- 1916 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Avuç Toprak
Anadolu’nun uzak bir köşesinde, öylece kendi halince yaşayıp giden bu küçük kasabanın, topu topu üç buçuk adet olan dar caddelerini gölgeleyen kocaman tütün depoları hep dikkatimi cezbetmişti o yıllarda. Evlerimiz küçüktü. Şeker Usta’nın fırını, Tuzakçı Ali’nin bakkalı, 1888 yılında hemen arkasında yer alan kiliseye papaz yetiştirmek için kurulan ve 1924 yılındaki mübadeleden sonra normal eğitime açılan ilk okulumuz, iki küçük ahşap binadan müteşekkil polis ve jandarma karakollarımız, anlı şanlı hükümet binamız, hatta ve hatta belediyemiz...
En değerli, en heybetli, en göz alıcı yapılarımız olan camilerimiz bile oldukça sönük kalıyordu o dev Reji depolarının yanında. Kalın çelikten yapılı, iki kanatlı kocaman demir kapıları ve aynı sağlamlıkta kepenkleri olan pencereleri vardı. Kasabanın ahşap, genellikle tek katlı, tarihin yorgun sayfalarından fırlayıp gelmiş misali öyle boynu bükük yaşayan binaları yanında, gerçekten muhteşem bir duruş sergiliyorlardı bu depolar. Kapının üzerinde asılı duran kilidin duruşu bile ihtişamlıydı. O kilidin anahtarını taşıyan görevlideki havayı varın sizler düşünün artık.
Kasaba merkezi, Karadeniz’in aman vermeyen dalgalarının bıkıp usanmadan dövdüğü, incecik, tertemiz ama katran karası rengindeki kumlarla kaplı körfez sahili ile, yıl boyu sürüp giden bu kavgayı olanca mağrurluğu ile yukarılardan seyreden, başından dumanı, sırtından da Yaratan’ın yeşilin bin bir çeşidi ile özenle dokuduğu pelerinini eksik etmeyen heybetli dağların etekleri arasına sıkışmış küçük bir düz alana kurulmuştu. İnsanların barındığı mütevazi konutlar ise, biraz da mecburiyetten olsa gerek, derin vadileri seyreden dik ve tehlikeli yamaçlarda yer almaktaydı.
Daracık, bakımsız, oldukça sarp sokaklar, araç ulaşımına asla imkan vermemekte. Ulaşım vazifesini ayaklar, yük aşıma işlerini de katırlar üstlenmiş. Coğrafya, devamlı yokuş çıkıp inmek zorunda kalan insanların şişmanlamasına asla müsaade etmiyor. Tüm ahali çakı gibi incecik ve oldukça sağlıklı. Yaş kemale erdiğinde de, kalp kerizi çalıveriyor kapınızı bir yokuşun nihayetine tık nefes eriştiğiniz zaman dilimlerinde. Sapa sağlam insanlar, beklenmedik anlarda ölüp gidiyorlar.
Doğu Karadeniz Bölgesinde, Yoroz Burnunun Karayel rüzgarının önünü kesmesi sureti ile oluşan nispeten sıcak iklim, tütün üretilmesine müsait tek ve yegane coğrafya olarak kılmıştır bu kasabayı. 17.Yüzyılın başlarında bu ziraat ile tanışmış toprak, uzun seneler boyunca yetiştirilmesi ile köylüsü, işlenmesi ile de kasabalısı geçimini sağlamıştır. Çileli bir uğraştır tütün. Yetiştirmesi ayrı derttir, pazarlaması ayrı bir dert.
Dış borçları alabildiğine artan Osmanlı Devleti, 1875 yılında, Duyun-u Umumiye isimli bir kanun çıkardı. Devletin En önemli gelir kaynağı olan alkol, tütün ve tuzdan alınan vergiler, bu alacaklı şirketlere bırakıldı. Hatta ve hatta, bu vergilerin toplanması bile, söz konusu şirketlerin kendi elemanlarına verildi. Böylece, uzun yıllar boyunca yöre insanına kan kusturan ’Korucu’ sistemi doğmuş oldu. Silah taşıyan ve kaçakçılık yapanları vurma yetkisi olan bu kuruluşun, 20.000 in üzerinde Osmanlı köylüsünü öldürdüğü söylenir. Karadeniz yöresinin meşhur ’Çökertme’ türküsü, işte bu olayları anlatır.
Reji ismindeki bu Fransız şirketi ile olan anlaşma, 26 Şubat 1925 yılında feshedildi. Bütün hakları devletçe satın alındı ve Tekel İdaresi kuruldu. Kırk iki yıl gibi oldukça uzun bir süre yaşayan bu Reji idaresinin ismini, aklından ve dilinden söküp atamadı insanlar. Kendisi yok olup gitti ama, ismi 60-70 yıl daha, tütün tarımının usuldan usula tarlalardan çekilmesine kadar yaşadı.
Babam, Tekel’e ait içki, tuz ve sigara ürünlerinden sorumlu memuru idi kasabanın. Rafları, Birinci,Yenice, Gelincik, Kulüp, Bafra, Bahar, Yeni Harman sigaraları ile dolu kocaman bir sigara ambarı vardı. Filtresizdiler ama, o zamanların çok tutulan sigaraları idiler. Karton kutucuklar içinde olurlardı ve çocukların en güzel eğlencesi idi o kutuların kapağını biriktirmek. Hatta, bir daire çizilerek bu kutu kapakları içine yerleştirilir, sonra da bir ayakkabı topuğu pençesi vasıtası ile daireden dışarıya çıkarılmaya çalışmak sureti ile oyunlar bile oynanırdı.
Altınbaş, Yeni, Kulüp ismi altında şişelenmiş rakıların oluşturduğu, ne zaman kapısından içeri adım atsam burnumun direğini sızlatan bir kokuyla karşılaştığımız bir ambar daha vardı. İçki pahalı olduğu için, oradaki çalışmada çok dikkatli olmak gerekiyordu. Bir tek şişe kırılsa, zaten üç kuruş maaşa alan babamdan kesiliyordu ederi zira. Bir de tuz ambarı vardı. En sevmediğim, en karanlık ve sevimsiz ambardı. Havadan eksik olmayan rutubet ile tuz elbirliği yapmış, demir olan tüm aksamı pas içinde bırakmıştı. Diğer ambarlar kadar çok açmazdık orayı. Sigara ve içkinin sarfiyatı, tuzdan daha çok oluyormuş demek ki.
Kasabanın en güzel, en büyük mabedi olan Ak Cami’ye sırtımı dayamış, karşımdaki daracık sokaktan içerilere doğru bakıyorum. O muhteşem tütün depoları çoktan yıkılmış, yerlerine çok katlı apartmanlar dikilmiş. Çocukluğumun küçük kasabasından kalan izler arıyorum ümitle ve bulduğum en küçük detay adeta sevince boğuyor beni.
İşte orada, karşımdaki dar sokağın hemen sol yanında, senelerin tahribatına cesurca göğüs germiş, uzun süredir bir elin dahi değmediği her halinden belli olan tuz deposunun demir kapısı, öylece kendi halinde, sessiz, sakin, mazlumca uyumakta. Üzerinde hala o eski ve muhteşem görünüşlü kilitlerden biri asılmakta. Belki de hiç kimsenin farkında olmadığı bir tarih, mahzun tebessümlerle bakışlarıma gülümsemekte.
Ben, böyle derin hayallerin kucağında, geçmişin güzelliklerine doğru yelken açmışken, yanı başımdaki akasya ağaçlarının altına biriken kalabalıktan kopan bir curcuna ile kendime geliyorum. Gerçi, bu gün Salı, ilçenin pazarı, bu nedenle insan yoğunluğu doğaldır diye düşünüyorum ama, eline verilmiş bir mikrofonla, kaldırıma kurulmuş bir iptidai kürsüye çıkmış belediye başkanını görünce, normalin dışında bir durumun gerçekleşmekte olduğu kanaatine varıyorum.
Siyaset ve siyasetçileri pek sevmem aslında ama, böyle sıradan bir günde, böyle sıra dışı bir konumda ne konuşulacak diye de merak etmedim değil hani. Belediye başkanının konuşma yaptığı kaldırımın kenarına, eski model bir de kamyon yanaşmış. ’Yani, konuşma yapacak başka yer bulamamış bu adam. Git geniş bir alanda hitap et insanlara.’ diye geçiriyorum aklımdan.
Biraz sonra, işin mahiyeti anlaşılıyor. Kamyonun kasası, orman işletmesinin yetiştirdiği sarı çam fideleri ile dolu. Aslında bir köylü çocuğu olan belediye başkanının, çocukluk anılarından alıntılar yaparak yaptığı hoş bir doğa içerikli konuşmanın ardından kamyondaki görevliler, çevrede toplanan halka siyah poşetler dağıtmaya başladılar. Ben de öylece kamyon kasasına yaslanmış, dalgın dalgın milleti seyrediyordum ki, üç adet poşeti uzatıverdi bana görevli. Ne yapsam şimdi? Alsam bir türlü, almasam bir türlü. Alsam, nereye, nasıl dikeceğim. Bu güne kadar bir tek fidan diktiğim mi vardı sanki? Ya da, dikecek bir karış toprağım?... Almasam, birbiri ile yarış etmekte insanlar poşeti kapmakta; belediye başkanı da oradan tebessüm yüklü tavırlarla süzmekte beni; ayıp olacak gibi. Alıyorum poşetleri, nihai hedefim olan belediye kütüphanesine doğru yollanıyorum.
Kütüphaneye giriyor, görevli memureyi selamlıyor, ondan izin alarak elimdeki poşetleri giriş kapısının kenarına bırakıyorum. Kütüphane pek tenha yine. Ders çalışmaya gelen bir kaç öğrenci dışında, raflardaki kitaplardan faydalanma ihtiyacı duyan hiç kimse yok yine ortalıkta. Bu nedenle olacak ki, el üstünde tutuyor beni görevli memure. Her gittiğimde çay ısmarlamayı ihmal etmiyor.
Her zamanki masama oturuyor, yazmak istediğim yöresel bir hikaye için, ilçe tarihini anlatan kitaplara dalıyorum yine. Ama, bir gözüm de kapının kenarına bıraktığım siyah poşetlerde. Ben onlara bakıyorum, poşetler bana bakıyorlar. Memure bayan da, bizim bakışımızı kesmekte arada bir. O da meraklara düşmüş bes belli bu poşet olayı yüzünden. Öyle ya, ne var acep içinde bunların? Bomba flan olmasın sakın. Gerçi, bu adam çok yabancı değil, buranın insanı ama, bu devirde kimin ne olacağı hiç belli olmaz yani.
Bir kaç saat geçiyor, o günlük yeterince bilgiyi depoluyorum küçük not defterime. Artık kalkma, poşetteki dünya güzeli yavruların akıbeti için karar verme vakti geliyor. Kütüphaneden çıkıyor, sahildeki geniş ve güzel parkı süsleyen yüksek Okaliptus ve Palmiye ağaçlarını gölgesinden geçerek, biraz ileride sıralanan Akasya ağaçlarının altına park ettiğim aracıma doğru yürüyorum.
Poşetler elimde, gözlerim mendireğin uç noktasında poyrazın hafif esişine kendini kaptırmış, nazlı nazlı dalgalanan bayrağımızda, düşünce denizlerinin enginliğinde kaybolmuşum öylece. ’Ne yapsam şimdi, bu fidanları nere diksem?’ diye kara kara düşünmelerdeyim. İnsanın, bir iki kazma sallayacak, bir ağaç dikecek, bir bağ sebze, bir demet çiçek yetiştirecek bir avuç toprağı olmaması ne kötü şey Allah’ım. Sen, kimseyi topraksız bırakma.’ diye söyleniyorum bir taraftan kendi kendime.
Derken, arabama varmışım, poşetleri bagaj bölmesine yerleştirmişim farkında olmadan. Birden, eşimin kayın validem için aldığı ve hala arabanın bagajında durmakta olan çapa dikkatimi çekiyor. Tebessümler doluveriyor o anda dudaklarıma ve aklımda bir şimşek çakıyor. ’Bakışlarımı gök yüzüne kaldırıyor,’Sen ne büyüksün Rabbim’ diye şükrediyorum Yaratan’a.
Vakit geçirmiyorum, mahallemizin Arnavut kaldırımı dar sokaklarını geride bırakıyor, Kırlangıç Kıranı’nın doruklarına, ilçenin yeni mezarlığının olduğu bölgeye tırmanıyorum aracımla. On beş sene kadar önce, şehir merkezindeki mezarlıklarda yer kalmadığı için, buradaki vakıf arazisini devletten satın almış ve yeni mezarlık olarak tanzim etmişti belediye. Çocukluğumun kır sefalarının geçtiği yerdi buralar. Serin Sonbahar gecelerinde, lüks lambaları ile yorgun bıldırcınları avladığımız araziler. O güzel yerlerde, o yeşil yamaçlarda, Karadeniz’in engin maviliğini seyrederek ebedi uykuya yatmak varmış kaderimizde. Gerçekten huzur verici bir durum bu.
Aile mezarlığı olarak satın aldığımız parsele ulaştığımda, yanı başımızdaki büyük caminin yüksek minaresinden ikindi ezanı okunmaya başlamıştı. Bu kez yanılgıya düşmedim daha önce yaptığım gibi. Aslında camide ne müezzin, ne de cemaat olmadığını biliyorum artık. Ezan ise, merkezi sistem sayesinde okunuyor şerefeden. Namaz işini, fidan dikme operasyonundan sonraya bırakıyorum.
Oldukça eğimli bir arazi burası. Abartısız 70-75 derece vardır eğimi. Öyle serbestçe yürümek, hareket etmek beceri istiyor. Amcam, amcamın eşi, gelini ve kardeşimin bir gün yaşayabilen bebesi yatmakta burada. Bahar yeni yeni kendini gösterdiğinden, buraların tek hakimi olan ifteri otları(Eğrelti otu) henüz kendilerini gösterememişler. Kasım ayında diktiğim Kasımpatılar da ortalıkta gözükmüyorlar, kurumuşlar besbelli. Gelecek Sonbahar, kendiliklerinden buraları şenlendireceklerini ümit ediyorum artık. Arazi, çeşit çeşit, renk renk çiçeklerle kaplanmış. Hele de boyunları bükük mor menekşeleri bir görseniz, gerçekten inanılmaz güzel bir tablo oluşturmuşlar.
Bu günlerde yağmurlar pek eksik olmadığı için buralardan, toprak her zaman ıslak... Biraz zahmetli de olsa, tüm çam fidelerini müsait bir yerlere dikiyorum. Tüm ölülerimizin baş uçlarına, ayak diplerine, parselin duvar diplerine. Hem dik arazi ile, hem de toprakla uğraşmak bayağı yoruyor beni. Sonuçta, bir toprak insanı değiliz biz; elimiz çiftçiliğe yatkın değil.
Fideleri diktiğimin ertesi günü, bol yağış aldı yöremiz. Bizim ufaklıklar da iyice suya kanmışlardır diye düşünüyorum. O günden sonra, ziyarete gidemedim mezarlığı. Diktiğim fidanların akıbetini öğrenme fırsatım olmadı. Umarım ve dilerim her biri yaşamış ve usuldan usula hayata yelken açmışlardır.
Böyle işte... İnsanın ağaç dikecek bir avuç toprağı olmaması ne kötü...
Ama,
sağ iken değil de, ölünce sahibi olacağınız bir toprak parçasını da, şimdiden yeşil kılmak güzel şey.
Bir tutam hayat-03.04.2015-Trabzon
YORUMLAR
Yazının başlığını tam anlamadan okumuşum ki, öykünün sonunda öykünün başlığı bir avuç toprak olmalı diyerek yukarıdaki bölüme baktım ve başlığı gördüm.
Bir iki yıl önce burada da sanıyorum evimizin hemen karşısındaki büyük caminin önünde çam ağacı dağıtılmıştı. Ben de aldım ve dikeyim derken ne oldu bilmiyorum. Erkek kardeşim götürüp babamın mezarına dikmiş. Bahçemizi kat karşılığı meteahhide verdiğimizden artık toprak sahibi değiliz.
Hele ağaç dikip de onun meyvesini yemek ayrı bir zevk.Böyle yetiştirdiğim kayısı ağacı ve ceviz vardı. İnsan o ağaçlardan bir başkalarının yediğini görmesi kadar büyük bir zevk yoktur.
tebrikler,
bir olaydan güzel bir öykü çıkarmışsınız..
selâmlarımla.
Çok etkileyici bir yazı olmuş hocam, elinize sağlık
Bizlerin hayatı büyük şerlerde geçti. Ne yazık ki toprakla öyle çok haşır neşir olamadık. Gerçi bizler yinede şanslı sayılırız çocukluğumuz ve ilk gençlik çağlarımızda semtimizde ve sokağımızda sahibi biz olmasak ta bu güne nazaran daha bir boş arazi az çok bağ bahçe vardı. Bahar geldiğinde sokakları akasya kokuları sarardı. Hoş o zamanlar da bizler pek değerini bilmiyorduk galiba o güzelliklerin yaşımız ilerleyince anladık değerini ama artık çok geçti. Her taraf bina yığını olmuştu. Belediyelerin tasnif edip düzenlediği çocuk parklarını saymazsak neredeyse nefes alacak yer yok büyük şehirlerde.
Sanırım bu sevimsiz durumda şehir insanın ruh halini olumsuz etkiliyor maalesef. Küçük şeylere parlayan tahammülsüz, hırçın ve asabi insanlar oluyoruz.
Toprağın ve yeşilin değerin anlatan, keyifli bir yazı okuttunuz bizlere teşekkürler
Saygı sevgilerimle