PRENSESİM
Dağların arasından kaybolmak üzere olan güneşe baktım, elimdeki masal kitabını serinlemeye başlayan kuru ve ılık toprağın üzerine kibarca bıraktım. Prenses ne kadar da güzel bir kızdı ama! Masalda geçen prensesi düşünerek toprağın üstüne uzanarak keyifle kıvranıp durdum. İyice toza toprağa bulanınca kül banyosu yaptıktan sonra dinçleşmiş olan bir horoz gibi ayağa kalktım.
Şehrin ünlü tüccarının kızı elbette bir prensesti. Ve fakir oğlana babasının yanında bir iş bulmuştu. Normalde erkeğin kıza yardım etmesi gerekmiyor muydu? Söz konusu bir prenses ise durum değişirdi. Zengin kızlarının hepsi prensesti masallarda. Haydutlardan bile kurtarmıştı zavallı çocuğu…
İneklerimin yanına kadar gidip prenses hakkında tahlil yapmaya devam ettim. Belki bu zamanda da prensesler vardı. Evdeki renksiz televizyonda geçen yıl izlediğim Türk filminde de bir prenses fakir bir gence yardım edip babasının fabrikasında iyi bir iş veriyordu ya! Demek ki her zaman zengin prensler fakir kızlara yardım etmiyordu. Aklımdan çıkarmalıydım güçsüz ve zayıf kız inanışını.
Bir düve kayıptı. Aklım yerine geldi ansızın. Köpek gibi koşturdum durdum tarlaların içinde. Yaramaz hayvan gerçekten bir işe yaramıyordu. Şimdi de kayıplara karışmıştı. Amcamların tarlasının sınırında durdum ve akşam babamdan işiteceğim lafları düşündüm. Toz içindeki kara lastiklerime bakınca standartların altıda olan bir prens olduğumu dehşetle fark ettim. Lastiklerimdeki inek pisliği kalıntısından bir şeyler bulmaya çalıştım… Sanırım düve yakınlarda bir yerde yemiş yemiş ve dışarı çıkarmıştı. Evet, düvenin pisliğiydi ve ben tam üstüne basmıştım.
Az ileride seyrek seyrek ve sulu sulu pislemiş olan hayvanın geride bıraktığı izi takip ettim. Köyün en zengin adamının kayısı bahçesine girmişti düve. Yanına kadar gittiğim halde beni umursamadı, kayısı dallarını aşağıya doğru çekiştirmeye devam ediyordu. Ayağımdaki kara lastiğin tekini çıkararak düveye fırlattım. Bu hayvanlar da hayvan gibi yiyorlardı, helal-haram bilmiyorlardı.
İneklerin yanına tekrar geldiğimde üstüme bir yorgunluk çöktü. Serin toprağın üstüne uzandım. Bir şişe soğuk su olsaydı iyi giderdi, diye düşündüm. Gözlerim kapandı. Prenses bir yerlerdeydi, ineklere o sahip çıkabilirdi…
Gözlerimi açtım, gözlerimi kapattım. Gecenin bir yarısıydı. Damda yatıyordum, o sebepten ağustos böceklerinin ve tuhaf kuşlarının seslerini duyuyordum. Belime bir odun parçası battı, zıpladım. Sonsuz bir karanlığın içinde kalmıştım işte….
Evde veya damda değildim. Akşamüstü yatmıştım buraya. İnekler! İnekler yoktu piyasada. Masal kitabım neredeydi peki? O da yoktu. Prenses ineklere sahip olmamıştı. Deli gibi düvenin akşamüstü girdiği kayısı bahçesine doğru koştum karanlıkta. Ay ortalıkta gözükmüyordu. Zifiri karanlıkta kayısı bahçesini bulmam zor oldu ama buldum. İnekler yoktu.
İçimde korku yoktu, sadece yoğun bir ümitsizlik içindeydim. Sanırım tam olarak kendimde de değildim. Kendimi kaybediyordum. Durumum hakkında fikir yürütemiyordum o an. Geçen yıl başıma gelen tuhaflık geliyordu.
On iki yaşımdaydım ve zaman zaman halüsinasyon benzeri şeyler görüyordum açık alanlarda yattığımda. Bu halüsinasyonların merkezinde günah ve suç işlemiş bir varlık olan kişinin kendisinden başka bir şey yoktu. Allah resmen ve cismen beni görüyordu. Semanın belli bir katında fizik kurallarının dışında bir gerçeklikle günahlar salınıp duruyordu. Bu günah evreninde ben yalnızdım. Bir çocuğun açık alanda yattıktan sonra tuhaf şekilde uyanması ve böyle ruhani dünyada gezinmesinin normal olmadığını o zamanlar anlayamamıştım. Ne kadar da günahtı günahlar! Çocukların rüyalarına ve sanrılarına bile bulaşıyordu.
Kendimi kaybetmek üzereydim. Bir yerlerdeydim şu an. Günahların içinde yüzüyordum. İneklerin eve gittiğini düşledim.
Akşamüstü orada yatmıştım işte. Geceden değil de günahlardan ve yattığım yerden korkarak patikadan koşar adımlarla yürüdüm. Karga gak gak derken uzandığım yerde bir mezarın olduğunu düşledim. Ben mezara girince Şeytansı varlıklar beni ziyarete gelmiş, uyanınca da kendimi Allah’a karşı suçlu hissetmiştim.
Kendimi sarstım. Hayır, uyandığımda gayet normaldim. Az önce kötü olmuştum. Uyurken değil uyanınca görmüştüm sanrıyı. Şu an hala o hal üzereydim. Yerde yürümüyordum. Patikadan yürürken bastığım taşların pamuksu olduğunu sanıyordum artık, karşı dağdaki meşeler ise semadaki karanlık yeşillik.
Elbette o an artık masal kitabındaki prenses filan aklımda değildi. İnekleri de unutmuştum. Karanlık yeşilin içinden bir ses duydum. Nereye gittiğim hakkında bir fikrim yoktu. Köyün bir KM altındaki acı su çeşmesinin yanında geçerken farkında olmadan tanıdık bir yere doğru gittiğimi anladım. Evet, eve gidiyordum.
Ay dolunay olarak doğuyordu.
‘’Cumali gel, korkma buradayım!’’
Bu tuhaf alemden, bilinmez evrende benim bir ismim vardı. Biri bana sesleniyordu. ‘Cumali’ bendim.
Komşunun kızı bana sesleniyordu, otlatmaya götürdüğü kuzuları yatsı namazı vaktinde eve götürüyordu ancak…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.