- 713 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'minder'
‘Yolunda gitmeyen bir şey var. Musluklar, küvet, hatta sabunlar, lifler ve havlular bile küf tutuyor. Bu suyun değil, güneşin suçlu. Ama kızamıyorum. Kemiklerimin kırılıp, tek tek köpeklere verildiği rüya oluyor her gün. Yağmur isyankâr bir nem, kazan kaldırıyor her bir çamaşır. İç içe daha içsel davranan terli bir ten yankısından boşalan emeğin adı biraz özgürlüğe itilmeliydi diye düşünüyorum. Safi bir boşluk kanatlarından baharın spermlerini taşıyor toprağa. Para bitince, sevgi bitince, insan bitince insanın aklına Tanrı geliyor. Oysa gidemeyiz böyle. Dün de mutlu değildim. Böyle bir şey yok, yarın da bunun olacağına dair bir umut yok. Bugüne ait gerçek bir sünger! İnsan aydınlanmak için önce kıçını betondan korumalı.’
Işığı kapatmalı mı insan, yoksa önce biraz ışıkla beraber düşünüp, sonra mı ışığı kapatmalı? Bütün bildiğim saatlerin hep aynı eksende başlangıç noktasına geri dönmesi. Yıllar önce ilginç bir olaya rastlamıştım. Yakın bir dostumuzu kaybetmiştik. O dostun evi, o öldükten sonra dağıtılmıştı. O ara kimseler yokken anahtarı birinden alıp, arkadaşın biriyle bizde o eve uğramıştık. Maksadımız eşyalardan hangilerinin götürüldüğüne dair basit bir aile içi tutanak işiydi. Bize güvenmişlerdi. Elbette bir ölünün evinden pek çok şey götürülebilir. Buna hırsızlık denir mi bilmiyorum. Aşırmak? Hayır, bu çok aptalca! Artık kalmış ve kimsenin işine yaramayacak bir şeyi alıp götürmekte elbette beis bir durum yok ama ardında kalanların hatıra olur diyerekten saklayabileceği bir şeyler olabilir. En gereksiz görünen bir tuzluk olabilir. Sahi, bir tuzluğun nasıl bir anı yaşatıcı yanı olabilir ki? Yemekte ya da yemek yapılırken tabağın ya da tencerenin içine tuz döken tuzluğun da elbet göz yaşartıcı yanı olabilir. Belki de evlenmeden önce eşiyle beraber yemek yedikleri bir restorandan aşırdıkları ya da bir milyoncudan alınmış basit bir tuzluk parçası da olabilir ama bunların hiçbiri önemli değil. Önemli olabilen o tuzluğun ölen kişi varken kullanıyor oluşu. Evliliklerde böyle değil mi? Her ne kadar eşini sevmese de, boşanan bir kadın evliliğinden ona hatıra olan en ufak nesneyi, kiri, pasağı, sümüğü, boku, kanı; akla gelebilecek her türlü ilginç şeyi de saklayamaz mı? O kadar konuştuktan sonra rast geldiğim ilginç olayı unutuyordum az kalsın. O yakın dostumuzun öldüğü güne ait saati tam olarak kimse bilmiyordu. Evde ölü bulunması bir yana, duvardaki saat durmuş ve saat iki otuz beşi gösteriyordu. Ölüm haberi herkese ikindiye yakın geldiği düşünülürse, bir bahar vakti bu ölümün saatinin duvardaki durmuş saatin belirttiği saatle eş olması mümkün olabilirdi. Tabi bunu adli tıp uzmanları bile tam anlamıyla cevap veremeyecekleri için, böyle bir rastlantıyı bitmiş bir pilin yaptığı yaramazlık olarak düşünmek en mantıklısı olacaktı.
Minderin üzerinde otururken dünyanın en önemli meseleleri düşündüğümü bilirim. ‘Buna yaşamak denir mi? Belki başkası acı çekerken, acının çekildiği kadar bir değer varsa eğer bu acıyı paylaşmanın da mümkün olması gerekmez miydi?’ Yarın olunca değişecek bir şeyin olmadığını bilmek de elbette acı verici olabilir. En azından ölüm bunun bir yanlış algılama olduğunu ve sürprizlerin daima kapıda olduğunu bize hatırlatmaya çalışıyor. Bugün neler konuşacağım? Nasıl yürüyeceğim? Koşsam, yetişebileceğim bir şey olmadığı için koşmanın nasıl saçma bir eylem olduğunu mu düşünmeye başlayacağım? Muhtemelen. İnsan sessizliğe alıştıktan sonra belli bir desibelin üzerindeki seslerde yaşama zorluğu çekebiliyor. Sahi, bunun benim minderin üzerinde oturmamla hiçbir alakası da yok ama çorapları kokmayan birinin ara sıra rahatsız olduğu bir şeylerden bahsetmesi de gerekebilir. İhtiyarlığa vakit bulamadan bu dünyanın eşsiz güzelliklerini dudak büküp giden nice güzellerin ahı vardır şu minder üzerinde. Hâlbuki sıfır bir minder, basit, o kadar basit ki, üzerine dökülen suyu bile içine hapsedebiliyor. Buna rağmen lüks bir kanepenin yaptığı ayıba karşı bir özrü yok. İçinde misafir olan elyaf yastığın küflenmesini engelleyemeyen bir kanepe olmaz olsun! Bir daha onda kimsenin uyumasına izin vermeyeceğim. Bu kadar kızmama gerek yok aslında. Zaten kimse onun üzerin yatmıyor. Yalnızlıktan ne yapacağını bilemeyen bir kanepe o! Mecnun olmuş Leylasını arıyor küflü odalarda.
Hava buğusuyla dolu ve azot yağmurun bir içkisi bugünlerde! Bana birisi bardak uzatıyor. Bir bardak, uzun, ince ve silindir hatlara sahip. Aslında uzun değil. Gayet yeterli bir uzunluğa sahip! Her çeşit kadını tatmin edebilecek uzunluğa sahip bu bardağın silindir hatlarının optik bir karmaşa yaratmadan basit bir tasarım hediyesi olarak insanların kullanımına sunulduğu da ortada. Kendisine uyulan bir bardak olabilir o. Siyah bir derinin pigmentlerinden kurtuluşuna marş yazdığı modern savaşlar çağında bir Tanrı hediyesi. İçindeki acı bir şey olmasa da olur. Acı, sert ve düzgün… Yumuşak olunca da insanı çileden çıkarabilir. Yumuşak olmasının belki de darbelere karşı bir mukavemet özelliği kazandıracağı mümkün olabilir ama dışarıdan bakanlar onun karbon fiber olmadığının farkında. Fakat bir şey tırmalıyor göğsümden yukarı boynuma, oradan kaşındırarak beynime kadar. ‘Boşa harcıyorsun zamanı!’ ( Ani, şiddetli bir baş ağrısı soldan ve sağdan farklı zaman aralıklarıyla dışarı doğru bir ağrı oluşturuyor) Fırsat varken ışığı kapatmalıydım. Fırsat varken zengin olmanın modern bir yöntemini söyleyen birine karşı umutsuz yaklaşımımı andırıyor bu saniye. Her gün birileri bize bir şey söylemiyor. Aslından kimsenin kimseye hiçbir zaman ihtiyacı yok. Bunu madden söylemek mümkün olmayabilir ama kimsenin ruhu, aklındakiler ve duyguları kimseyi ilgilendirmiyor. Başkaları olmasa da olur, hatta başkası, başka bir insan, sen, o, siz, onlar kelimeleri fiş tablosundan çıkarılmalı. İnsanlar yardım çığlıkları atarken madem kimse duymuyor ve aslında yardım dileyen insanlığın her biriyse, zaman zaman insansız kalmanın da bir yöntemi ve iradesi olmalı. Çok geç olmadan bunu deneyebilmeli herkes. Ama kimin umurunda? İnsafsız bir alınyazısı da denebilir, iğrenç bir günah da buna sebep olmuş olabilir? Sahi, ilk günahı da bir ara birine yığarken kolaya kaçıyordu insan, kendisi üzerine de inşa edebilir bu güruhu. Kollarını açarak ‘iyilik, iyilik veriyoruz, koşun iyilik…’ demenin de faydası yok. Kuytularda kimsenin kötülükle işi de yok. Sorun bu değil, sorun kuytularda ne olup olmadığı da değil. Çok şeyin cevabını da bilmiyoruz. Bunu bilmediğimiz için hangi hüzne talibiz. Yaptığımız günah oysa cevabı bilmediğimiz her şey bizi mutlu etmeye yakınken, illa ki cevapların peşinden koşuyoruz. Zaten bir ömür var ve tükenen yer o cevapların peşi sıra gitmek!
O zaman konuşmayalım. Bir Aziz gibi dersek, o zaman başkaları başka düşüncelere de girebilir. Bir minder üzerinde otururken insan kendini elbette Aziz olarak düşünemeyebilir ya da bu düşüncenin gerçek olmasına başkaları karşı çıkabilir. Bir Aziz kapalı bir mekânda, melekler tarafından korunup, şeytanlar tarafından taşlanan bir mabette genç bir kızın ırzına da geçiyor olabilir. Marquis bu söylemleri iyi başarıyordu. Ona inanmak daha kolay, elbette var olanı anlatmayan pek çok pederin de bu suçta payı var. Yağ kokan bir kazağa sarılmış gül yüzlü bir kızın ırzına geçen rahibin söyleyecekleri arasında günahın kaç boyutlu olduğu var ilkin. Elbette sadistçe bir yorum da olabilir ve insanları bu sadistliğe süren insanın bir yazara ait olduğu da ileri sürülebilir. Çok basit bir iftira olur. Zaten ölü biri hakkında her şey söylenebilir ama bir insan gerçekleri anlatırken bir kavram, bir akım oluşturuyorsa, bu akımlı kavramın bütün günahını bir insana yüklemenin ahlak yönüyle nasıl geçerli yanı olabilir ki? İnsan, insan olmaktan çıkarsa her şeyi yapabilir. Bu yapabilme kabiliyeti, önce insan olduğu zamanda var olan zekâsıyla eş değerdir. Onurun kaybedilebildiği, bireysel bir reformun adından söz ederken aslında her ‘honor’ kaybı insanı sadist yapar. Sadistliği insanlar kırbaçla, göte sokulan kozalak parçalarıyla ya da bin bir türlü işkence yöntemleriyle bilse de, ruhu atlayan insan burada büyük bir yanılgıya düşüyor. Fakat ölü birinin günahını kimse de temizleyemez. Bu diğer yönden bütün günahı bir insana yıkamamak gibi de düşünebilir. Karşısındaki kişiye acı verip, ona eziyet ettikten sonra cinsel olarak haz alabilmenin çeşitli yollarını denerken Marquis’in aklından geçenleri düşünebilmenin bir yolu olmalı. Filozof olarak tanınan bir insanın sadist öyküler yazmasında garip karşılanabilir çok şey vardır. Bir insanın patolojik olarak hayatında farklı süreçlerden geçtiği dönemler olabilir ve bu dönemlerde özellikle kişilik bozukluğunun birbiri ardınca bir başka bedene iletilememe sorununun başlangıç kaynağı ruhta başlar. Cinsel olarak doyuma ulaşmanın mümkün olmadığı sadist ya da mazoşist biri, ruhsal olarak kendine acı çektirerek mi tatmin olmaya çalışıyordur? Belki de eşik noktası var olan basit bir cinsel ilişki temasının artık hissizliğe ait tarafları ürer. Bu üremenin doğurgan kalışlarda tek hücreli canlılar çıkarabilme kabiliyeti artar, ‘sefa’ safi bir ‘acı’ haline bürünür.
Minderin suçu, Sade’den bahsetmek; inciniyor, ona sadistçe davrandığımdan bahsediyor. Oysa yalnızca üzerinde oturuyorum. Yüzey olarak itici bir dikdörtgen kıvrımlara sahip bir minderin tiksindiği şey üzerinde olan benim kaportam mı? Paris’te ya da Lacoste kalesine ziyarete gitmiş birkaç turist arkadaş olabiliriz ve bu minderin orada işi olmayacak. Radikal, felsefi olarak özgür düşünceyi arzulayan bir kafanın yakmak istediği şey kağıt olamaz. Aslında koku, tat olarak kuru bir ağaç ya da kâğıt parçasının verdiği keyfi hiçbir plastik ve türevleri veremese de, yine de bozuk bilgisayarların yakılmasından yanayım. Pek çok bilgisayar hurdalıklarının geri dönüşüme katkısı olsa dahi, insan kâğıdı yakmamalı. Bunu birileri Marquis’in oğluna söylemeliydi ama bir insan babası Marquis de Sade ise, kim ona karışabilir ki? Aydınlanmanın kategorize edilebilir yanı, şöyle ki, insanlar nasıl kıçlarına göre kategorilere ayrılmıyorsa, aydınlanmanın da kategorize edilebilecek tek yanı, çağ olarak anlardan oluşturabilecek bir ayrılış olabilir. Buna zaman ayrımı denir ki, Tanrı cephesinden bakıldığında pek muteber olamaz. İnsan erdemini yatak ortasında yırtarken, toplum tüm bağdaştırıcı yanı itibariyle fahişeleri dahi feminist düşmanı yapabilir ve bunun sonucunda toplumun da aynen hükümetler gibi yanlış, savaş sebebi olduğu dile getirebilir. Yalın bir gerçek şu dur ki; insan bedenindeki büyük şeytan ilminin sanat olduğu pornografi de, aslında bir tür görsel sadistlikten başka bir şey değildir. İnsan bedeni itibariyle sadist olabildiği gibi, organlarına bölünerek de sadist olabilir. Her şey bir yana, bu ışık altında yakışıklı bir şey olarak kendimi görememenin melankolisiyle doluyum. Biliyor musun minder, herkes biriyle tanışmak ister. Hayır, öyle biri değil, nasıl desem, hayır demeyeceğim ama sen beni anlıyorsun, mutualizm karakterleriz biz, ben seni ısıtıyorum, sen beni. En zavallı bir yaratık da olsa, birbirimize öğreteceğimiz pek çok şey var. Zengin olabiliriz, evet, zengin, bilgi zengini. İnsan sahip olduğu nimetlerin önemini bilip, idrak ederse de bu da bir zenginliktir. Sen bile minder, benim kıymetimi anlayabilirsin mesela. Benim kokumu, terimi, tenimin hassas yanlarını art arda gösterişsiz olarak süzüp, yer yer okşayıp ve dolanarak da biliyorsun. Belki bana daha fazlasını katabilirsin.
Biz seninle birinci dogmanın sıfırıncı tarihinde, tek kardeşiz. Vahiyler etkileyici, gelenekler bıktırıcı, felsefe kafayı güzel yapar, heykeller özeldir, resim öznel bir hüzündür; şahsen vatansız ve atasız olmayı tercih ederdim. Bunu sen de isterdin değil mi? Güneş, ağaç ya da başka bir şey senin atan olamazdı. Kalay, amonyak, silikon, metilen klorür olabilir miydi? Bunları da kabul etme! Şahsen benim doğduğum gün dünyanın yaratıldığı gündür. Tekabül eden doğum günümü seviyorum. Bedenimi ve enfesimi toprağa dönüştüren şey, dünyanın sonu değil ama ben dünyanın başlangıcına ortak olabilmenin umudunu içimde hep saklamak istiyorum. Halimden memnunum. Acı çektiğim zaman bana başkalarının rahat olması bana nasıl olsa mutluluk vermiyorsa, benim hoşnutsuzluğumda kimseye zararlı değil. Benden önce olan şeyleri umursamıyorum diyemiyorum ama benden önce bir şey varsa, olması gerektiği için olmuştur. Ne öncesi, ne de sonrası; olması gereken yaşam işte burada. Kendi varoluş süremle çevrelenmiş hayatımda başka bir acıya sahip olmak akıl karı olamaz. Daha esnek ve formül olarak kendimi bireyciliğin içsel bencilliğinin kıyılarında buluyorum. Bunun adını ne koyarsalar koysunlar, ben senin üzerinde memnunum. Yumuşak, düz hatlarınla bu hoşnutluğu kaybedebileceğim bir saat değil bu. Toprağı düşünmüyorum. Hava içime dolup dolup boşalıyor. İstiridye yutan bir balığın hüznü garip bir balıkçı ağına yakalanmak olmalı.
İnsan, insandır, özgürdür, kardeştir, birey olmayı sever. Bu lafları eylemlerde daha klişe haline sokup bağırabilirler. Biraz seni havalandırayım, sevin haydi, sıkma kendini, balkona çıkacağız. Tek şekerli kahvesi bol acı bir şeyler içeceğim. Hayat dediğimiz şey bu işte. Takma kafana bunları, rahatını bozma sen. Akşam yine beraberiz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.