- 2358 Okunma
- 6 Yorum
- 1 Beğeni
DEDEM İLE SON KONUŞMAMIZ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
DEDEM İLE SON KONUŞMAMIZ
Soğuk ve karanlık kış günleri yerini yeniden uyanan bahara bırakıyordu. Mart ayının ortasından itibaren gökyüzü masmavi olur, toprakta da uyanış başlar. Sıcakların etkisiyle topraktan bazen mis gibi bir koku etrafa yayılıp, insanın ruhunda bir rahatlık, damarlarında kanı daha hızlı akmasını sağlar.
Köyümüzün bazı mevkilerindeki toprağı kırmızı renktedir. Biz bu kırmızı renge kızıl deriz. Badem ağaçlarının beyaz çiçekleri, yemyeşil çim ve çimenler, kızıl toprak ve masmavi bir gökyüzü, pırıl pırıl renkler insanı heyecanlandırır. İşte böyle bir görüntüye sahip olan “Çay” denen mevkiden köyü seyretmeye bayılırım. Kızıl toprak üzerine örtülmüş yeşil çimen bir halı üzerine badem çiçeklerinden bembeyaz bir gelinlik giymiş bir Türkmen kızı yan uzanmış, üzerine de masmavi gökyüzünü örtmüş gibi bir tabloyu andırırdı.
Bu günlerde izlemekten zevk aldığım bu manzarayı tekrar seyredip, o mutluluğu yaşamak için kuşluk vakti Çay denen yere gittim. Sarı Armut’a giden yol ayrımına geldiğüm vakit, sağa sapan yolun kenarındaki büüyük bir taşın üzerine oturmayı düşündüm. Birden köyümde söylenen “Yazın taşa, kışın taşa oturma” atasözü aklıma geldi. Yanımda getirdiğim küçük minderi taşın üzerine koydum. Nerede ise bir sandalye gibi olan taşın üzerine oturunca; karşımda Şalvan Dağı, heybetiyle sanki beni selamlıyordu. Şalvan Dağı’nın üzerinde bir kaç küme pamuk yığını gibi bulutlar, gökyüzünün maviliğine adeta kuvvet katıyorlardı. Gözlerimle, Şalvan Dağı’nın zirvesinden Büyük Menderes’in Mollaomar ve Seydiyeri kanyonlarına kadar gezindim. Yüksekçe tepe veya yer anlamına gelen Çalca’ya ulaştım. Çalca’nın eteklerinden itibaren ağaçlar, çalılar bölümü köyümüze kadar sürüyordu. Uçuk renkli yeşillikler, köy çevresinde sakin bir deniz gibi dalgalanıyordu. Bir nevi sıcak bir kuşak gibi onu sarıp sarmalıyordu.
Çayırlığın Çal – Denizli yolundan itibaren köyümüze bir doğal sur vazifesi gören Avlualtı ve Sırapoyamlar, gün görmüş badem ağaçlarının arasında kıvrıla kıvrıla giden bir patikaya eşlik ediyordu. İlkokul yıllarımızda badem ağaçlarının donup kalmış gözyaşlarını andıran poyambuzu toplayıp; onlardan doğal olarak tutkal yapardık. Yırtılan kitap ve defterlerimizin yapraklarını bu tutkal, ya da zamkla yapıştırırdık. Bazı pencerelerin kırılan veya dökülen cam parçalarının yerlerini bu zamlarla, gazete parçası yapıştırırdık. Sarımtrak bir görüntüsü olan bu yapıştırıcının; diğer kimyasal tutkallar gibi vücudumuza ve çevremize hiç bir yan etkisi yoktu.
Nadasa bırakılmış tarlaların toprağı koyu kırmızıydı. Çimen yeşilleri, sarı ve beyaz papatyalar, kazan karaları, gelincikler, yemlek, yeşil afyon, kuzukulağı, tekesakalı, ayrık otları henüz yeni yeni filiz sürüyorlardı. Bağlar budanıyordu. Dallarda tomurcuklar çoktan çiçeklenmek için kabuklarını çatlatmışlardı ve bembeyaz badem çiçekleriyle, pembemsi elma, vişne, kiraz çiçeklerine eşlik ediyorlardı. Orada ne kadar kaldığımı bilemiyorum. Gözümün önünden nice yağlıboya ve suluboya resimler, resmi geçit yaparak hayal alemindeki tuvaller üzerinde yerlerini aldılar. Badem çiçeklerinin masum beyazlığı, elma, kiraz ve vişne çiçeklerinin iç açıcı pembeliği, sarımtrak yeşil yapraklarının süslediği gelinliği giymiş olan güzel Türkmen kızı mavi gökyüzü ile çimenler arasında uyanmıştı. Köyümüzden horoz ötüşleri, köpek havlamaları, arada bağ budayanların, tarlalarda çift sürenlerin, tarlalarda, bağlarda çalışanların haykırışları işitiliyordu. Doğanın bu senfoni orkestrasına, arılar vızıldayarak, kuşlar cıvıldayarak sanki bir operanın parçasını seslendiriyorlardı. Arada sırada inekler, danalar, öküzler tenorun en yüksek tonundan böğürüyorlardı. Atların ve eşeklerin bas ile bariton arasında gidip gelen kişneme ve anırmaları uzaktan olunca rahatsız etmiyordu.
İkindiye doğru bu doğal sahneden ayrılıp köyümüze gitmek için Kuyu Deresi’ne geldim. Kuşçuların emme basma kuyusunu bağırttıran çocuklar suyalağını doldurup, ayaklarını daldırıyorlardı. Kuzderesi’ne sapılan yerdeki kör kuyuların iri antik taşlarının dipleri arasından çayır, çimen ve papatyalar gökyüzüne uzanmak için can atıyorlardı. Eşeğin üzerindeki bir çocuk, kuzdere’si tarafına koşturdu. Köyden de bir kaç kadın peştamallerini sıkıca bağlamışlar, Çay istikametine çalışmaya gidiyorlardı. Kendi aralarında önemli bir konuyu iştahlı bir şekilde konuştukları için beni, farketmediler bile. Sığıryeri’nin yokuşunu tırmanıp, Yukarı Cami’nin kapısından geçerken, ikindi namazınından çıkan dedem bana;
“Halil, bu gün akşam yemeğine bekliyorum. Geç kalma ha! Bir yere gitme!” dedi.
“Olur dede!” diyerek ona cevap verdim. Dedem çoktan sekseni yarılamıştı ama yavaşta olsa hâlâ yürüyüp, hareket edebiliyordu. İri yarı, geniş omuzlu, elleri büyük, ayakları yere sağlam basan, güçlü iradesi kuvvetli yüzüne yansıyan, okuma yazma bilmemesine rağmen, okuyana hayran, klasik Batı müziği parçalarını trompetiyle nota kağıtlarına bakmadan çalan, hafızası ve matematiği kuvvetli, topluma yardımcı olmayı en önemli iş olarak gören, akraba canlısı, hiç birşeyden çekinmeyip sorunları çözmek için elini taşın altına sokan bir koca çınardı.
Çocukluğum onun yanında geçti. Onun terbiyesi ile büyüdüm. Ortopedik yürüme engelli olmama rağmen; benimle yaşayıp şahit olduğu olayları konuşup, sanata, kültüre ve okumaya karşı merakımı uyandırıp; iç dünyamın doğru ve güzel temellerini attı. Dışarıya ve dış dünyaya karşı özgüvenimi geliştirenlerin en başındaydı. Hatta ayaklarım tutmamasına rağmen, bana her zaman; “Sakın, ben, senden veya kimden olacağım deme! Benden kim olacak de? diye tembih ederdi. Ardından da “Benden kim olacak diyebilmek için; bilgi ve edep sahibi ol! Ağır taş yerinde makbüldür” diye ilave ederdi. Toplum ve aile içinde yapabileceğim işleri yapmam için teşvik edip, bu imkânı verirdi. Yapabileceğim işleri üsteleyip; moralimin bozulmasına ve özbenliğimin yara almasına imkân vermezdi.
Yürüme engelli birisi olmama rağmen, eli ayağı düzgün diğer torunlarından beni ayırmazdı. Şurasını açıkla söylememde bir sakınca yok ki, Türk tarihine ve kültürüne meyil edip sevgimi düşürmeme büyük etki eden dedem Hüseyin Çavuş ve Kuvvay-ı Milliyeci olan anamın ninesi Kör Sultan ebemdi. Rahmetli dedemin benim hayatımda bir başka önemli noktası da; resim sanatına ve edebiyata yönelmemdeki motivasyonudur. Her konuşmasında resim ve musikiyi kıyaslar, önce “resim bire gelir” derdi ve ardından da kendi mesleği olan “musiki baştadır” diye ilave ederdi. Küçük yaştan beri resim ve heykele ilgi duyardım.
İstanbul’da askerlik yaparken gördüğü tablolardan bahsederdi. Büyük ressamımız İbrahim Çallı’dan bazı anılar anlatırdı. Bizim köyde eskiden demirçilik yaygınmış. İbrahim Çallı, gençliğinde köyümüze gelip yaşlı demirci ustası Çürük Dedenin bir çok desenini ve portresini çizmiş. Hatta Çingit Pınarı’ndan mezarlığa doğru bakarak; şimdi kesilmiş olan Koca Çamları ve Çökelez’, ardına alan bir yağlıboya tabloyu İstanbul’da gördüğünü söylerdi.
İlkokula başlar başlamaz özgüveni olan birisi olarak milli bayramlarda şiirler ezberleyip, halkın önünde okurdum. Bu şiirleri ezberlerken; evde dedemle defalarca alıştırma yapardık. Yüklük perdesinin önüne beni dikeltirdi. Dedem de tam karşıma oturur, bütün ciddiyetiyle okuturdu. Daha sonrada duruşum, el kol sallayışım, yüzümdeki ifade, mimiklerim ve ses tonumu inceledikten sonraİ bazende bunları bana tekrar tekrar bizzat yaparak gösterirdi. Bayram günü sabahı bir daha okutup sonra okula gönderirdi. Eüer, şiirii bayram yerinde anlaşılır ve onun dediği gibi okursam; yanına çağırıp bana “Aferim!” diyerek taltif ederdi. Dedemden gördüğüm bu takdirden dolayı her bayramda şiir söylerdim. Şiire, edebiyata ve güzel dilimiz Türkçeye sevgim, bu yüzden çok büyüktü.
Dedem beni akşam yemeğine çağırmıştı. Beni bir tedirginlik aldı. İnsan dedesinin açtığı sofraya oturmaz mı? Aslında böyle bir teklif kesinlikle, hele böyle bir dedenin davetini geri çevrilmezdi... Fakat, dedem yaşlıydı. Ebem ise felçliydi. İşte bu yüzden; onlara sıkıntı vermek istemiyordum. “Gelemem” desem, dedem üzülecekti. Evimize girdim. İkindinden sonra köyde olmadığım izlemini vermek için; pencerelerin perdelerini örttüm. Evin içinde kendime bir meşguliyet bularak vakit geçiriyordum. Bu arada perdenin arkasındanda gelip geçeni izliyordum. Dedem kahvelere doğru gidiyordu. Bu arada tarla bağ işlerinden dönen köylülerle selamlaşıp konuşuyordu. Köylülerimizin sevgi ve saygıları vardı. Bir müşkilleri oldukları zaman genellikle dedeme gelirlerdi.
Dedem, Hacıefendiler manevi başıydı. Sülalemiz ve bağlantısı olanlar “Amca! Dayı!” diyerek hitap ederlerdi. Dini byaramlarda akraba ve mezarlık ziyaretlerinde; ona, genellikle eşlik ederdim. Dini bayramlarda öğlen namazından sonra, dedemle birlikte eşeğe binerek mezarlığa giderdik. Şimdi kesilmi olan Koca Çamların gölgesi altında toplanılırdı. Topluca dua edilirdi. İnsanlar orada dua ederken; yaşlılar çimenlerin üzerine ayakkabılarını çıkarıp otururlardı. Özellikle Dangal Emin, dedemin, Çolak Molla İbrahim’in ve bazı yaşlıların pabuçlarını yanlarından usulca alıp saklardı. Dedem, “Emin! Getir şu ayakkapılarımı!” diye haykırırdı. Gülüşmeler olurdu. Rahmetli dedem şakaya gelirdi, şaka da yapardı ama eşek şakasını sevmezdi.
Mezarlıktaki dedelerinin, akrabalarının, vefat eden evlat ve yakınlarının mezarlarını teker teker ziyaret edip, duaları beraber yapardık. Her sene daha önce vefat etmiş bir yakınından bir hatıra anlatırdı. 24 temmuz 1933’te vefat eden babası Hacı İbrahim dedenin adeta mezar taşını okşardı. Onyedi yaşında vefat eden oğlu Mehmet amcamızdan şitayişle bahsederken gözleri yaşarır, bir kaç damla yanaklarına süzülürdü. “Bu oğlum, yan yana koşan iki atın üzerinde bir ona bir diğerine adım atarak binerdi” derdi. Evlat açısının ne kadar derin hissedildiğini onunla birlikte yaşardık. Bir kaza kuşununa giden üç yabancı dili bile kardeşi Halil İbrahim ve zanaatkâr bir usta olan en küçük erkek kardeşi Hacı Osman Efendiyi de yadederdi.
Mezarlık ziyaretleri biter bitmez, yine eşeğe binerdik. Köyün en alt başında oturan dayısıgile yani Nalbantlara uğrayıp, dayısının hanımı olan Meryem ebeyi ziyaret ederdik, kültürlü, titiz ve temiz bir kadın olan Meryem ebe, dedeme kahve ikram ederdi. Dayısının evine hangi bayramda gelsek, bir direğe bakıp bakıp ağlardı. Birisinde “Niçin ağladığını” sordum. Birisinde şöyle anlattı; Hakkı dayısı psikolojik olarak rahatsız olmuş. Evde tutulamaz zaptedilemez bir duruma gelmiş olan dayısını gençlerle beraber yakalamışlar. Çok sıkı bir şekilde dedem, dayısını evdeki o direğe bağlamış. “Öldüğü vakit, cenazesi yıkanırken, pazularında bağladığım urganın izlerini gördüm. Bağlarken çok sıkı bağlamışım. Ona ağlıyorum” dedi.
Daha sonra kendisinden daha yaşlı olan Hacıdağlıların Cennet ebeye giderdik. Sanki bizi bekliyormuş gibi izzet-i ikramda bulunurdu. Orada da soluklandıktan sonra köyün ortasına gelirdik. Kerimlerin Esma ebeyi ziyaret ederdik. Esme ebe, genç yaşta ölen amcaoğlunun yetim kalan tek evladıydı. Her gittiğimiz yerde büyük hürmet gören dedem sayesinde ben de çok şeker ve hediye toplardım. Akşam ezanı okunmadan evimize gelirdik. Namazdan sonra topluca yemek yenirdi. Bundan sonra dedemin akrabaları, tanıdıkları ve konu komşu onu ziyaret edip bayramlaşırlardı.
Bu hatıralar perdesi örtük pencereye dışarıya bakarken; o zamanlar beni etkilemezdi. Aradan bunca zzaman sonra; gelenek, görenek olarak neler yaşamışım ve dedemden uygulamalı bir şekilde Türk hayat tarzını ve kültürünü almışım diye seviniyorum. Bu arada dedem, kahveden dönüp evine doğru gidiyordu. Bundan sonra evden çıkmaz diye düşündüm. O arada elime geçirdiğim bir kitabı karıştırmaya koyuldum. Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Birden dedemin sesini işittim. Asker arkadaşlarından olan kiracımız Ali Fuat Dedeye;
“Ali Fuat, Halil’i gördün mü?”
“Öğleden sonra eve girer gibi oldu. Fakat, evde bir kıpırtı yok. Bir daha görmedim.”
Dedem giriş kapısına geldi. Uzun uzun zile bastı. Kıyamadım... Artık gitmem gerekliydi. Gidip kapıyı açtım. Beni görünce;
“Neredesin sen? Sabahtır seni arıyorum!”
İçeriye girdi. Kitaplarımın olduğu alt kattaki odaya gittik. Orada karşılıklı oturduk. Yemek için geldiğini söyledi. Karnımın tok olduğunu belirtince fazla ısrar etmedi. Ertesi gün İstanbul’a gideceğimi belirtince; cebinden vesikalık iki fotoğraf çıkardı. Gül Ayşe ebemin ve kendisinin 1965 yılında hacca giderken pasaport için çekilmiş fotoğraflardı. Titreyen parmakları ile fotoğrafları bana uzattı.
“Bu fotoğrafları” dedi “bu gece bir kartona çiz!”
Ben de;
“Dede, yarın İstanbul’a okumaya gidiyorumç”
“İyi ya! Bu gece çizersin. Sen yaparsın onu.”
“Tamam dede. Fotoğrafları alayım ve İstanbul’da çizerim bu resmi ve yaz tatilinde getiririm” dedi.
“Olmaz öyle şey!” diye karşılık verdi.
“Niye olmasın? Hem hocalarımın da fikrini alırım.”
“Bu günden sonra artık sen, beni bir daha göremiyeceksin!”
“Aaa! Olur mu öyle şey dedeciğim.”
“Olur, olur! Seninle bu son görüşmemiz” der demez, hem ölüm konusunu değiştirmek için;
“Hani beni evlendirecektin ya dede? Düğünümde de vals yapacaktın ya!” diye sitem ettim. O ise bütün ciddiyetini toplayıp;
“İnşallah! Yetişirsem düğününde Tuna Dalgaları valsini oynayacağım. Lakin, sana bir kaç nasihatim var!” dedi.
Ben de merakla;
“Buyur dede! Nedir nasihatınız?” deyince;
“Tutacaksın amma!”
“Dedeciğim, tutulacak nasihat var, tutulmayacak nasihat. Hele bir duyalım.”
“İlki pek küçük yaşta evlenme! Hanımının yaşı da pek küçük olmasın” der demez. Güldüm.
“Oldu mu şimdi dedeciğim! Üç ay sonra yirmi yaşına gireceğim. Mümkün olsa ben hemen evlenmek istiyorum” deyine; oturduğu yerde duruşunu düzeltti. Bir iki öksürerek genizini temizledi. Ardındanda sesini ayarlayıp yüzüme bakarak;
“Hele şu anlatacaklarıma kulak ver!” dedi “bundan yıllar önce bizim köyden beş delikanlı aydın tarafına çalışmaya gitmişler. Çalıştıkları yere yakın bir kuyu varmış. İhtiyaç duydukları suyu bu kuyudan temin ediyorlarmış. Delikanlılar genç imim ama biraz cılız, kuvvetsizlermiş. Bir gün beşi bir o kuyudan su almak için gitmişler. Kovayı kuyuya sallamışlar. Sanki kovanın içinde su değilde taş varmış. Beşi birden su kovasını çekememişler. Bunlar bu işle uğraşırken oraya bir yörük kızı gelmiş. İşlerini bitirsinler diye bir kenara çekilmiş, hem bekliyormuş, hem de onlara bakıyormuş. Bizim köylüler, önce birisi, sonra iki kişi, ardından da beşi birden kovaya çekemeyince; yörük kızı hiddetlenmiş. İşi acele olan yörük kızı, delikanlılara;
“Çekilin kenara!” diye bağırmış. Onlarda bu bağırış karşısında bir kıyıya çekilmişler. Yörük kızı bastığı yerleri zangır zangır titreterek gelmiş, kovanın ipini tutmuş. Ayağının birisini de kuyunun büyük taşına dayamış. Besmele çekerek bir iki yüklenmüş. Kovanın yukarıya doğru çıktığı, çıkardığı sesten belli oluyormuş. Yörük kızı bir yandan da gençlere;
“Onbeşinde evlenirsiniz! Diziniz beliniz bükülür. O yüzden beş kişi bir kovayı kuyudan eçkemezsiniz!” diye onlara söylenmiş. Bu sözü duyan bizim köylüler, utançlarından kıpkırmızı olmuşlar. Yörük kızı bir hışımla gelmiş “Alın suyunuzu!” diye azarlamış. Onları küçümser bir tavırla kendi işini de görmüş. Ardına bakmadan oradan çekip gitmiş gitmesine ama bizimkiler onun arkasından baka kalmışlar.
Dedem bu olayı anlattıktan sonra;
“Daha onsekiz yaşımda başlayan askerliğim hep savaşlarla geçti. İstanbul’dan Yemen’e yürüyerek gittik. Savaşa savaşa arap çöllerinde esir düştük. Her günümüz ayrı bir macera, ayrı bir sıkıntıydı. İki sene Mısır’da esir kampında kaldık. 1920’ye doğru esir kampında sağ kalan askerleri vapurla getirip, Mudanya’ya döktü. Bu arada köyüme dokuz sene sonra ilk defa geliyordum. Bir ay kadar anamla babamla tekrar beraber olabildim. Sanki Ali amcam beni yıllarca beklemişti. Beni çok severdi. Geldiğim gün bana çok candan sarıldı. Ardından da ertesi gün öldü.
Huzur içinde bırakıp gittiğimiz memleketimiz cayır cayır yanıyor, acılar içinde kıvranıyordu. Ankara’da milli hükümet kurulmuştu. Biz yine üç kardeş Milli Kuvvetlere katıldık. Çok şükür vatanımızı kurtardık. Savaş sonunda terhis olunca oniki yıllık askerliğim bitmişti. Eve geldiğimde ebenizi evde buldum. Benden çok küçüktü. O zaman otuziki yaşındaydım. Eğer o da bana yakın yaşta olsaydı; şimdi böyle çöküp kalmazdı her halde” dedikten sonra bir müddet sessizlik oldu. “İşte bunun için sana nasihatim otuzunu şeömeden evlenme olacak! Der demez sessizlikten yararlanarak;
“Dedeciğim, şimdi bulsam birisini evlenmek istiyorum” diye cevapladım. Gülümsedi. Tekrar fotoğrafları bana uzatarak;
“Bu resimleri bu gece çiz. Yarın bana göster. Sen beni artık bir daha göremiyeceksin!” diye ilave etti. Bu sefer de hüzünlendim. Resim ve musiki üzerine biraz daha konuştuk ve vedalaştık.
25 Nisanda Süleyman Demirel’in kurduğu dörtlü koalisyon hükümeti TBMM’den güvenoyu almıştı. O zaman sol görüşlü öğrencilerin kaldığı Vefa’daki Site Yurdunda kalıyordum. Üst katlarda oturan halaoğullarımın yanına gittim. Odaya girdiğimde ağır bir hava, gam kasavet çökmüş olduğunu gördüm. Onlar muhalif oldukları için hükümetin güvenoyu aldığından dolayı üzüldüklerini zannettim. Ömer abim sessizliği bozdu;
“Dedem ölmüş!” dedi. Hiç düşünmeden;
“Ben köye gidiyorum şimdi!” deyip kapıyı açtım. Arkamdan;
“Gitme! Dedem martın otuzunda ölmüş!” dedi. Dedem benimle konuştuktan dokuz gün sonra vefat etmiş. Onunla son konuşmamız gözümün önünde canlandı. Ettiği nasihatlerin, söylediği sözlerin ağırlığı ile sandalyeye yığılıp kaldım. Başım mı dönüyordu, yoksa dünya mı dönüyordu bilemedim. Ömer abim büyük bir pişmanlıkla;
“Dedem ölmeden dört gün önce köydeydim. Arkadaşlarla siyaset, okul, değişik konular üzerine konuşuyorduk. Dedem de karşı kahvenin önünde oturuyordu. Bir saat sonra eve doğru gitti. Yanına gidip, halini hatırını soramadım. Elini öpemedim!” diye hayıflandı.
Dedemle son konuşmamız beni çok etkilemişti. O sene yazın Almanya’ya babamların yanına geldim. Tedavi olacaktım. Oberhausen’deki evimizde dedem ile ebemin kara kalem portrelerini çizdim. Yıllarca babamda kalan bu resmim, onun vefatıyla tekrar bana ulaştı. Aradan bu sene tam kırk yıl geçti. “Ben kimden olacağım!” deme ve “Resim bire gelir!” sözleri hayatımda yolumu aydınlatan ışık oldu. Mücadeleci, sanatkâr ruhlu ve bu yüzden de aynen benim gibi kalabalıklar arasında “yalnızlığı” yaşamış olan dedem, Hacı Hüseyin Gülel, her türlü tavrı ve sözleriyle yolumu aydınlattı, karanlıklara karşı ışık oldu. Nur içinde yat dedeciğim.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 21.03.2015
YORUMLAR
Dedenizin mekanı cennet olsun.
Her ne kadar şiir okuyup yazmaya da çalışsam ilk tercihim yazılardır. Güzel yazılar.
Günde görünce acaba yazısı da var mı diye şöyle bir baktım, iyiki de bakmışım, badem ağaçlari, kızıl toprak deyince bizim köy zannettim önce ama kiraz ağaçları fikrimi değinştirdi. Bizim köyde kiraz olmaz.
Bir de bizim oralarda 'Yazın taşa kışın yaşa oturma' derler :-)
Güzel bir yazı sayfası bulduğum icin gercekten mutluyum.
Tebrik ederim, saygılar
Çok beğenerek ve etkilenerek okudum .. ne mutlu ki size böyle bir dedeniz varmış.
Mekanı cennet olsun.
Saygılarımla, benim onsekiz yaşına kadar olan yaşamıma çok benziyordu.
Göktürkmen tarafından 3/26/2015 9:45:55 PM zamanında düzenlenmiştir.