“FERMAN-I AŞKA CÂN İLEDİR İNKIYADIMIZ”
Değerli dostlarım, Şark Dünyası’nın önemli edebiyatçılarından Hariri’nin Makamat adlı eserini okuyorum bu aralar. Lakabı Hariri olan müellifin asıl adı Osman, künyesi Ebu Muhammed. Doğumu miladi 1054, hicri 446’dır. Babası ipek işleriyle meşgul olduğu için bu lakabı almış kendisi. Zamanının en iyi üstatlarından tahsil görmüş, harikulade zekâsı ve yeteneği ile o zamanki Basra’nın edebiyat çevrelerinde kendisini kabul ettirebilmiş.
Minik hikâyecikler anlamına gelen yukarıda zikrettiğimiz Makamat adlı bu eseri pek meşhurmuş, hatta tutkunları ve fanatikleri varmış bu kitabın. Baştanbaşa ezberleyenler, altın mürekkeple yazdıranlar bile varmış yani; artık gerisini siz düşünün! Eskiden bizde de ulema çevrelerinde birinin üstün vasıfları sayılırken, ”O, Makamat okumuş bir zattır” derlermiş. Şimdi ne derler bilmem?
Bu eser 1991 yılında Şark-İslam Klasikleri dizisinde, Milli Eğitim Bakanlığı’nca tercüme ettirilerek yayınlanmıştı. Uzun uzadıya eser hakkında bilgi verecek değilim. Daha okumayı da bitirmedim zaten. Bu kadar malumat yeterli. Asıl bizi ilgilendiren mevzu, bu eserin müellifinin başından geçen bir hadise. Bahsettiğim bu hadiseyi eserin müellifi kitabının girişinde anlatıyor. Belki bize de ibret olur düşüncesiyle sizlerle paylaşmak istedim. Çünkü günümüzde de aşağıda nakledeceğim buna benzer hadiseler çok yaşanıyor.
BENİ İŞİT FAKAT GÖRME
Kaynaklarda Hariri’nin, edebiyatın her alanında insanlara parmak ısırtan bir edebi gücü, dürüst ve mütevazı kişiliğinden sitayişle bahsedilir. Ömrünü edebiyata vakfeden Hariri’nin hayattaki tek şanssızlığı boyu kısadır ve çirkin bir simaya sahiptir.
Adamın biri, Hariri’ye Makamat’ı okumak için Basra kentine gelmiş. Basra ‘da hararetle üstadı arar, gördüğü herkese onun yerini sorarmış. Nihayetinde camide olabileceğini ve genel de camide de kürsünün dibinde oturduğunu söylemişler kendisine. Daima burada otururmuş Hariri. Adam tarif üzere camiye gelmiş, kürsüyü görünce o yana doğru yönelmiş. Eyvah, bir de ne görsün! Kürsünün dibinde çirkin suratlı, eciş bücüş birisi oturuyor. Tabi içinden: “ Yok canım, yok! Benim aradığım zat-ı muhterem bu olamaz, mümkün değil!” diyerek geriye dönmüş. Sonra aklına onun olması ihtimali düşünce de, yine hal ve hareketleriyle küçümser bir vaziyet almış.
O kadar edebi gücü ve mahareti, bir türlü bu surata yakıştıramamış sizin anlayacağınız bu bay çokbilmiş! Bugün bizde de çoktur bu tiplerden. Ben iğreniyorum bunlardan, sizi bilmem…
Meğer, gelen bu şaşkın adamın hareketleri büyük edibin gözünden kaçmamış. Adam son defa dönüp de Hariri’ye kendisi için bir şey yazdırmasını rica etmiş. Büyük edebiyat üstadı kaşlarını çatarak şunları yazdırmış:
“Ayın kararmak ihtimali olan parlaklığı ile aldanan ilk yolcu sen olmadığın gibi, mezbelelerin yeşilliği karşısında meftun ve hayran kalan ilk otlak arayıcı da sen değilsin! Haydi, git, kendin için benden başkasını seç! Zira ben, Muaydi ( bu da çok büyük bir edipmiş ve aynı talihsizliğe sahipmiş Hariri gibi) gibi bir adamım, beni işit fakat görme!”
Adam bu yaptığı edepsizlikten dolayı yerin dibine girmiş, utanmış ama iş işten geçmiştir bir kere. Mahcup bir şekilde oradan hak ettiği cevabı alarak ayrılmış.
Burada, edibin yürek işçiliğiyle ortaya koyup anlattıklarını bir kenara itip, iş basit bir şekil takıntısına dönüşüverince ve buna kibir ile gurur da eklenince film kopuyor, şiraze bozuluyor. O zaman, “Var git kardeşim sen işine, bu pazarda sana yarar kumaş bulunmaz!” demek düşüyor böyle zevata kibarca. Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az!
YE KÜRKÜM YE!
Malum, Nasrettin Hoca’mızın bir “ye kürküm ye” fıkrası vardır. Hepimiz tebessümle ve tefekkürle okumuş veya dinlemişizdir bu fıkrayı. Muamele kürke olunca Hoca da “ye kürküm ye” der haliyle. O bilgece tavrını ortaya koyarak insanların gözüne gözüne sokar o kürkü! “Aha işte sizin değer verdiğiniz kürkünüz, dünyalığınız! Siz hocanıza, hocanızın anlattıklarına değil, kürke değer verdiniz, ona itibar gösterdiniz!” demeye getirir. Hep böyle yapmıyor muyuz dostlar?
Şekle, görünüşe takılıp kalmak insanı her zaman yanıltıyor. İçindeki esas meyvesi, özü dururken cevizin kabuğunu yalayıp durmak gibi bir şey bu. Şekle ve surete kapılmanın acı sonu da budur işte! Şunu asla unutmamak gerekir: Şekil ve surette gördüklerimiz geçicidir ve bir gün mutlaka solup gideceklerdir. O halde solup gidene bel bağlamak, ona itibar etmek akıl kârı mıdır?
Güzellik anlayışımızı bir et parçasına bağlamak, kendimizi karanlık zindanlarda paslı zincirlere bağlamakla eşdeğerdir. İnsandaki çekim ve güzellik merkezi kalptir, yani gönüldür. Vücut mülkünün payitahtıdır gönül. O biricik Sevgili de orada misafirdir. İnsan dünya güzeli de olsa kalb-i selime sahip değilse bir anlamı yoktur dış güzelliğinin. Aslolan gönül insanı olmaktır; gerisi hikâye, laf-ı güzaf!
Yunus diliyle “Gönül Çalab’ın tahtı,/ Çalap gönüle baktı/ İki cihan bedbahtı,/ Kim gönül yıkar ise.” Şairin ifadesiyle, bu yalan dünyada güzelin, çirkinin kalbini kırmayalım ola ki dilinde Hak ismi doludur. Bilemeyiz ki, insanın gönlünde hangi duyguları taşıdığını. Dikkat etmek, kalp kırmamak lazım.
En güzel biçimde (ahsen-i takvim) yaratılan insan, kâinatın özü ve özeti (zübde-i kâinat) olduğu için onun hakikati de gönüldür. Âşıklar gönüller yoluyla muhabbet ederler, şairlerin mısraları gönül tezgâhında peş peşe dizilir. Hani söyleriz ya bazen konuşmalarımız arasında, kalpten kalbe yol vardır, kalp kalbe karşıdır, gönül ferman dinlemez diye.
Şöyle der aşk eri Mevlana: “Ben görünüşte insanım, fakat sakın ha sakın, benim bu bedenime, bu gölge varlığıma bakarak yanılma! Çünkü bu gölge varlığın ötesinde bulunan ruh, çok güzeldir, çok latiftir! Beden gibi çürüyecek, gelip geçecek değildir; sonsuzdur! “
“Ey kardeş! Sen yalnız duyuş ve düşünüşten ibaretsin! Geri kalan ise sadece et ve kemiktir! Gönle girmeye bak, gönül almaya bak, kemiğe gönül verme!” Yunus da aynı tavsiyede bulunur bizlere: ” Hepsinden iyicesi bir gönüle girmektir.”
Dünyada en büyük saltanat budur dostlar! Sultanların da önünde baş eğdikleri, uğruna İbrahim Ethem misali tac-ı tahtı terk ettikleri saltanat bu! Sevgi ve aşk saltanatı! Ölümsüz ve ebedi saltanat!
GÜZEL İNSANLARDAN SONRA
Güzel insanların güzel atlara binip aramızdan ayrıldığı günden beri şu çürüyüp giden et parçasına, dünyalıklara, markalara, çula çaputa, rağbetimiz arttı. Gösteriş meraklısı olduk. Gözlerimiz başka şeyleri görmez oldu! İşte en büyük meselemiz bu! Bundan dolayı insanı ihmal eder olduk, bundan dolayı birbirimizi anlayamaz olduk. Çünkü aradan sevgi ve güzellikler kalktı. Şekilcilik, hamlık ve bağnazlık aldı yürüdü. Nedir bu milletin çektiği şu sevgi ile pişmemiş ham ve bağnaz takımından! Oysa bu milletin dünyasında bu tiplerin yeri yoktu bir zamanlar. Yunus’tu, Hacı Bayram’dı, Hacı Bektaş’tı, Mevlana’ydı bu milletin lisanı. Ne zaman ki bu lisan unutuldu, meydanı sevimsiz, asık suratlı, katı yürekli ham ve bağnaz tipler aldı. Bu tiplerin söyledikleri boğazlarından aşağı inmez! Ele verir talkını kendileri yer salkımı. Kendi hallerine bakmadan habire tenkit ederler, kusur ararlar.
Kabalık, hamlık, bağnazlık büyük illet dostlar! Bu illetin (hastalığın) devası da sevgidir. Eğer severseniz, fanatizm, kabalık, yobazlık, ham softalık, bağnazlık kalmaz siz de. Sevgi sizi kendi kalıbında şekillendirir, ruhunuzu billurlaştırır, hilm sahibi yapar, yumuşatır. Şayet sevemezseniz o zaman hiçbir değeriniz yoktur. Ha kuru odun, ha sevgisiz insan…
Bu sevgisiz tiplere şunu hatırlatmak da fayda var: “Atın elinizden milletin şu amel defterlerini, bırakın günah ve kusur çetelesi tutmayı! Nerede sevgi, nerede müjdeleyin, nerede nefret ettirmeyin tavsiyesi? Hani kusurları örtmede gece gibi olacaktık? Sizin okuduğunuz kitaplar başka mı? Kainatın özünde ve varoluşunda sevgi var! Yaratılanı Yaratandan ötürü seveceğiz. Bizim görevimiz sevmek, sevmek, sevmek...
Şimdi insafa gelin ey Molla Kasımlar, herkesin ayıbını, kusurunu araştıracağınıza, herkesin günah kusur çetelesini tutacağınıza kendi kusurlarınızı düzeltin. Sevin, sevilin, bir gönüle girmeye çalışın.
Biz “Fermân-ı aşka cân iledir inkıyadımız” diyen bir medeniyetin çocuklarıyız. Bu medeniyet sevgi, merhamet, nezaket, nezafet, rifkat, kısacası yürek medeniyetidir. Ne oldu bize böyle? Nerede bizim Yunus gibi bakışımız, Mevlana gibi engin yüreğimiz?
Hoşça kalın, sevgiyle kalın…
(RECEP ŞEN)
---------------<< 0 >>--------------
ŞİİR SANDIĞINDAN:
“Neşv ü nema bulamaz düşmeyince hâke nebât,
Mütevazı olanı rahmet-i Rahman büyütür” (LÂ EDRİ)
(NOT: Bu yazımız kişisel web sitem" www.recepsen.com" ile "www.bafrahaber.com" sitesinde de yayınlanmaktadır.)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.