da dehşete düşüren hadise ise, aynı Mehmetçiğin, kendi yarasını ot ile tıkayıp, gömleği ile bizim askerin yarasını kapatmış olmasıydı...
Sözün özü, cephede bile merhameti elden bırakmayan Mehmetçiğe, merhametten uzaklaşan yaşlı dünyamızın ihtiyacı var vesselam.
***
9.KUTSAL EMANET..
( Bu hikaye Çanakkale’nin Gelibolu ilçesinde türbesi bulunan - Bayraklı Baba - Şehit
Karacabey in hikayesidir )
Karacabey ve arkadaşlarının etrafı düşman tarafından kuşatılmıştı.
Silah arkadaşlarının bazıları yaralı bazıları da çoktan şehadet şerbetini içmişti...
Bir ara Asım çavuşla Karacabey göz göze geldiler Asım çavuş bakışlarıyla
"Her şey buraya kadarmış yapacak başka bir şey kalmadı" der gibiydi.
Karacabey bakışlarını ümitsizce yere indirdi. Aslında çavuş haklıydı ellerinden geleni yapmışlardı ama maalesef olmamıştı işte.
Madem ki buradan sağ çıkılmayacak o zaman taşıdığı kutsal emanetini namerde teslim etmeyecek ti.
İlginç bir fikir geldi o an aklına.
Telaşla elindeki bayrağı,cebinden çıkardığı çakısıyla küçük
parçalara ayırmaya başladı Onu meraklı gözlerle izleyen Hasan dayanamayıp kısık bir sesle
-Sen ne yapıyorsun Allah aşkına dedi..
Karacabey arkadaşına şöyle bir baktıktan sonra işine devam etti.
-Kutsal emaneti ne hale getirdin?Yakıştı mı sana bu hareket biz ne için buradayız ne için savaşıyoruz dedi Hasan ve devam etti. O bayrak için anlıyor musun o ay yıldızlı bayrak için tüm bunlar.
Karacabey öfkeyle ayağa kalktı..
-Bende biliyorum bu bayrağın uğruna nelerin verildiğini dedi.Ve küçük parçalara ayırdığı bayrağı aceleyle ağzına atmaya başladı.
Hasan şaşkın gözlerle öylece izliyordu.
Karacabey in yaptıklarına bir anlam veremiyordu. Karacabey ağzındaki son bayrak parçalarını da yuttuktan sonra tekrar Hasan a döndü.
-Bana emanet edileni ; bu kahpe döllerinin ayakları altında çiğnetmem dedi hiddetle
Hasan ın toza toprağa bulanmış yanaklarından ılık ılık gözyaşları süzülüyordu…
Son bir hamle ile düşman kuşatması bozulmak istenmişti.Asım çavuş ve askerleri savunmaya geçmişlerdi.
Bir süre sonra ortalıktaki toz duman çekildiğinde Karacabey yaralanmış bir kenarda yatıyordu hemen yanı başında ise sol göğsünden vurulmuş Hasan ın cansız bedeni vardı, gözleri açıktı, sanki gülümsüyordu..
Hasan Bölgeye gelen takviye Türk birlikleriyle kuşatma bozulmuştu.Sıhhiyeler yaralıları sedyelerle bir kenara topluyor yapılabilecek ilk yardımı yapıyorlardı.
Yüzbaşı Mahmut yaralılar içinde yatan Karacabey i tanıdı ve yanına yaklaşarak -Sen alemdar değil misin?
-Evet komutanım-Peki bayrak nerede asker? Ben etrafta bayrak göremiyorum dedi.
Yarasının acısı, yüzünden okunuyor du.Karacabeyin feri kesilmekte olan gözlerini komutanın gözlerine sabitledikten sonra-Bayrağı yuttum komutanım dedi.Komutan şaşkın bir ifadeyle-Ne yuttun mu, Neden?
Karacabey gülümseyerek-Düşmanın eline geçmesin diye komutanım.Komutan bu duruma inanmamış boş bakışlarla Karacabey i süzüyordu Karacabey de yüzbaşının kendisine inanmadığının farkındaydı.
Bugüne kadar dürüstlükten ve yiğitlikten ödün vermemişti vermesine de komutanın bu hali çok zoruna gitmişti Karacabey in..
Kendini toparladı ve kemerinden çıkardığı keskin palasıyla gözünü kırpmadan bir çırpıda karnını yarıverdi bu gözü kara adam.
Yuttuğu bayrak parçaları da dışarıya akmaya başladı al kan içinde…Sonra yüzbaşıya dönerek:-Komutanım benim mezarımdan hiç bir zaman bayrağımı eksik etmeyin dedi ve kelimeyi şehadet getirip bir daha açmamak üzere gözlerini son kez kapattı...
Hikayeleştiren : Adem YAZAR
Çanakkalede Kainatın Efendisinin mevzilere geldiği,manen askerlerimizi desteklediği,askerimize güç ve kuvvet verdiği,harbi manen yönettiği hususunda açık zuhuratlar vardır.
Kuran-ı Kerimde bir çok yerde,Bedir Harbinde Allahın müminleri melek ordularıyla desteklediğine dair ifadeler var.Müminleri Allahü Teala bütün harplerde melek ordularıyla destekler,nusretini gönderir.
Bu kesin bir kaidedir.
Çanakkale Savaşına katılan Anzaklardan geri dönenlere arkadaşları soruyorlar.Orada siz kimlerle savaştınız diyorlar.Onlarda:-Biz orada boyu minare kadar uzun kişiler gördük diyorlar.İşte onların gördükleri ,ilerde Yunan Harbinde,Kıbrış Savaşında düşman askerlerinin gördüğü yeşil sarıklar takmış melek ordusundan başkası değildi.
Ayette Rabbimiz.-Sizin görmediğiniz ordularla destekledi,buyurmaktadır.Bu melek orduları müminlere görünmez ama kafirlere görünür.
Mekkenin fethinden sonra yirmi gün sonra Huneyn Savaşı yapıldı.Savaşa Mekkenin Fethinden sonra iman edenlerden de katılanlar olmuştu.
İçlerinden birisi müslüman olmuştu ama içi tam itminana kavuşmamıştı.O savaşta meleklerden bazı emareler görmüş,şöyle şöyle şeyler gördüm demişti.
Bunun üzerine Resulullah sav.-Dikkatli ol,Onları ancak kafirler görür buyurmuşlardı.Yani senin kalbinde hala şek var demek istemişlerdi.
Müslümanların gaybe iman etmeleri gerekir.Rabbimiz:Onlar gaybe iman ederler buyuruyorlar.Bu konuda anlatılan hikayelerin olabileceği hususunda kalbimizde bir şüphe barındırmak iyi değildir.
Çanakkalede top yekün bir ümmet Türküyle,Kürdüyle,Lazıyla,Çerkeziyle,Arnavuduyla,Boşnağıyla,Arabıyla Osmanlı topraklarını,en son vatanımız olan Anadoluyu savunmuşlardır.
Biz bunların hepsine birden Türkiye adını veriyoruz.Çanakkale Ümmetin zaferidir..Hz.Muhammed Ümmetinin Haçlılara karşı cihadıdır ve sonucunda Allahın nusretiyle muzaffer olmalarıdır.
Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın .
Son yurt Anadolumuzu bölüp parçalamak isteyen dış güçlere fırsat vermesin.
Bu milletin bu Ümmetin evlatlarına İslamda birleşme şuurunu nasip etsin..
09.04.2015//KIRIKKALE
HİDAYET DOĞAN OSMANOĞLU