- 1870 Okunma
- 13 Yorum
- 1 Beğeni
Tarihin Yazıldığı Gün(Sözün Sonu)
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
9.Bölüm
İki aracın ancak sığabileceği dar ama oldukça düzgün asfalt yoldan, arka koltukta debeleşen çocuklarımın ve hemen yanı başımda oturmuş, bulduğu her fırsatı şoförlük konusunda nutuk atabilmek için değerlendiren eşimin şikayetlerine asla kulak asmadan, gözlerimin önünde uzanan muhteşem manzarayı seyretmekten müthiş bir keyif alarak, aheste aheste yürütüyorum otomobili. Biraz önce fırından aldığımız sıcacık lavaş ekmeğinin buğusu ön camı, nefis kokusu ise burunlarımızın direğini terletmiş durumda. Piknik yapacağız bahanesi ile eşim tarafından cebren sabah kahvaltısından mahrum bırakılmış midemizin gürültüsü, zamanın öğleye doğru yelken açtığı bu koordinatlarda, gerçekten motorun gürültüsü ile yarışa tutuşmuş vaziyette.
Sıcak ve rutubetli bir hava...İskenderun Körfezi’nin bu final noktasında, yaz mevsimi, olanca realitesi ile kendini hissettirmeye başlamış. Tüm camları açık olan aracın içine, yarıp geçtiğimiz hava akımının hoş serinliği yayılmakta. Kızlarımın popüler radyo istasyonundan süzülen hareketli bir pop müzik melodisine, dudaklarımızdan yükselen hafif mırıltılar eşlik etmekte. Küçük oğlum ise, ablalarına inat, günün meşhur bir Karadeniz oyununun güftesini haykırmakta avaz avaz. ’Arafil’li, Faroz’li,mahallenin Masti’si. Oynayalım uşaklar, Trabzon Kolbastisi.’ Aracın içinde bir curcunadır gidiyor.
Yolun her iki tarafında, bakımlı ve müthiş güzellikte narenciye bahçeleri uzanıyor. Koyu yeşil yapraklar ile hoş bir uyum sağlayan sarı mandalinaları henüz göremiyoruz dallarda; hem küçük, hem de yeşiller bu aralık. Sol yanımızdan, yolu takip eden bir su arkı mevcut. Oldukça yoğun ve yüksek kamışlarla yoldan ayrılıyor ark. İstisnasız, her bahçenin başlangıcında serpe serpe akan bir su çeşmesi ve ona gölge yapan yüksekçe meyve ağaçları dikkat çekiyor. Dut ve elma ilk sırada gelmekte bu meyvelerin içinde. Okaliptüs gibi meyve vermeyen, defne gibi hoş kokulu ağaçlara da rastlamak mümkün. Gelip geçen yolcular, bu ağaçların gölgelerinde dinlenmekte, akıp giden soğuk ve lezzetli suyla da hararetlerini dindirmekteler.
Araç ve insan trafiği seyrek bu sevimli yolun, ileriki kilometrelerde içinden geçtiği Adana’nın Ceyhan ilçesine bağlı Kurtkulağı köyünde yer alan ve restore edilerek müzeye dönüştürülen kervansaraylar, aslında tarihi İpek Yolu’nun bir parçası olduğunu anlatıyor bizlere. Ona duyduğumuz sempati bir kat daha artıyor böylece.
Çok zaman geçirmeden, Burnaz Deresine ulaşıyoruz. Tamamı sazlıklarla kaplı, temiz ve berrak akışı ile insanın ilgisini çeken güzel bir dere burası. Hemen yanı başında, yörede oldukça şöhrete sahip bir su gözesi bulunmakta. Aracımızı park ediyor, pet şişelerimizi doldurmak için kuyruğa giriyoruz. Dere ile yolun kesiştiği bölgeye kurulu olan ve işletmesini sitedeki komşu ailelerden birinin yaptığı balık çiftliğine uğruyor eşim, halini hatırını soruyor komşu hanımın. Taze balık ikram etme konusunda ısrarcı oluyorlar ama, çocukların tavuk ızgara yapma isteğini öne sürerek, nazikçe reddediyor bu teklifi.Teşekkür ediyor, yolumuza devam ediyoruz.
Yirmi metre kadar ileride, yolun soluna dikilmiş olan büyük levha, Burnaz Plajının istikametini gösteriyor bize ve ana yoldan ayrılarak işaretlenen yöne, Akdeniz’e doğru yöneliyoruz. Bahçeleri kamışlardan imal edilmiş çitlerle çevrili, tek katlı ve oldukça güzel görünümlü bir kaç çiftlik evini geçip, menzile ulaşmanın rehaveti içerisinde sesiz sakin akan dereyi takiple sahile, İskenderun Körfezi’nin küçük dalgalı, sığ ve sıcak denizine ulaşıyoruz.
Sık Okaliptüs ağaçları ile çevrili, güzel bir mesire yeri burası. Göz alabildiğine uzanan geniş kumsalların ve asla boğulma tehlikesi olmayan sığ denizin tadını çıkaran insanlar ile dolmuş taşmış her taraf. Küçük derenin kocaman Akdeniz ile kucaklaşması, gerçekten seyre doyum olmayacak harika bir tablo oluşturmuş. Küçük balıkçı ve gezi tekneleri, sığ sulardan adeta kayarak dere ağzına geliyor, hoş bir manevra ile dere sularına süzülüyor, kamışlarla çevrili küçük iskelelere tutunup, bir dahaki seyahate kadar dinlenmeye çekiliyorlar.
Çocuklar, her ne kadar memlekette, öfkesi ile meşhur Karadeniz’in o tehlikeli sahillerinde doğup büyümeseler de, damarlarında gezine kan gereği denize aşıklar.Heyecanla ayakkabılarını çıkarıyor,sıcak kumların tabanlarını kavurmasına aldırmadan, haykırışlar arasında sahilde oynaşan küçük dalgalarla kucaklaşmaya koşuyorlar. Eşim ve ben, alçak ve gölgesi bol bir ağaç yavrusu buluyor, doğanın ve manzaranın tadını çıkarmaya müsait bir pozisyonda serinine yerleşiyoruz.
Temiz havada, denizle sarmaş dolaş vaziyette, güzel manzaranın kucağında zaman çabuk ilerliyor. Yemek, deniz, kum derken, ailenin her bir bireyi oldukça yorgun düşüyor ve bir süre sonra herkes kendini bir serin köşenin huzurlu sessizliğine teslim ediyor; tam tarifi ile resmen mayışıyorlar. Hafiften hafiften uyku seanslarına başlamak üzere olanlar bile gözlemlenebiliyor.
Masaları kurmuşuz; yemekleri hazırlamışız; mangalı kıvama getirmiş, tavukları kızartarak ahalinin beğenisine ve damak zevkine sunmuşuz. Bütün bu çabalarımızın sonucunda da, birazcık yorgun düşmüşüz resmen. Şöyle sakin bir kenara portatif koltuğumu yerleştirmiş, büyük bir keyifle içine gömülmüş,okumaya fırsat bulamadığım günlük gazetemin spor sayfalarına tam balıklama dalmıştım ki; küçük kızımın muzip sesi yankılandı kulağımda;
-Baba, akşam hikayemiz yarım kalmıştı. Ne zaman devam edeceksin? Nusret’i gerçekten merak ettik biz.
Al başına belayı. Kem küm ediyorum, ufak tefek bahanelere sığınıyorum, bir yolunu bulup sıyrılayım durumdan diyorum ama, bizim canavarlar fırsat verir mi? Anında hepsi birden çullanıyor, doğal olarak da boyun eğmek, hikayeye kaldığımız yerden devam etmek bana düşüyor.
------------------
Kapalı, ama yağışsız bir gece. Gelibolu tepelerine hafiften bir pus çökmüş gibi. Oldukça sevimsiz, sıkıntılı, huzursuz bir zaman dilimi. Saat epeyce ilerlemiş, 8 Mart 1915 sabahına merhaba demeye hazırlanmakta gün. Çoktan beridir top gümbürtülerine aşina olan bu talihsiz coğrafya, bu gece tuhaf bir sakinliğin kucağında mışıl mışıl uyumakta. İtilaf donanmasının gözcü gemileri, dur durak dinlemeden devriye atmakta boğaza girişinde, en küçük harekete anında müdahale etmekteler. Türk tabyalarında ise, uykunun küçücük bir esintisinin dahi gözlerini yalayıp geçmesine izin vermeyen, her şeyi ile kendini vatanına teslim etmiş genç insanlar, pür dikkat boğazın karanlık sularını gözlemlemekteler. Bilhassa Anadolu Tabyalarının özel bir görevi vardı o gece. Nusret’i korumak...
Gecenin ilerleyen saatlerinde, Anadolu yakasına yakın bir rota takip ederek, boğaz girişine doğru süzülüp gitti Nusret. Almanya’nın Kiel şehrinde imal edilen ve 1913 yılında Osmanlı donanmasına katılan bu 365 tonluk, kırk mayın kapasiteli küçük mayın döşeme gemisi, iki yıllık ömrünün en önemli ve en tehlikeli görevini yüklenmişti belki de o gece. Zira, boğaza döşenmiş on sıra mayın hattının üzerinden geçilecek, boğaza girişinde karakol tutan düşman gemileri atlatılacak, verilen plan doğrultusunda ambarında bulunan 26 mayın, hem arama tarama, hem de uçakların far etmeyeceği bir şekilde boğaza dökülecek.
Gemideki 61 personel, önce birbirleri ile helalleştiler, sonra adeta nefeslerini tutarak göreve uygulamaya koyuldular. Derinliği 3,4 m olduğu için, genellikle 4,5m ye döşenen sabit mayınların üzerinden vukuatsız geçti Nusret. Bir serseri mayına denk gelmemek için, hepsi beraber Allah’a dua ettiler. Uzaklardan, karanlığın ürkütücü sakinliğindeki bataryalardan kendilerini izlemekte olan savaş arkadaşları da iştirak ettiler bu duaya. Uzun yıllardır savaştan savaşa koşmaktan yorgun düşen bir millet, çoluğu-çocuğu ile, genci-yaşlısı ile, kızı-kızanı ile dua etiler.
Karanlık Liman’a varıldı, istenilen bölgeye yanaştırdı gemiyi Yüzbaşı Hakkı Bey. Hafız Nazmi Bey’den talimatı alan Onbaşı Mehmet, ’Bismillah’ çekip, memleketi kokan, kara sevdası kokan, yavrusu kokan mayınları salıverdi suya. Kısa bir süre sonunda görev tamamlanmış, belki de tarihin akışını değiştirecek olan ve bin bir zahmetle Karadeniz kıyılarından toplanarak Çanakkale’ye ulaştırılan 26 mayın, boğazın serin ve karanlık sularındaki yerini almıştı.
Görevinden vukuatsız geri döndü Nusret. Tüm personeli birbirlerini kutladılar, ana karargahtaki kumandanlar da tebriklerini kabul ettiler. Gün ağarıp, etrafa aydınlık düştüğünde, sessizce Nara’ya yanaştılar; görevlerini başarıyla yapmanın getirdiği derin bir huzur atmosferinde istirahata çekildiler. İki gecedir uyumamanın getirdiği yorgunluk, her birinin gözlerinden akıyordu resmen. Mutlu bir şekilde yataklarına uzandılar, gönül rahatlığı ile uykuya daldılar. Gemi komutanı Yüzbaşı Tophaneli Hakkı Bey’in tekleyen kalbi, bu heyecanlı görevin yerine getirilmesi konusunda bir sorun çıkarmadı ama, maalesef altı ay kadar sonra ebediyen sustu.
Nusret’in operasyona çıktığı o geceden on gün sonra, takvimlerin 18 Mart 1915’i gösterdiği günün sabah saatlerinde, itilaf donanması saldırıya geçti. Bu geçen on gün zarfında, ne mayın tarama gemileri, ne de uçaklar, Nusret’in Karanlık Liman’a döşediği mayınları tespit edemediler. Bu büyük hatanı nedeni anlaşılamadı. Ya tahmin etmedikleri bir bölge idi, ya da üstün körü bir tarama yapmışlardı. Hatta, bu konuda görevli bir pilotun, gemi direğine asılarak idam edildiği bile rivayet edildi.
Kısa bir zaman zarfında, itilaf donanmasının üç büyük gemisi mayınlara çarparak battı, üçü de ağır yara aldı. Bataryalardaki topçularımızın amansız ve mucizevi muharebesi sonucunda, elini kolunu sallayarak İstanbul’a gideceğini zanneden düşman, hiç beklemediği, tarihlerine bir kara sayfa olarak yazılan müthiş bir yenilgi aldı. Çanakkale’yi geçemedi. Asla geçemeyeceğinin de farkına vardı.
Yılmadılar. Gururluydular zira. Ölüm döşeğindeki bir hasta adama mağlup olmanın derin acısı kaplamıştı yüreklerini. Ardından kara savaşları başladı, Gelibolu’ya saldırdılar. Bilmiyorlardı, orada da Mustafa Kemal adında bir inançlı komutan, ölüme hazır askerleri ile pusuya yatmış beklemekteydi. Dünyanın dört bir tarafından kuvvet getirdiler; insafsızca, vahşice saldırdılar, yine de başarılı olamadılar. Çanakkale, çökmekte olan Osmanlı’nın son parlayan yıldızı, son zafer madalyası oldu.
Pulathane’den başlayıp, Çanakkale’nin Karanlık Limanında nihayete erişen hikayem aslında bu noktada bitmişti ama, bir hüzün rüzgarının esintisine kapılmış, öyle mahzunca dinlemekte olan aile bireylerine son bir bilgiyi daha aktarmak geldi içimden. Belki bir bukle sevinç tohumu düşürürüm bu sayede gönüllerine diye düşündüm.
Bu olaydan bir yıl sonra, Kafkas cephesi çöktü ve savunma konusunda hiç bir destek alamayan Erzurum da fazla dayanamadı, düşmen kuvvetlerinin eline geçti. Rus kuvvetleri vakit geçirmedi, Erzurum’un hemen ardından Doğu Karadeniz sahillerini işgale başladılar. Yörenin dağlık bir coğrafyaya sahip olmasından dolayı, Doğu Anadolu’ya yayılan askerlerinin lojistik desteğini kara yolu ile yapamayacağını, en kolaya ve uygun yolun da Trabzon limanı olduğunu biliyordu zira.
Anadolu’nun Kuzey Doğusunu teşkil eden bu zahmetli bölgede, dört cephede savaşa girmemizin getirdiği realite sonucunda, doğal olarak çok az sayıda askerimiz mevcut. Var olanlar da, ne işgale direnecek güce, ne de donanıma sahipler. Devletten yardım alamayacağını anlayan halk, ister istemez başının çaresine bakma yoluna gitti, gönüllü direniş çeteleri kurdu. Küçük gruplar halindeki bu direniş çeteleri, doğup büyüdükleri bu vahşi coğrafyanın kendilerine tanıdığı imkanı iyi kullandılar. Aşılması zor dağlar ve vadilerden yararlandılar; ellerindeki iptidai silahlar ve az miktardaki cephane ile, düşmanın her bakımdan üstün güçlerine direndiler. Bu direniş işgali yavaşlattı, batıya, memleketin emniyetli bölgelerine hicret etmeye başlayan sivil halkın,(Ki bunların çoğu erkekleri cephelerde savaşta olan kadınlar, çocuklar ve yaşlılardı) en azından can güvenliğini sağladı.
Bu hicret olayı, başlı başına bir hikaye konusudur. Yöre insanların Muhacirlik diye isimlendirdikleri bu göçte, nice çileler çekilmiş, nice sefaletler yaşanmış, nice insanlar ölüp gitmiştir.Bu konuda, bu güne kadar ne doğru dürüst bir roman yazılmış, ne de bir film yapılmıştır.Oysa bu yörede, bir milat olarak anılır o göç olayı. Doğum tarihleri bile, muhacirlikten önce, muhacirlikten sonra şeklinde tarif edilir.
Hicret, iki yıl sürdü. Giresun’un Tirebolu ilçesi doğusundaki Harşit Çayına kadar geldi Rus ordusu. Çokça girişimlerde bulunsa da, yöre çetecilerinin ve askerlerimizin orada kurdukları savunma hattını aşamadı. Ancak, asıl sürpriz 1917 sonlarında yaşandı. Çanakkale’yi geçemeyen itilaf devletleri, ekonomik ve askeri yönden epeyce müşkül durumda olan Rusya’ya yardım edemediler. Bu durum, ihtilal için fırsat kollayan Bolşeviklerin işine yaradı, Komünist ihtilal gerçekleşti, çar ve ailesi öldürüldü. Kısa bir süre sonra da, batının Kapitalist devletlerinin yanında yer almayacağını bildiren yeni yönetim, Çar’ın sıcak denizlere inme hayali ile omuz verdiği savaştan çekildi.3 Mart 1918 tarihinde, Osmanlılar ile Brest Litowsk anlaşması yaptılar, 93 harbinde işgal ettikleri Batum, Kars ve Ardahan’ı geri verdiler.
Sonuç olarak, 1918 Nisanından itibaren işgal ettikleri bölgelerden çekildi Ruslar. Muhacirliğe çıkan halktan sağ kalanlar, iki yıllık bir sürgün döneminin ardından vatanlarına geri döndüler. Hiç kimse bu mucize geri dönüşün, Asiye gelinin Pulathane sahillerinden toplayıp Çanakkale’ye gönderdiği, orada da eşi Onbaşı Mehmet tarafından Karanlık Limana dökülen mayınlar sayesinde hayat bulduğunu öğrenemedi.
Hikayeyi noktalamamın zamanı gelmiş, söylenecek cümlelerim tükenmişti. İyice içine gömüldüğüm portatif koltuğumdan tam doğruluyordum ki; öyle dalgın dalgın ağzımın içine bakan oğlum atıldı hemen merakla;
-Peki baba, Tarsus’ta ne arıyor öyleyse Nusret? Neden Çanakkale’de değil?
-Hımm!... Önemli ve yerinde bir soru. Nusret’in kıymetini ve o gece yaptığı işin büyüklüğünü, o günlerde biz fark edemedik maalesef. Savaştan yıllar sonra, Çanakkale savaşında İngiliz Deniz Bakanı olan Churchill’in, bir Fıransız degisine 1930’lu yıllarda verdiği demeç sayesinde gündeme ve aklımıza düştü Nusret. O mesaj şuydu; ’Birinci Dünya Harbinde bu kadar insanın ölmesine, harbin ağır masraflara mal olmasına, denizlerde 5000 tane ticaret ve harp gemisinin batmasına başlıca sebep, Türkler tarafından Çanakkale’nin karanlık sularına atılan ve incecik bir çelik halat üzerinde sallanan 26 adet mayındır.’’
1955 yılında emekliye ayrıldı Nusret. Gölcük Tersanesine getirildi ve müze olması istendi. Hangi fikirler ve hangi güçler engel oldu bilinmez, bu güzel düşünce gerçekleşemedi; üstüne üstük 1962 yılında sivillere satıldı. Kaptan Nusret adı altında, 1990 yılına, Mersin limanında batıncaya kadar kuru yük gemisi olarak çalıştı. 1999 senesinde, bir grup gönüllü tarafından tekrar su yüzeyine çıkarıldı. Limanın bir köşesinde Yavuz ve Midilli gibi jilet olmayı beklerken, Tarsus Belediyesi’nin tarihimize duyarlı insanları tarafından fark edildi ve satın alınarak Tarsus’a getirildi. Aslına uygun olarak restore edildikten sonra, şimdiki Çanakkale Parkına yerleştirildi. Daha sonraki yıllarda, tersanelerimizde bir kopyası inşa edildi Nusret’in ve ait olduğu yere, Çanakkale’ye gönderildi.
Hikaye sona ermiş, tüm sorulacak sorular sorulmuş, verilecek cevaplar verilmişti. Güneş, yavaş yavaş Amanos dağlarının çam, gürgen, sedir, ladin ve ardıç kaplı sık ormanlıklarının nihayet bulduğu ve kel bir insan başını andıran ’Keldaz’ doruğuna doğru süzülmeye başlamış; iyice zayıflayan ışıkları, bulunduğumuz coğrafyanın zaten güzel olan tablosunu, enteresan gölge oyunları ile bir kat daha ilgi çekici hale getirmişti. Nereden, hangi yönden çıkıp geldiğini anlayamadığımız hafif ve ılık bir rüzgar, tatlı tatlı tenimizi okşamaya başlamış, üzerimize hoş bir rehavet çökmesine neden olmuştu.
Yerimden kalktım, bir kaç yudum su ile kuruyan boğazımı ıslattıktan sonra, yarenlik ettiğimiz küçük ağacın büyüyen gölgesine serili olan piknik kiliminin üzerine uzandım. Gözlerimi kapadım; bu güzel memleketi, bu huzurlu ortamı, bu kıymetli vatanı bizlere kanları, canları pahasına da olsa armağan bırakan atalarımın ruhlarına bir kez daha dualar mırıldandım. Vücudumun her zerresini kaplayan inanılmaz bir hazzın kucağında, böyle muhteşem bir coğrafyaya sahip olmanın gururu içinde, akşam karanlığı çökene, eşimin zoraki uyandırışına kadar uzanacak hoş bir uykuya daldım. (Bitti.)
Bir tutam hayat-28.03.2015-Trabzon
YORUMLAR
Çanakkale deniz muharebelerini yaşamış ve görmüş gibi oldum. Yazarı, bu canlı anlatımı, dünle bugünü aynı öyküde buluşturabilmesinden dolayı kutluyorum. Bu savaşlarda bunca yararını gördüğümüz Nusret Mayın Gemisini keşke Çanakkale kıyılarında bir yerlere demirleyebilseydik, gelecek nesillere örnek olacak şekilde açık hava müzesinin en önemli unsurlarından birisi hâline getirebilseydik... Bu güzel öykü vesilesiyle bütün şehit ve gazilerimizi rahmet ve minnetle yad ediyorum.
Bir tutam hayat
çok şaşırmış ve en az o kadar da sevinmiştik Nusret mayın Gemisine Tarsus'ta rast gelince.
Bu aralar ilgi odağımız olan ilçe tarihimizdeki bazı acı olaylarla bir araya getirince bu hikaye ortaya çıktı.
O tarihte, mayın imal etme imkanımız yoktu. İzmir'de batan bir Fransız mayın gemisinden, Rusların Karadeniz sahillerine döktüğü mayınlardan, biraz da Almanya'dan getirtilen mayınlardan oluşturuldu mayın cephesi Çanakkale'de.
En azından,
unuttuğumuz bazı değerleri hatırlatma babından işe yarar diye düşünüyorum hikaye.
Deniz savaşlarını kim yaptı, kim zafer kazandı gibi mesela.
Güzel yorumunuza teşekkür ediyorum.
Çok sağ olun efendim.
Hem Sözün Sonu olmuş hem bu güzel yazının Özü..
Ömrünüze Bereket.
Selamlar Trabzon'a.....
Bir tutam hayat
Yüzüncü yılında Çanakkale Zaferine,
kendi üslubumuzca değinmeye çalıştık bir bukle.
Unutulmuş bazı güzellikleri gündeme taşıyabilmiş isek,
ne mutlu bizlere.
Teşekkür ediyorum hiç eksik etmediğiniz desteğinize.
Asiye Gelin en az Nene Hatun kadar cesur,Onbaşı Mehmet,Sütçü İmam gibi mert..Tarihimiz
bu gibi isimsiz kahramanlarla dolu değil mi?Bu iki değeri bizlere tanıttığınız için teşekkürler..Selam
olsun Karadenizin yiğit insanına..
İnanıyorum ki yöresel bu kahramanlar,üzeri örtülü tarihimizi aydınlatmada ışık olacaklardır..
Bir tutam hayat
üzücü bir durum bu.
Tarihimizden resmen haberimiz yok.
Yani,
yüz yıl önce,
yaşadığımız bu topraklarda 40 küsür insan ölmüş mayın toplayıp, düşmana karşı koymak için.
Çoluk çocuk, kız kızan, yaşlı insanlar ölmüşler.
İnanın kimselerin haberi bile yok.
Bir iki tarih seven insan çıkıyor da,
bir kaç kelime ediyor bu konuda;
bir kaç insanın aklına düşürüyor olayı.
Çok duyarsızız, çok.
Nusret'i biliriz genelde.
Ne kadar biliriz ama?
Kaptanı kimdir, komutanı kimdir?
O deniz savaşlarını kimler yönetmiştir?
Zaferi kimler getirmiştir milletimize?
Bilmeyiz... Ya da üstün körü biliriz...
Ne demeli?
Umarım gelecek günler,
daha güzel şeyler taşır hayatımıza.
İsimsiz kahramanlarımızı, isimli kılar zaman inşallah.
Teşekkür ediyorum güzel yorumunuza.
Yol tasviriniz mükemmeldi. Aslında ben uzun tasvirleri sevmem fakat sizin hikayenizde sıcak bir yaz havası vardı. İkinci bölüm ise bana göre ders kitaplarına girecek derecedeydi. Dolayısıyla ikinci bölümü daha çok beğendim.
Bu arada benden uzun yazı ekleyene pek rastlamamıştım sitede; sizi gördüğüm iyi oldu :)
Tebrik ederim. Saygılarımla.
Bir tutam hayat
Dikkate alacağız bu uyarınızı. Tasvirleri kısa tutmaya çalışacağız sonraki yazılarımızda. En azından, hikayenin arasına dağıtma çabasında olacağız.
Bu hikaye nedeni ile ilçe kütüphanesine gitmiştim geçen gün.
Orada ilçemizin yetiştirdiği bir yazar arkadaşın küçük bir hikaye kitabına rastladım.
Karadeniz üzerine yazılmış çok fazla hikaye yoktur düşüncesinde olmuşumdur ben her zaman.
İnceledim biraz,
söz konusu bu boşluğu dolduracak güzellikteydi hikayeleri.
Ancak,
dikkatimi bir şey çekti;
sizin değindiğiniz bu tasvir olayı.
Aslında müthiş güzellikte olmalarına rağmen, o kadar uzun tutulmuş ki, gerçekten insanın dikkatini dağıtıyor, ana konudan uzaklaştırıyor.
Keşke,
bu uyarınızı ona da yapabilseydiniz.
Müthiş güzel eserler kaleme alırdı diye düşünmekteyim.
Tarihi hikaye yazmayı seviyorum.
Bu sayede ben de bir şeyler öğreniyorum sözün doğrusu.
Tarih sevgimi de tatmin etmiş oluyorum.
Uzun yazı meselesine gelince;
Burada bir anormallik var gerçekten.
Hem sizde, hem bende.
Normalde Karadeniz insanı, sözü uzatmayı sevmez,
söyleyeceğini bir çırpıda, en kısa yoldan,(Bodoslama diyoruz hani)
öyle paldır küldür söyler.
Fıkralarımız da kısacık değil midir zaten?
Ama,
iş bu yazı olayına geldi mi,
nedendir bilinmez,
kopamıyor parmaklarımız bir türlü klavyeden.
Hayırlısı diyelim.
Güzel yorumunuza çok teşekkür ediyorum efendim.
Sağ olun.
Aynur Engindeniz
Okul yıllarımda, her 18 Martta, tören düzenlenir ve her yıl hemen hemen aynı cümlelerle günün anlam ve önemi anlatılırdı. Burada Nusret mayın gemisinden, Kaptanı Yüzbaşı Tophaneli Hakkı bey'den övgü ile bahsedilirdi. Ancak döşenen mayınların o bölgeye nereden ve nasıl geldiği konusunda herhangi bir bilgi verildiğini hatırlamıyorum.
15 Nisan 1912'de ilk seferinde batan Titanik hakkındaki bilgilerimiz; "İlk seferinde battı ve 1500'den fazla insan öldü" şeklinde iken, içine büyük bir aşk hikayesi monte edilmiş bir sinema filmi sayesinde 100 yıl sonra tekrar gündemimize geldi ve konu hakkında birçok yeni bilgi edinmemize vesile oldu.
Sizin de belirttiğiniz üzere, büyük kahramanlık hikayelerinin yaşandığı yakın tarihimiz hakkında yeteri kadar film yok. Eskiden kurtuluş savaşımız ile ilgili tek film hatırlıyorum: "Şimal Yıldızı". Son dönemde bu konuda bir takım çalışmalar yapılıyor ancak onlar da gişe hasılatına kurban gidiyor. Zira bu tip filmleri izleyebilmek, biraz birikim gerektiriyor. Fakat sizin yaptığınız gibi, içine mayınlar toplanırken şehit olan eşinden habersiz, o mayınları yerleştiren onbaşının ironik ve harika aşk hikayesi konulup anlatılırsa eminim çok daha fazla ilgi çekecektir.
İlgiyle ve keyifle takip ettim. Sağolun, Varolun...
Bir tutam hayat
İlgi ile okuduk efendim.
Önemli bir konuya parmak basmışsınız.
Çocuklarıma, tarih sevgisini aşılamaya çalışıyorum.
Bu hikayeleri kaleme almadan önce,
oldukça detaylı araştırmalar yapıyorum ve doğal olarak evde gündeme geliyor bazı ilginç konular, ailece aramızda tartışıyoruz.
Bu mayın patlaması olayı mesela;
Oturduğum eve 2-3 km mesafede. Hatta orada bir şehit mezarı dahi var.
Çocuklarım, asla merak etmiyorlar, gidip bakmıyorlar.
Köyde,
bir kaya var deniz üzerinde.
Hemidiye ismi.
Köydeki yaşlı genç tüm insanlara soruyorum,
bir Allah'ın kulu bilmiyor adının nereden geldiğini.
Ben de inadına, kahraman bir savaş gemimizin adı olduğunu söylemiyorum.
Arayın bulun diyor, her birini merakta bırakıyorum.
Sözün özü,
çocuklarıma bile okutamıyorum bu tarihi hikayeleri.
ne yapmalı bilemiyorum artık.
Bu gün ilçede, halk kütüphanesinin önünde, kütüphane haftasını kutladık.
Kaymakam, bazı daire başkanları, 15-20 öğrenci, iki öğretmen ve kütüphane görevlileri vardı sadece kutlamada.
Ha!...
Halkı temsilen de bir tek ben vardım.
Vaziyeti siz düşünün artık.
Lafa daldık, çektik uzattık yine konuyu.
Umarım ve dilerim, güzel hikayeler yazılır da,
bizden sonraki nesil, tarihlerini bizden iyi öğrenirler.
Güzel yorumunuza çok teşekkür ederim efendim.
sağ olun.
VarolT
Çocuklarımızın okul dönemlerinde teknoloji hayal edemediğimiz kadar gelişmişti. Fakat bu durum, maalesef bilgi kirliliğini de beraberinde getirdi. Çocuklar dönem ödevlerini internetten çıktı alıp, okumadan zımbalayıp teslim eder oldular. Ben buna asla müsaade etmedim. Evet bilgiyi internetten alabilirsiniz ama bunu kendi el yazınızla kağıda geçireceksiniz ve ben tamam demeden öğretmeninize teslim etmeyeceksiniz diye baskı yapardım. Onların, ama baba öğretmen bu şekilde istiyor kurnazlıklarına da; peki o zaman öğretmeninize bu şekilde teslim edersiniz ama benim için de bu şekilde hazırlamanızı istiyorum derdim. Hazırladıkları ödevleri alıp, kontrol eder ve onlara anlattırırdım. O zamanlar bana kızarlardı ama şimdi ne kadar doğru yaptığım konusunda hakkımı teslim ediyorlar. Türkçeyi güzel kullanmaları konusunda çok baskı yaptım. Bir insan anadiline hakim değilse başka dilleri konuşmasının anlamı olmadığını anlattım onlara. Bu sefer Facebook'ta yazışırken arkadaşlarının; "Zeki Müren gibi konuşuyorsun" şeklinde dalga geçtiklerinden şikayet ettiler. Fakat bu gün hangi ortama girerlerse girsinler, kendilerini gerek sözle, gerekse yazılı olarak çok güzel ifade ediyorlar.
Kusura bakmayın, biraz sohbet havasında oldu ama aklıma gelenleri yazmadan edemedim. TV'de "Aşk-ı Memnu" dizisinin yayınlandığı sıralarda bir kitapçıda yeni yetme kızlar arasında şöyle bir konuşma geçer: "Aaaa kız bak, aşk-ı memnu'nun kitabı çıkmış" Ne diyelim. Belki tüm gençlik için yapabileceğimiz fazla bir şey yok ama, kendi çocuklarımızı yetiştirerek denize bir yıldız daha kazandırmış olabiliriz belki.
Saygılarımla efendim.
Önce aklımız ,sonra hayal dünyamızı yazan geçmiş, toprak üzerinde kendini kan ile yazan tarihi yavaş yavaş,hece hece okumaya kalkan rüzgar,bazen sersem bir hal,bazen yaslı ve ince bir ses tonuyla kulaklarımıza fısıldamaya başlar...
Zamanı ölçmeye kalktığımızda ne kadarını ölçebilir,ne kadarını ölçüsüz alabiliriz? Ne kadarını tamam,ne kadarını eksik bulabiliriz ? Tarihi her gün akan bir nehir gibi izlemeye kalktığımızda ,sadece izlemekten ve onu anlatmaktan başka ne yapabiliriz ki;?;
Oysa büyük savaşlar dünün,bugünün anısı,yarında bugünün düşlerini oluşturmaya kalktığında en büyük dayanağımız tarihimiz değil mi?
Bir zamanlar ocaklarında eşlerini,çocuklarını,mal ve mülklerini bırakan insanlar,kentlerin önünde namus ve şereflerine siper olmak için özgürlük abidesi diken bedenler,yüzlerini tanrıya çevirdiklerinde ,sadece vatan ve emanet aldıkları toprakların her zerresini kanlarıyla sulayarak ''Allah Allah '' naralarını bütün cihana duyurdular. Ve bunlara şahit olan topraklar.dağlar,taşlar bu sırrı açık etmesi için rüzgara bulaştılar. İşte o rüzgarın getirdiği sır,şimdi sizin ,bizim ve gelecek nesillerin kulağında...
Oysa şimdi gerçekten bizim,sizin ve onların dediği özgürlük zincirlerinden birisi olan Nusret Mayın Gemisi o savaşın en sağlam zincirlerinden birisi değil mi?
Şimdi yenilen onlar,alınlarına yazılmış olan bu yenilgiyi ne tarih kitaplarını ateşe atmakla,hatta ne de okyanusun bütün suyuyla yargıçlarını,tarihçilerinin akıl ve alınlarını yıkamakla silip asla temizleyemeyecekler....
Tarih bir kez yazılır ve son kez kayıt edilir...Gelecek nesiller o tarihin metinleri ve düşleri olacaktır.
''Tarihten Türkler Çıkarılınca, Geriye hiç Bir Şey Kalmaz ''
Güzel yazınız,güzel betimleme ve öyküleme ile zirve yaptı. Gerçekten Teşekkürler...
Saygılar,Sevgiler
Bir tutam hayat
hiç bir ilave yapmaya imkan vermeden,
anlatılmak istenilenin her bir katresini,
tas tamam dile getirmiştir.
Hatta ve hatta,
hissedip de,
söze, yazıya çevirmeyi başaramadığımız duygularımızı resmetmiştir.
Ne demeli?
İyi ki varsınız.
Ve,
neden bu türlü hikayeler kaleme almaz,
bizi diyardan diyara,
zamandan zamana göç ettirmezsiniz?
Hiç eksik etmediğiniz desteğiniz,
her zaman yüreklendirici cümleleriniz,
yol gösteren yorumlarınız için çok teşekkür ediyoruz.
Sağ olun, var olun.
Hikaye icinde hikaye, sıkmadan bir belgesel niteliginde.
Tebrikler BTH.
Selamlar
Bir tutam hayat
gerçekten tadı kaçıyor yazının ama,
makul bir sınırı aştığında da,
çok hoş gözükmüyor maalesef defterde hikayeler.
Ne yapalım, ancak bu kadar becerebiliyor,
ancak bu çerçevede derdimizi anlatabiliyoruz.
Hoş görünüz, sabrınız ve güzel yorumlarınız için teşekkür ediyorum efendim.
Güzel anlatımınızla, duygu yoğunluğu yaşatan öykünüz için çok teşekkürler
Tarihin, akışının değişmesinde önemli payı olan ''nusret mayın gemisine gereken önemi veren onu genç nesillerin bilinç düzeyine taşıyan yetkililere ve emeği geçen hekese teşekkürler.
Tabi ki, sizinde kaleminize ve emeğinize sağlık
Saygı sevgilerimle
Bir tutam hayat
biraz yetim büyütülüyoruz gibi geliyor bana.
Öğrenmemiz gereken o kadar çok şey,
tanımamız gereken o kadar önemli şahsiyetler var ki aslında.
Çok basit ve yüzeysel bilgilerle oyalıyor bizi tarihe yön verenler;
siyasi ve ideolojik bazı saçma sapan hesaplar yüzünden,
tarih adı altında,
sadece bir ''izm'' in propagandasını yapıyorlar aslında.
Çocuk yaşlarımızda çok farkında olamıyoruz bu durumun.
Ama şimdi,
o güzel günlerime çok yanıyorum.
O çağlarda öğrenmem gereken gerçekleri,
bilmem kaç yaşından sonra, kavga döğüşle öğrenebiliyoruz maalesef.
Bu çağda bile,
hala saçma sapan kanunlar,
insanımızın başında Demokles'in kılıcı gibi sallanıp durmakta.
Yazacak, anlatacak çok şey var aslında.
Yavuz ve Midilli'yi kim jilet olmaya göndermiş mesela?
Nusret'i kim satmış?
Tarihimizin bir kısmını, hem kitaplardan, hem de düşüncelerden kimler silmeye çabalamış?
Sorulacak çok soru var.
Bir gün,
biz değilsek bile,
inşallah çocuklarımız,
tarihimizin karanlık sayfalarında unutulmaya mahkum kılınan tüm kahraman ecdadımızı öğrenme, tanıma fırsatı yakalarlar.
Bu hikayemizle,
Nusret'i ve onun kahraman personelinin en azından bir kısmını hatırlatmaya vesile olabilmiş isek, ne mutlu bize.
Bir de,
18 Mart 1915 deniz savaşını kazanan gerçek komutanları...
Hiç eksiltmediğiniz desteğiniz için, gönülden teşekkür ediyorum dostum.
Sağ ol.
Bir tutam hayat
Bu günlerde,
kara harekatı için hazırlık yapmaktaydı düşman.
Ve,
Mustafa Kemal,
tarih yazmak için onları beklemekteydi Gelibolu'da.
Eğer,
bu küçük hikaye ile onların ruhlarını şad edebilmişsek ne mutlu bize.
Çok sağ olun efendim güzel yorumlarınız için.
Biz Kara denizde olanları bilmiyoruz ,ancak ebelerimiz,dedelerimizin anlattığı hikayeleri dinledik.Pek tarihimizi anlatan ne bir filim ne de bir eser yok(bir kaç taneyi saymazsak )Japonlar batıya gidecek gençlerini atom bombası atılan şehirlerine son gezisini yaptırarak memleketlerini unutmamalarını,o aşkla okumalarını istemelerinin altında yatanı bilmek gerek ..
Tebrik ederim saygılarımla.
Bir tutam hayat
Tarih sevgisi konusunda nesil olarak bazı problem yaşadığımız kesin.
Suç kimde?
Tabi ki bizleri yetiştiren ebeveynlerimiz, öğretmenlerimizde.
Köyümüzde, denizin içerisinde büyükçe bir kaya var. Hemidiye adını vermiş ona köylü.(Hikayede de geçiyor.) Köyün tüm çocukları orada yüzme öğrenir.
Önemli bir detay yani köy için.
Soruyorum,
gencinden yaşlısına bir Allah'ın kulu bilmiyor adının nereden geldiğini.
Hiç merak etmemişler, hiç sormamışlar, hiç öğrenmemişler.
Ne zaman köye yolum düşse,
her gördüğüme bu soruyu soruyorum.
Müthiş bir mahcubiyet içindeler.
Bilhassa da yaşlılar.
Yöre tarihi ile ilgili bir şeyler soruyorum anama-babama.
O kadar kısıtlı ki bilgileri, gerçekten hayret ediyorum.
Ah şu töreler, gelenekler...
Çocuklar, bırakınız soru sormayı, aynı odada oturamazlarmış bile.
1916 Nisanında başlayan ve 1918 Şubatında biten bir muhacirlik olayı var mesela.
Onların anneleri ve babaları yaşamış o günleri.
Çocuklarına nerede ise hiç bir şey aktarmamışlar.
Sözün özü,
Japonlardan öğreneceğimiz çok şey var.
Umarım bizim çocuklarımız daha çok ilgi duyarlar tarihlerine.
Ve umarım,
onlara öğünebilecekleri bir tarih bırakmayı başarabiliriz.
Güzel yorumlarınıza çok teşekkür ediyorum efendim.
muhteşemsiniz
yine yaşattınız o günleri ne denir geçmişi çabuk unutan bir milletiz
ne araştırır ne sorarız oysa ki bu yazdıklarınız unutulacak gibi değiller
döne döne okudum sizinle bende yaşadım o günleri ve
gezdim yollarda ki güzellikleri gördüm doyumsuz manzaralar seyrettim
gönlünüze sağlık kaleminize kuvvet
saygılarımla iyi uykular diliyorum
yeni yazılarda buluşmak ümidiyle
hoşça kalın
Bir tutam hayat
19 Şubat'ta, Çanakkale'ye ilk saldırının yapıldığı tarihim 100. yıl dönümünde başladığımız hikayemizi,
biraz zahmetlice de olsa, kırk gün zarfında bitirmeyi başarabildik sonunda.
Bu güzel defterde,
uzun yazıları, tefrika ile yayınlanan hikayeleri pek okumuyor edebiyat severler.
Bu nedenle,
biraz sıkıntılı oldu kaleme almak.
Ancak,
zengin tarihimiz de öyle kısacık cümlelerle aktarılamıyor gerçekten.
Yazacak, söyleyecek, aktarılacak o kadar çok detay var ki.
İtiraf etmeliyiz ki,
dağarcığımızda biriktirdiğimiz bir çok sahneyi atladık bu hikayede.
Sonuçta,
yüz yıl sonra,
bu vatan için gözlerini kırpmadan ölüme giden atalarımızı anabilmiş isek, ne mutlu bize diyoruz.
Bizleri,
bu uzun hikaye boyunca asla yalnız bırakmadınız,
hep gönülden destek oldunuz.
Yüreklendirici cümlelerle hep ilerilere doğru yönlendirdiniz.
Çok sağ olun, var olun efendim.