- 602 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
-BİR ÇOCUKLUK AŞKI-
Çocukluk aşkı ilk an da küçüklüğümüzde taşıdığımız bir beğeniyi, mahallemizde ya da okulumuzda karşılaştığımız bir kız çocuğuna karşı duyduğumuz sempatiyi akla getirir. Sakın hatırlattığı yalnızca bu olmasın? Oysa o yaşlarımızda duyduğumuz her türlü beğeniyi, sempatiyi ya da hayranlığı kapsamaz mı acep? Zaten üst kategoride değerlendirirsek aşk kavramı da böyle değil midir? Sözgelimi bir sporcuya hele bizim gibi toplumlarda bir futbol yıldızına duyulan hayranlık karşımıza çıkabilir. İdol kavramıyla da sarmallanabilir. Ve duygu yumağı bizi sarıp sarmalar.
Mesela geçtiğimiz yıllarda genç sayılabilecek yaşta hayatını kaybeden eski futbolculardan Selçuk Yula’yı bu hususta nereye oturtmalıyız? Yeni nesil o denli bilemiyebilir. Öyle ya, bugünün gençlerince daha ziyade futbol yorumcusu olarak tanınmıştır. Oysa ben ve benim kuşağımdaki yankısı böyle midir?
İsmine ilk rastlamam 1979 yılının yaz günleridir. Bildiniz efendim. Fenerbahçe’ye transferi vesilesiyledir. Son günlerde bir gazete yazısı kanalıyla edindiğim bilgi Sarı lacivertli forma altında ilk resmi maçının 17 Ağustos 1979 tarihinde Galatasaray ile oynanan TSYD kupası maçına karşılık geldiği yönündedir. Bu cümle zihnimde aradığı karşılığı anında bulmaktadır. İstanbul’un hani boğazın incisi diyebileceğim Sarıyer ilçesinde akrabalarımda tatilimi geçirdiğim muhtelif yaz dönemlerinden birindeyim. TSYD turnuvası kapsamında yeğenlerimle iddialaşıp duruyoruz. Sözünü ettiğim Kanarya Cimbom randevusunda yeğenler Cimbom diye tuttururlar. Ben Fener de karar kılarım. Nitekim Fenerbahçe 1-0 alır. Tabi alış o alış. Beni de alır ve semaya yükselir Sarı Kanaryam.
İşte son zamanlarda merhum yıldızımız hakkında karşıma çıkan bahis; a öyle mi, o maç mı dedirtti bana. Bir an da Sarıyer’i çepeçevre kuşatan yemyeşil sırtlarla, boğazın masmavi sularıyla, yosun kokusuyla ve kıyıya vuran dalgaların foşurtusuyla da bütünleştim ya hiç şüphesiz futbolla ilgili kısmında da tek kanal döneminin çok fazla naklen maç yayını yapılmayan program akışı karşısında radyo kanalıyla yaşadığım pazar keyfine uzanıverdim. O zamanlar öyledir. Radyonun büyüsü vardır. İnönü stadının deniz tarafındaki kalesi pek meşhurdur. Radyo da maç anlatımında spiker öne çıkar. Öyle bir adrenalin salgılar orta karar pozisyonlar bir an da mutlak gol pozisyonuna dönüşüverir. Akşam televizyonda maç özetlerinde o pozisyonları arayında bulun.
Açıkçası pozisyon ve gol fakiri yıllardan söz etmek mübalağa mıdır acaba? Bu hususta istatistikî inceleme yapmak elbet mümkündür. Sadece Milli takım ya da Avrupa kupası maçları mı? Tam aksine liglerde de kuraklık yaşanır. Yağmur duasına çıkılasıdır. Gol krallıkları uzun yıllar 20’nin altında seyreder.
Selçuk da bu durumdan nasiplenir. Şimdilerde medya kanalıyla Selçuğun istatistikleri veriliyorda 1980’lerin ortalarından itibaren yükselen rakamlar karşısında azımsama uyandırabilir. Şüphe yok ki iki kez gol krallığı tacını giyecektir. Fenerbahçe’nin önemli başarılarında başrolü oynar. Avusturya karşısında tek golümüzün olmadığı bir dönem de önemli ölçüde Selçuk ile gelen galibiyet, yine yıldız oyuncumuzun golüyle alınan Kuzey İrlanda galibiyeti resmi maç trafiğinin önemli ayaklarıdır. Nihayet muhteşem Bordo zaferi gelir. Açıktır ki futbolumuzun üstte arzetmeye çalıştığım gerçekleri içerisinde Bordo şarabı misalidir Selçuğum. Bunu anlamak için illa ki degüstatör olmakta gerekmez. Tüm bunlara içerde derbi performansını da siz ekleyiverin. Stankoviç yönetiminde alınan Trabzonspor galibiyetlerini de yine zamanın şartlarıyla mukayese etmek gerekir. Uzun yıllar Fenerbahçe’nin tek galibiyet alamadığı Trabzonsporu 1982-83 sezonunda her iki yarıda da mağlup etmek Selçuk’la mümkün olacaktır.
Peki, Selçuk milli forma altında kaç gol attı sorusu bizleri karşılamaz mı? Bir kez daha hamaset riskine meydan okuyarak dönemin özellikleri dairesinde ele almak gerektiği düşüncesindeyim. O dönemlerde, teknik adam ve futbolcu devrinin hangi düzeylerde cereyan ettiğini derhal incelemenizi öneririm. Tüm bunlara erken yaşta geçirdiği bir sakatlık sürecini de ilave edelim mi? Dünya futbolunda Fransız Just Fontaine gibi süper bir golcünün 1950’lerin sonlarında çektiklerini bir bakıma futbolumuzun gerçek anlamda mega yıldızı çeker. Hemide öyle böyle değil; Sürati, tekniği, kıvraklığı, Plasesi, fırsatçılığı dairesinde Komplike bir bireysel yıldızdır. Boş Dripling, kof çalım değil; Sonuç odaklılık esastır. Ve hiç şüphesiz şiir gibi penaltıları hatırlanır. Yoksa unutulmaz mı?
1986’da Fenerbahçe’den ayrılması çokları gibi hüzne sevkeder beni de. Tek tesellim Almanya’ya transfer olmasıdır. Sonrasında Fenerbahçe’nin Selçuğa kapılarının kapanması, Sarıyer formasını giyinmesini de trans halinde izlerim. Zamanın kulüp yönetimine köpürüp durduğum yıllardır. Sarıyer’de oynarken gönlüm Selçuk’la idi. Uzaktan da olsa izlemez miyim? Selçuk gol kralı olsa sevinirdim muhakkak. Beyaz martılarla hat-trick yaptığı maçlarda umutlanırım. Boğaza da uygun bir durum mudur bilinmez. Hadi koçum olacak galiba der, içim içimi yerdi. Hatta Sarıyer Fenerbahçe’yi dahi Selçuğun golüyle yeniverse fena mı olurdu. Hoş Sarıyer en çokta Feneri yenerdi ya pek Selçuk golüyle gerçekleşmezdi bu. Anlaşılan, dem o dem değildir artık. Sonrasında ver elini Cimbom. Fenerbahçe ile sembolleşen bir yıldızın Galatasaray forması giyinmesi olmaz mı? Hiç şüphesiz iki büyük kulübümüz arasında öncesinde ve sonrasında transferler görülmüştür. Selçuk da bu kervana katılacaktır.
Almanya sonrası Fenerbahçe’ye dönse, dönebilse eski günlerini yakalar mıydı? Hüküm vermek elbette kolay değildir. Ancak Fenerbahçe’nin lig tarihinde en kötü dönemi olarak gösterilen 1987-88 sezonunda bu pekte mümkün görünmüyor. Sarıyer’de ki ilk iki yılında belirli bir ivme kazansa da son iki yılıyla Galatasaray formasını giyindiği dönem tam bir emektarlık devrini önümüze koyacaktır.
Anlaşılan o ki; Bir mevsim geride kalmıştır, yaprak dökümü kaçınılmazdır. Bunun gibi rahmetli futbolcumuz da, eskilerin deyişiyle “Baki kalan bu kubbede bir hoş sedadır” artık.
L.T.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.