- 590 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
BİR ULUSUN DOĞUŞU
Bir ulusun doğuşu, 1915’yılında David Wark Griffith’in Thomas Dixon’ın The Clansman adlı romanından hareketle Frank Wood’la birlikte hazırladığı senaryo üzerine Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirdiği filmin adıdır. Fotoğraf yönetmenliğini Billy Bitzer’in üstlendiği bu baş yapıtın baş rollerini Henry B. Walthall, Mae Marsh, Josephine Crovel, Lilian Gish, Spotiswoode Aitken, Elmer Clifton, Robert Harron, Walloce Reid, Josep Henoberry,
George Siegman ve walter Long paylaşmaktaydılar.
Başta büyük sinema tarihçisi Georges Sadoul olmak üzere tüm önde gelen eleştirmenler tarafından sinema sanatının ilk büyük ve gerçek baş yapıtı olarak kabul edilen bu filmin-işin garibi!-ırkçı bir temayı işleyen konusu şöyle idi:
1860 yılına doğru Güney’de Cameron ailesi zenginlik ve mutluluk içinde yaşamaktadır. Aile Güneyli bir milletvekili ve kızı ile son derece yakın ilişki içindedir. Derken iç savaş gelir çatar.Savaşta Güneylilerin bozguna uğramasından sonra, ülkeye Zenciler egemen olur. Bunların bir melez tarafından kumanda edilen bir orduları da vardır. İşte bu ordunun kara derili çavuşlarından biri olan Cameron ailesinin güzel kızını iğfal etmek isterken öldürür. Bunun üzerine genç kızın kardeşi de öç almak üzere ünlü Ku Klux Klan’ı kurar. Tam bu sırada da Zenci ordusunun melez kumandanı, Zencileri savunan milletvekilinin kızını iğfal etmeye çalışır. Aynı zamanda da bir Zenci ’sürü’sü, gözleri dönmüş bir halde Cameron’ların evine saldırır. Ama her şey Ku-Klux Klan tarafından son anda kurtarılacaktır.
Papaz Thomas DFixon, Ku-Klux-Klan’ın ’Büyük dev’i ve amcası olan Albay Leray Mc Afee’ye ithaf ettiği bu alabildiğine bayağı ve pis propoganda yapıtında işlediği tezi şöyle tanımlamıştı:’Ku-Klux-Klan, ölmek üzere bulunan genç Güney’i yeniden canlandırmış ve Asi tarihinin en dramatik bölümlerinden birini yaratarak bütün bir halkın hayatını kurtarmıştır.’
Griffth deiç savaşın sefalete mahkum ettiği bir Güneyli Albayın oğluydu ve filmin de, her şeyden önce kana susamış ’menhur Zenciler’i göstermeyi amaçlıyordu. Bütün Zenci rolleri, aşırı derecede makyajlı Beyaz aktörler tarafından oynanmak koşuluyla tabii!..
Film, sinema diline uyarlanan yapıtın ’ruh’una uygun olarak The Clonsmon adı altında Los Angeles’te gösterildi ilkin. Sonra da ad değiştirdi;çünkü Griffth’e göre ’Güney’in haklarını yeniden kazanması, Yeni Bir Ulus’un doğuşu demek’ti.
Yapıtın fikirsel örgüsünü oluşturan ırkçılık anlayışı, Liberal Amerikalıların, Kara-Sarı-KızılDerili İnsanları Geliştirme Ve İlerletme Derneği’nin, başta Harward olmak üzereçeşitli üniversite rektörlerinin ve The Nation ya da The New Stateman gibi gazetelerin şiddetli protestolarıyla karşılaştı. Film aleyhinde özellikle NewYork ve Chicago’da düzenlenen sokak gösterilerinde düpedüz yaralananlar oldu;hatta bir kaç kişi de hayatını yitirdi. Gene bu ırkçılık anlayışı dolayısıyla film Avrupa’da yasaklandı:Çünkü Birinci Dünya Savaşı’ndaydık;ve Müttefik ordularında Beyazlarla omuz omuza çarpışan binlerce Zenci vardı. Ancak 1921 yılında ve bir dizi kesintiden sonra Fransa’da gösterilmesine müsade edilen Bir Ulusun Doğuşu, Sovyetler Birliği’nde hiç gösterilmedi.
Dolaysıyla da yapıtın Avrupa sinema sanatının evrimi üzerindeki etkisi çok geç başladı, Sovyet sineması üzerinde de hemen hiç etkisi olmadı. Buna karşılık Bir Ulusun Doğuşu, Amerika Birleşik Devletleri’nde film sanatını olduğu kadar film endüstrisini de belirleyici şekilde etkiledi. Gerçekten de üç saate yakın süren ve 100 bin dolara çıkmış olan bu yapıt, tam 15 milyon dolar kazanç sağladı;tiyatrolarda koltuk başına 2 dolara gösterildiği için de yeni işletme koşullarının ortaya çıkmasına yol açtı:Örneğin salt uzun film gösteren sinema salonları bu tarihten itibaren yapılmaya başlandı. Filmin yol açtığı bir başka önemli sonuç da Holllywood’un doğuşu ve önce Amerikan sineması üzerinde egemenlik kurmaya başlayışı oldu.
Bir Ulusun Doğuşu’ndaki iğrenç ırkçılık propagandası bir yana bırakılırsa film eşsiz güzellikte sekanslarla doludur. İki ayrı aksiyonu yetkin bir kurgu anlayışı içinde paralel olarak sürdüren son bölüm, bu bakımdan örneksel bir değer taşır. Bu bölümde büyük yönetmen Griffith, o saçma sapan ırkçı duygularından da sıyrılmakta ve savaşın dehşetini bütün öbür baş yapıtlarında tanıklık ettiğimiz insanca bir heyecanla dile getirmektedir.
Film aleyhine düzenlenen gösteriler pek etkilemişti Griffith’i. Aslında bu büyük yönetmen , Güneylilere özgü ırkçılığın doğurduğu körce ön yargılarından kurtulabildiği anlamda gerçekten ilerici ve ilerletici yapıtları ortaya koymayı da başardı. Nitekim 1918 yılında çevirdiği filmde bir beyaz derili askerin bir kara derili askeri sevgiyle kucakladığını görürüz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.