- 960 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
392 - PEYGAMBERLERE İMAN
Onur BİLGE
Kıbrıs’taki olaylar nedeniyle halkın tepkisine maruz kalan, büyük şehirlerde, özellikle İstanbul gibi bir cazibe merkezinde yaşamakta ve ticaret yapmakta olan Rumlar tedirgindi. Yıllardır yurt edindikleri bu güzelim topraklar artık onlara dar gelmeye başlamıştı. Tüccarlar dükkânlarını alelacele devretmeye, mülk sahipleri mülklerini yok pahasına satışa çıkarmaya, taşınmaz neleri varsa elden çıkarıp paraya dönüştürerek Türkiye’yi terk etmeye çalışıyorlardı. Bu azınlıkların rahatları kaçmış, yuvaları bozulmuştu. Sığınacak tek yerin Yunanistan olduğunda hemfikirdiler.
İstanbul’da, Rum asıllı Kapalıçarşı esnafı da neye uğradığını şaşırmış, boynu bükük, çarnaçar telaşa düşmüştü. Cana kastedenlerin cezasının kendilerine de kesilmesinden korkmuş, can derdine düşmüşlerdi. Korkak, mahzun ve sessiz bir göç hazırlığı içindeydiler. Asırlardır mutlu mesut yaşamakta oldukları bu bereketli ve hareketli toprakların kucağındaki sefaları sona ermişti. Artık bu kapıda kendilerine ekmek olmadığını idrak etmişlerdi. Ana kucağından inen birer yetim yavru gibi mahzun ve buruk, melul melul bakınmaktaydılar. Yaşlı gözlerle komşularına veda etmekte, hızla yurdu terk etmekteydiler.
Kökeni Rum asıllı bir Ortodoks olan Dimitri’nin atalarından bazıları 30 Ocak 1923’te imzalanan mübadele sözleşmesiyle Yunanistan’a göç etmişler, kömür ticareti yapmakta olan dedeleri ise işlerini İstanbul’da sürdürmeye karar vermişlerdi. Babası Yorgo Andreadis de küçük yaşta Trabzon’dan İstanbul’a gelmişti. Kendisi gibi Grek asıllı bir komşu kızıyla evlenmiş, Mahmutpaşa’da tekstil ticareti yapmaktaydı. Oğlu da Bursa’da yaşamakta, hem Akademiye devam etmekte hem de Kapalıçarşı girişindeki amcasına ait zücaciyede tezgâhtar olarak çalışmaktaydı. Onlar da ailecek panik içindeydiler. Kaçış hazırlığı ve telaşındaydılar.
Dimitri, gerginlik çıktığından beri okula devam edemez olmuştu. Derslerden geri kaldığı için oldukça huzursuz, bir tatsızlık çıkma ihtimalinden de son derece rahatsızdı. Korkusundan gerçek adının telaffuz edilmesinden bile çekinir olmuştu. Kendisine bir Türk ismi bulmuş, aslını saklamaya çalışıyor: “Arkadaşlar, yabancıların arasında bana Erdem deyin!” diyordu.
Virane’nin kapısı ve Viranecilerin kalpleri, Mevlana kapısı gibi herkese açıktı. Yeter ki ortamın huzurunu kaçıracak biri olmasın! Miadını çoktan doldurmuş olan bu eski Bursa evinin dağıldı dağılacak gibi duran fakat heybetinden bir şey kaybetmemiş olan iki kanatlı, kahverengi boyalı, arkası demir kol demirli antik ahşap kapısından girilince, antrenin çivit karışımlı beyaz kireç badanalı eğri büğrü taş duvarına yazılan yazıların arasında, tam karşı duvarda yer alan, yeşil yağlıboyayla belirgin bir biçimde Define’nin el yazısıyla yazılmış olan “Ne olursan ol, yine gel!” yazısı hemen dikkati çekmekteydi. İçeriye girenin gözü mutlaka gayriihtiyari ona ilişmekte, ilk defa gelmişse tedirginliği gitmekte, çekingenliği azalmakta, müdavimlerinse huzurlarına huzur eklenmekte, hâsılı hepimizi evimizdeymişiz gibi hissettirmekteydi. Diğer yazılar ise apayrı bir yazı konusuydu.
Dimitri de Virane abonelerindendi. Sık gelemese de mesai ve ders bitimlerinde aramıza katılmaktaydı. Son zamanlarda, okulda dışlanmaya başladığından yakınıyor, yanımıza daha sık geliyordu. Gayet iyi biliyordu ki Virane de Türkiye gibi emin bir sığınak, sıcacık bir kucaktı.
Derslere devam edemediği için not tutan arkadaşlardan defter istiyor, imtihanlara o şekilde hazırlanmaya çalışıyordu. Bu çatı altında din, dil, ırk ayrımı yoktu. Dimitri Ortodoks’tu. Fakat dininden çıktığını, yıllardır kiliseye gitmediğini, İsa’nın kanı denilen, herkese aynı kaşıkla sunulan şarabı içmek istemediğini, bunun halk sağlığı açısından çok zararlı olduğunu, günah çıkartma, mum satışı ve para toplama gibi yollarla insanların sömürüldüğünü, kilisenin servetine servet kata kata süper bir güç haline geldiğini söylüyordu ve haklıydı da… Haklı olmadığı bir husus varsa, bütün dinlerinin böyle olduğunu iddia etmesiydi. Bu konuda büyük bir yanılgı içindeydi. Çünkü din diye lanse edilen dinlerini dahi tam olarak bilmiyordu. Bilmesi de imkânsızdı.
Son zamanlarda Budizm’e ilgi duymaya başlamıştı. Buda’yı göklere çıkarıyor: “Buddha, uyanmış, idrak etmiş, demek… Biliyor musunuz Buda kimdir? O adam mükemmeldi, aydınlanmıştı. Vaktiyle bir prensti. Dünyadan elini eteğini çekti. İyi insan ve mutlu olmak için neler yapmak lazım, onu düşündü. Kendi kafasına göre kurallar buldu. Bunu, insanların mutluluğu için yaptı. Onu çok sevdiler. Heykelini diktiler…” diyordu. Sık sık tartışıyorduk.
“O şimdi tanrı mı!? Tahta tanrı… Başına kuş pislese, suratına akar. Silemez!”
“Öyle deme yahu! Beş yüz milyon inananı vardır bu dinin!”
“Ne dini ya? Ne dini!.. Peygamber mi olmuş!? Saçmalama! O, olsa olsa bir düşünür, bir bilge olabilir. Peygamberlik kim o kim!.. Tövbe tövbe…”
“Budfizm en eski dindir. Bizimkinden de eskidir. Milattan beş yüz yıl öncedir. Siddhartha Gautama kurmuştur. Hindistan’ın kuzeyinde doğmuştur. Prenstir. Krallıktan vazgeçmiştir.”
“O niye ortaya çıktı? Onu da biliyor musun? Hindistan’ı Aryan toplulukları işgal etti. Onların dini olan Brahmanizm’e tepki için çıktı. Siddhartha Gautama da bir takım kurallar belirledi. Kafasına göre bir inanç meydana getirdi. O zamanlar yerliler Hinduizm, Brahmanizm, Jainizm gibi batıl dinlere inanıyorlardı. Bir de Budizm eklendi. Bu devirde hâlâ nasıl öyle batıl dinlere inanıyorlar, şaşıyorum yahu!”
“Ben de on emre inanıyorum. Fena mıdır bunlar! İnsanların iyiliği içindir. Dinler olmasa yeryüzünde herkes birbirine girer! Hele çocuklar için din şarttır! Ben kendi dinime inanmam ama çocuklara demem inanmasınlar. İnansınlar! Şarttır!”
“Onlar da inanmasın! İslamiyet geldi, diğer Hak dinler gibi senin dininin hükmü de kalmadı. Hak dinlerin hepsi İslamiyet’e dâhil… Kur’an, onların hepsini içeriyor.”
“Benim dinim, Budizm’e dayanır. Ondan çıktı. İsa nerden öğrendi onları? Dokuz yaşındayken kayboldu. Onu Budist rahipler Himalayalar’a kaçırdılar. Orada öğrettiler. Geldi halka söyledi. İşte İncil budur! Bütün dinler Budizm’den çıktı. Ben onun için ona inanırım. Çünkü en eski dindir.”
“En eski din, Hazreti Âdem’in dinidir. Bütün dinler, birbirinin devamıdır. Birbirine bağlıdır, sonra gelen, öncekileri içerir. En son ve şu anda inanılacak tek din, İslamiyet’tir. Senin dinini de kapsar. Yüz yirmi dört bin peygamber gelmiş. En önemlileri Kur’an’da sözü geçen peygamberlerdir. Diğer kitaplarda olmayan gerçek bilgiler, Kur’an’dadır. Onu hiç okudun mu?”
“Hayır, okumadım. Hıristiyanlar sizin peygamberinize inanmazlar. Dininizi kabul etmezler.”
“Oku da dinini ondan öğren! Dört İncil var. Sen hangisine inanıyorsun? Doğru bir tanedir. Dört tane değildir. Dördü de doğru kabul edilirse, inanılırlığı kalmaz! Kur’an, İncil gibi tahrif edilmemiştir. Kıyamete kadar da dokunulamayacaktır. Tevrat, Zebur, İncil, günü geçmiş gazete hükmündedir. Hükmü kaldırılmıştır. Dört kitap da aynı kaynaktandır. Allah’ın dinidir. Diğerleri değiştirilmiş olduğu için artık tek kaynak vardır. O da Kur’an’dır.”
“Bana din lazım değil! İnsan dürüst olsun, çalmasın çırpmasın, kimseyi kandırmasın, başkasının malına, canına, namusuna zarar vermesin, yeter! Din ne için? Bunun için değil mi?”
“Evet. Onun için ama her önüne gelen kural koyamaz. Kuralları, Yaratan belirler. Peygamberlere tebliğ eder. Onlar da insanlara anlatırlar. Hak dinlerin kuralları olan ayetleri Cebrail Aleyhisselam getirir. Budist rahipler değil.”
“E, bizim rahipler hâlâ dağlarda yaşar. Budist rahipler de öyle…”
“Uzleti seçmiş olabilirler. Bu, onların aynı olduğunu göstermez. İbadet şekli bile aynı olsa, aralarında dağlar kadar fark var. O dinler bâtıl, semavi dinler Hak… Fakat diğerlerinin asılları… Ancak şimdi asıllarına ulaşmak ne yazık ki mümkün değil! Ancak Kur’an’dan doğru bilgi alınabilir.”
“Ya sen Cebrail dedin… Ruh değil midir o?”
“Evet. Sizin inancınıza göre Kutsal Ruh…”
“Neymiş efendim, Meryem’e gelmiş de beyaz lale koklatmış… Koklamış da ondan gebe kalmış… Kim inanır buna!..”
“Lale kokmaz. Beyaz zambaktır o. Öyle bir söylenti var. Olabilir de… Neden olmasın!? Kokuların insanlar üzerinde tahrik edici tesirleri vardır. Bugün bunu kesinlikle biliyoruz. Erkek parfümleri kadınlarda, bayan parfümleri de erkeklerde o tür etki yapabiliyor. Hatta onlar, ona göre test edilerek üretiliyor ve piyasaya sürülüyor. Acayip de alıcı buluyor. Az maliyetle çok gelir sağlıyor.”
“Yahu kokuyla hamile mi kalınır!? Neymiş efendim, ona hiç erkek eli değmemiş!..”
“Hazreti Meryem, gerçekten tertemizdir. Kur’an’da adına sure inen tek kadındır! Okumanı tavsiye ederim. Hamile kalmasına gelince… Peygamberdevesi, kendi kendisini döller. Öyle bir şey olmuş olabilir.”
“Nasıl olur ya babasız!?”
“Adem nasıl olduysa… Havva nasıl olduysa… O zaman sen onların yaratılışlarına da inanmazsın! İlk insanın anası babası kim? Havva’nın anası babası kim? Onu Âdem mi doğurdu? Allah’ın, bir şey yapmak ve yaratmak için malzemeye ihtiyacı yoktur! Bu iş, zücaciye üretimine benzemez. Bir bitki, tohumdan da olur, kanırtmaçtan da… İlk insana, ilk hayvana, ilk bitkiye git! Bunlar kendiliklerinden mi oluşuverdiler!? Allah, bir şeyi dileyince, o şey anında oluverir. Bir araya gelen yumurta ve sperm de kendiliklerinden döllenivermezler. Onlara “Ol!..” emri gelir ve o, Allah tarafından, O’nun dilediği gibi şekillenirler. Üstelik sadece maddeden ibaret de değildir. Bir de ruhu vardır ki en önemli tarafı odur!”
“Meryem konuşamadı…”
“Allah ona konuşmamasını söyledi. Çocuğu işaret etti. Hazreti İsa konuştu. Dünyaya gelmesi de mucizevi bir olay olan bebek, birkaç günlükken peygamber olarak gönderildiğini bildirdi. Böyle bir mucize gerçekleşmeseydi ona kim inanırdı!”
“Yok beşikte konuşmuş da… Palavra bunlar! Dinleri insanlar icat etti. Yeryüzünde düzeni sağlamak için. Fakat iyi kurallardır. Çocuğum olsa, elinden tutar kiliseye götürürüm ama o şaraptan içirtmem! Aynı kaşık herkesin ağzına girip çıkıyor.”
“Çocuğunu bırak da sen kendine bak! Buda’nın heykelinin önünden kalk da Allah’ın huzuruna çık! Fareleri sütle besleyip ineklere tapanlardan bir farkın olsun! Heykeller süt içmez! Onlara da süt içirenlerle bir olma! Yukarıdan dökerler, aşağıya akar, ona faydası olmaz! Ahşap tanrının da sana faydası olmaz!”
“Neden öyle söylüyorsun ya? İnekler faydalı hayvanlardır. Saygıyı hak ediyorlar.”
“Allah, yararsız hiçbir şey yaratmamıştır. Yaratmamıştır ya… Seni niye yarattı, bilmiyorum! Kendine bile yararın yok! Allah ıslah etsin seni!”
“Ya neyim var benim? Kime ne zararım var?”
“Zararın da yok yararın da… Bu kafayla gidersen hiçbir zaman da olmayacak. Kendi inanmadığına çocuğunu inandıracakmış!”
“Sen inanıyor musun ona?”
“İnanıyorum. Âdem Aleyhissam ile Hazreti Muhammed arasındaki bütün peygamberle inanıyorum. Kur’an’da adı geçen geçmeyen bütün peygamberlere… Benim dinimin şartlarından biri bu! Adam Âdem’dir, David Davut’tur. Benim İbrahim dediğime sen Abraham, Yusuf dediğime Josef dersin. Aaron Harun, Johannes Yusuf, İzak İshak, Jakop Yakup, Moses Musa, Samuel İsmail, Younes Yunus, Salomen Süleyman… İdris, Nuh, Hud, Salih, Lut, Eyyub, Şuayb, Zülkifl, İlyas, Elyasa, Zekeriya, Yahya, İsa… Bunlar Kur’an’da adı geçen, belli topluluklara gelen peygamberlerdir. Son peygamber Hazreti Muhammed Aleyhisselam ise bütün insanlığa gönderilmiştir.
Eva Havva, Maria Meryem… O Meryem ki gelmiş geçmiş gelecek en büyük ve en seçkin üç hanımdan biridir. Hazreti Hatice, Hazreti Fatıma, Firavun’ın karısı Âsiye ve Meryem…”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 392
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.