- 1124 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
KIRK YILLIK KAYIP
Çocukluk günlerimde evimiz şırıl şırıl akan bir derenin kenarında idi. Uzun geceli kış günlerinde bu derenin köpüklü soğuk suları coştukça coşar daha deli akardı. Hele dereden evimizin kerpiç duvarlı odalarına taşan su sesi, bazen kulaklarımızı çok uzaklardan gelen coşkulu bir nağme gibi okşar, bazen de âdeta zamanı uyutan gizemli bir uğultuya dönüşürdü.
O günlerde beni en çok etkileyen görüntülerden biri, akşamları oturma odasının kuzey duvarında asılı duran gaz lambasından içeriye yayılan mülayim ışığın, dedemin üzerine düşerek karşı duvarda kocaman bir gölge oluşturması idi. Dedem büyük adamdı büyük olmasına. Ama onun asıl büyüklüğünü bana, bu gaz lambasının karşı duvarda meydana getirdiği dev gölgeden daha güzel hiç kimse anlatamazdı.
Bazen dedemin bu devasa gölgesinin yanına bir kişinin daha eklendiği olurdu. Hacıhaliller’in Hasan dayıydı bu… Akşam sohbeti için dedeme arada bir misafirliğe gelir; odamızın güney duvarının neredeyse tamamını kaplayan iki iri gölgeli adam gece yarılarına kadar oturur, derin konuşmalara dalarlardı.
Yine böyle sohbet akşamlarından birinde idi. O gün Hacıhaliller’in Hasan, eşi Nazife ile kızı Zeynep’i de beraberinde getirmişti. Annem, babam, bir de kardeşlerim derken bir odayı dolduracak kadar kalabalıktık. Sohbet konusu yine eskilerden açılmıştı. Seferberlik günlerinden girilmiş, sağanak sağanak yağan çekirge sürülerinden çıkılmıştı. Sıra dedemin, çoğu zaman gözyaşları içerisinde anlattığı o kırklı yılların kıtlık günlerine gelmişti ki, yan duvarda asılı duran gaz lambasının üzerindeki camın birdenbire çıt diye ortasından çatladığını fark etmiştim... Eyvah demiştim içimden. Bilirdim bu çıt sesinin birazdan nelere mâl olacağını çünkü. Önce camın çatladığı kısımlar birer ikişer kırılıp yere düşecek, ardından bir süre daha pat pat ederek yanışını sürdüren lambamız sönüp gidecekti…
Aynen öyle oldu yine. Annem hemen girişin güneye bakan penceresini ay ışığına açmış, ardından derenin karşı yakasında bulunan köy bakkalından bir adet lamba camı satın alıp gelmemi söylemişti. Ben de kırgın bir keyifle yerimden kalkmış, el yordamıyla duvarlara ve kapı kenarlarına tutuna tutuna sekiz-on çift ayakkabının karmakarışık hâlde bulunduğu eşiğe gelmiştim. Derken ayağıma rastgele bir çift ayakkabı geçirmiş, merdivenin tahta korkuluklarına ellerimi süre süre alt kata kadar inmiştim.
Bir taraftan zar zor yürümeye çalışıyor bir taraftan da ayağımdan düşecek kadar bana bol gelen bu ayakkabılar bizim aileye ait değil galiba diyordum içimden... Bunu, daha ilk giydiğimde içinin ve kenarlarının pamuk gibi yumuşak bir astarla çevrili olmasından anlamıştım ama yola çıkmış bulundum bir kere…
Nihayet sürüye sürüye de olsa bu ayakkabılarla derenin üzerindeki tahta köprüye kadar gelmiştim. Bu sırada içime şöyle bir korku saplanmıştı; ya bu ayakkabılardan birini tahta köprünün kenarından dereye düşürürsem…
Maalesef aklıma gelen başıma gelmişti... Tam karşıya geçmeme birkaç metrelik bir mesafe kalmıştı ki, birdenbire ayakkabılardan birinin tahta köprünün yan tarafındaki boşluktan kurşun gibi akan dereye düştüğünü fark ettim… İçimden, dağ büyüklüğünde eyvahlar yuvarlanmaya başlamıştı sanki... Kendimi köprünün karşı tarafına zor atmış, üzüntüden donup kalmıştım âdeta. “Üstelik bu ayakkabı, büyük ihtimalle evimize gelen misafirlerden birine ait!” diyordum kendi kendime…
Nihayet olan oldu deyip yolda daha fazla oyalanmadım. Bin bir telaş ve endişeyle bakkaldan bir lamba camı satın alıp eve döndüm. Korka korka çıkardığım ayakkabının tekini yine o eşikteki yerine bıraktıktan sonra sessizce içeriye girdim. Satın aldığım camı anneme teslim ettikten sonra sobanın arka tarafına geçip oturdum.
Annem yeni camı lambaya takmış, ortalık yine birdenbire aydınlanmaya başlamıştı. Bu arada odaya çöken sessizlik, gözlerini bana çeviren Zeynep ablanın:
— Aferin küçük oğlan, bakkaldan bir cam alıp gelmeseydin karanlıkta öylece oturup kalacaktık… Sözleriyle bozulmuştu.
Ardından sohbet, Nazife teyzenin dudaklarından dökülen şu ağlamaklı duayla sürüp gitmişti:
— Aah ah... Bakalım yerin altına girince ne yapacağız… Allah’ım! Sen kabrimizi aydınlat, toprağımızı Peygamber Efendimizin nuruyla pürnur eyle…
Saat neredeyse gecenin bir’i olmuş, misafirlerin veda vakti yaklaşmıştı. Hacıhaliller’in Hasan, dedemle tokalaşıyor; eşi Nazife teyze ile kızı Zeynep abla da allahaısmarladık deyip birer birer kapıya doğru yöneliyorlardı. Bu sırada Zeynep abla kapının eşiğinde öylece kalakalmış, “Hayırdır inşallah! Ben ayakkabımın tekini bulamadım…” demişti. Bunu duyan annem, hemen elindeki lambayı önce kapının eşiğine, daha sonra da merdivenin gölgeli basamaklarına yaklaştırmış; “Allah Allah… Nereye gitti bu ayakkabının teki acaba? Sakın merdivenden aşağıya düşmüş veya kedi köpek sürüyüp gitmiş olmasın!” diyerek şaşkınlığını dile getirmişti. Nihayet öte aramışlar beri taramışlar bir türlü bulamamışlardı bu ayakkabının tekini…
Bense bütün bu olanları, bir kenarda heyecandan yutkuna yutkuna izliyordum. Arada bir içimden, “Hiç boşuna aramayın, o ayakkabıyı ben dereye düşürdüm” demek geliyordu ama cesaretimi toplayıp bunu bir türlü söyleyemiyordum. Üzüntüden dilim tutuluyor, âdeta içimi yırtan bir huzursuzlukla sağa sola gidip gelerek korku dağları içerisinde kıvranıyordum.
Tam içimden, şayet bana sorarlarsa doğruyu açıkça söylemem gerekir şeklinde kararlı bir cümle geçmişti ki, misafirler: “Canımız sağ olsun, bir ayakkabı değil mi bu, bir yenisini daha satın alırız sonra pazardan…” diyerek daha fazla aramanın gereksiz olduğunu söylemişler, nihayet Zeynep abla da annemin kendisine verdiği bir çift terliği giyerek evimizden ayrılmıştı.
…
Aradan yaklaşık kırk yıllık bir zaman geçmişti. Bunca yıla rağmen çocuklukta yapılan bir hata hemen öyle insanın zihninden bir çırpıda silinip atılamıyordu. Biz o köyümüzden ayrılıp birkaç şehir değiştirmiş olsak da böylesi bir kabahati bir türlü kabullenemiyordum. Bir gün kendi kendime; hata ile de olsa çocukluğumda dereye düşürdüğüm bu ayakkabının bir benzerini satın almak, doğruca Zeynep ablanın oturduğu o köyün yolunu tutmak, geç de olsa onun gönlünü almak gerekir diye düşündüm.
Bir cuma sabahı evden çıktım. Çarşıdan aynen o Zeynep ablanın ayakkabılarına benzeyen bir çift ayakkabının yanı sıra ipekli bir başörtüsü ile bir kilo tatlı satın alıp eşimle beraber yola çıktım. Bir yandan köye doğru yol alıyor bir yandan çocukluk günlerimi gözümün önüne getiriyor; şimdiye kadar köyümüzden kimlerin gelip geçtiğini, o dedemin, o Hacıhaliller’in Hasan’ın ve eşi Nazife teyzenin sanki hiç yaşamamışlar gibi nasıl vefat edip bu dünyadan göçüp gittiklerini düşünüyordum.
Köye vardığımda ilk işim Hacıhaliller’in kızı Zeynep’in konak kapısını çalmak olmuştu. Zeynep abla kapıyı açar açmaz şaşırmış, bizim kim olduğumuzu bilememiş, sadece ürkek bakışlarla “buyurun, hoş geldiniz” şeklinde birkaç söz söylemişti. Selam vermiş, kendimi ve eşimi tanıtmıştım. Daha sonra büyük bir zeytin ağacının altında bulunan minderli bir kanepenin üzerine beraberce oturmuş, bütün olup biteni kendisine anlatmıştım.
Zeynep abla; bütün anlatılanları büyük bir dikkatle dinliyor, bazen derince bir nefes alıyor bazen nemli gözlerle o günlerin belli-belirsiz zamanlarına dalıp gidiyordu. Nihayet yaklaşık kırk yıl önce kaybolan o içi ve kenarları pamuksu ayakkabının öyküsünü özür dileyerek kendisine anlattıktan sonra elimdeki paketleri yavaşça kendisine uzatmış, helallik dilemiştim.
Zeynep abla da bir yandan "Bunlara hiç gerek yoktu a kardeşim, zahmet etmişsin, helalühoş olsun" şeklinde sözler söylemiş, bir yandan da benim; "model ve renkleri sizce uygun mu, açıp bakarsanız sevinirim" şeklindeki ifadelerim üzerine paketleri yavaş yavaş açmaya başlamıştı. Sıra ayakkabıları bakmaya gelmişti ki, ambalajından çıkarır çıkarmaz gözleri fal taşı gibi açılmış; önce ağır ağır başını sallamış, ardından ağlamaklı bir yüz ifadesiyle onları ilk defa nişanında, en son da o akşam tekinin kaybolduğu gün giydiğini ve kırk yıldır da hiç unutamadığını söylemişti.
Kısacası, seneler önce eski evimizin yakınından akan dereye düşürdüğüm bir ayakkabının neden olduğu bu sürpriz ziyaret Zeynep ablayı çok duygulandırmıştı. Bu ziyaretimize çok sevinmiş, bize birer fincan kahve ikram etmiş, sağlık ve mutluluklar dilemişti.
Kahvelerimizi içtik, ardından daha fazla durmadık. Konağın dış kapısından tam çıkıyorduk ki, bir kez daha baktım onun gülümseyen yüzüne. Edep, mutluluk, biraz da mahcubiyetle pembeleşen çehresi, tıpkı bir gün önce okuduğum tarih kitabındaki kahraman kadının portresini andırıyordu.
MESUT ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
Ah herkes böyle hoş yürekli olsa da yaptıklarıyla yüzleşerek helallik alsa,ben yapabilir miyim bilemiyorum Rabbim bilir diyerek hayırlısı Rabbim den diyorum,gözlerim nemlenerek okudum kardeşim,selamlarımla.
Mesut Özünlü
Güzel bir hikaye.
Hayatımızda iz bırakan böyle küçücük hatıraları,
böyle güzel hikayelerle ölümsüzleştirmek ne kadar hoş.
Hem anıları tazelemiş oluyor,
hem de bizden sonraki nesillere yol göstericilik görevini yerine getirmiş oluyoruz.
Tebessümler eşliğinde okudum.
Ve,
buna benzer çokça hatıram canlandı gözlerimde.
Güzeldi.
Mesut Özünlü
tebrikler geçmişe anlatan yazınızı ve unutamadıgınız anılarınızı bizlerle paylaştıgınız için sagolun......anadolu insanım ..varmı ötesi elleri öpülecek tarih kokan insanlarımız...güller diyarından selam ve dua larımla
Mesut Özünlü
Güzel yorumunuz için teşekkürler. Daha güzele erişmeyi teşvik eden teveccühlerinize layık olmak dilek ve duasıyla güller diyarına selamlar saygılar. Aleyküm selam, Rabbim umduğunuza nail eylesin.
Edep, mutluluk ve biraz da mahcubiyetle pembeleşen yüzü, tıpkı bir gün önce okuduğum tarih kitabındaki kahraman kadının portresini andırıyordu.
dedimya kalem buzda dans ediyor...gir sayfaya kilitlenirsin.... çocukluğumdan unuttuğum pasajlar vardı... kalemin daim olsun usta en derin saygılarımla