- 429 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yaşamaya
YAŞAMAYA…
Gözlerimi bir anda açtım. Sabah olmuştu. Sanki film bitmiş, ışıklar yanmıştı.
Hallaçla atılma zamanı çoktan geçmiş, sözüm ona pamuk ama oldukça sert yastığın üstünde “taşbaş”a dönmüştüm. Bu sefer beni başkasının uyandırmasına gerek kalmamıştı. Annemin yokluğunda içimdeki annemin sesiyle –ben ona vicdan da diyorum- uyandım.
1 hafta önce gelmiştik Mordoğan‘a. Burası gelişi ve dönüşü çok zor olan küçük bir köydü. Geldiğimiz zaman uzun süre kalırdık. Bu süre o kadar uzardı ki; kendimizi oranın yerli halkından hissederdik. Balıkçılar, ağlar, balıkçı tekneleri ve her gece bizi sahura kaldırır gibi ses çıkaran tekne motorları vardı.
Denize açılırdık bazen.Teknenin önümüzde kaç bıyığı olduğunu sayar en çok ben saydım diye atışırdık. Bazen yan komşumuz Ali Amca bizi ve kendi çocuklarını da alır, tepemize güneş geçene kadar dolaştırır, kıyıya demir attığımızda sürükleyerek bizleri evimize teslim ederdi.Tuzdan kendimizi ayrıştırmak için; bahçe hortumunun güneşte bekleyip, çeşme ile bağlantısı arasında kalıp ısınmış suyu kapabilmek için koşar, yıkanır, evdeki nüfus kadar ıslak havlu ile kurulanmaya çalışırken yine ıslak kalır, temiz kıyafetlerimiz ile parmak uçlarımızda sokağa kaçardık. Kokladığımızda toprak kokan domatesi ekmek arasına sıkıştırıp, mümkün olduğunca çabuk ağzımıza tıkıştırıp , açık denizde yüzmenin verdiği açlığı yatıştırıp, saatlerce oynardık.
Ali Amca uzun boylu, esmerce sayılabilecek, iri gözleriyle her şeyi dikkatlice inceleyen, uzun yıllar önce İzmir’e yerleşmiş bir tekstilciydi. Yurt dışındaki bazı firmalar için üretim yapardı. Hafta sonları için Mordoğan’a gelirdi.Yol kenarında satmamız için bazen o t-shirtlerden getirdiğinde, kurduğumuz seyyar tezgah bizim için panayır yerine dönerdi. Boyadığımız deniz taşları, deniz kabukları, kurumuş deniz kestaneleri ve "Yol Kenarı Esnafı" na destek olmak isteyen teyzeler amcalar... Ali Amca balık tutmayı çok severdi. Kendi çocukları ve bizimle yakından ilgilenir, anlatmak istediklerimizi dinlediğini belli etmek için sık sık sorular sorardı. Tekne ile yalnız açıldığı günlerin birinde ağları toplarken bir deniz atı takılmıştı kısmetine. Bana getirdi. ’Bu sefer sıra senin’ dedi. ’Bu sende hatıra kalacak". "Yıllar sonra bile hatırlayacaksın beni". Kuruması için bahçede nar ağacının altına bıraktığımda anladım ki; kediler de deniz atlarını sever ve yer. Bir sokak kedisinin benden aldığı Deniz Atı’ ndan öğrendim ki; birini hatırlamak için deniz kokusu ve sudan suyun arıtmadığı tuz bile yetermiş.
Güneş doğuyordu. Mor olur yüzyıllardır buralarda ufuk güneşin doğuşu ve batışı ile. Denizin mavisi, sümbüllerle bezeli tarlalara yansır, kekik kokusu ile dağlardan geri döner ve penceremden içeri girerdi her Yaz, her Sonbahar ve her "Deniz Evi" mevsimi.
Abimle kavgalarımız sonucu eğer ele geçirebildiysem üst katta misafir için ayrılan, denize bakan, balkonlu odada yatardım. Bu sabah da denizden gelen imbat yüzüme vurarak uyandırdı beni. Gözüme büyükannemin anneme çeyiziyle verdiği, o zamanlar değerini pek anlayamadığım, şimdilerde ışıltılar içinde hatırladığım yastık motifleri çarptı. Ortalıktan hiç ses gelmiyordu. Daha kimse uyanmamıştı. Motiflere bakıp dilini anlamaya çalıştım. 3 yıl askere giden dedemin yolunu gözlemişti anneannem. "Hiç özlemedin mi?" diye sordum ipek mendillere sardığım sevdamı düşünerek "o zaman aptalmışım da beklemişim" demişti. İçimden "aptal mıyım?" demiştim. Bekliyorum İpek mendillerle. Deniz kokusu ince ince süzülmeye devam ediyordu. Bu kokuyu aklımda tutar, ipek mendilime üfler, tüm kış boyu düşünür, buralara geri geldiğimde beyaz köpüklerle denize geri verirdim.
Hızlı bir kahvaltının ardından doğru Banu’nun yanına gittim. Daha öncesini hatırlayamadığım kadar eski arkadaştık onunla. İsmi sanki kendisinde tecelli etmişti. Benim için bir prenses kadar alımlı, yaşına göre olgun, güzel ve kendinden emindi. Vakarlı yürüyüşü sanki onu bizden ileriye taşırdı. Her şeyi o bilirdi. Benim içine kapanık karakterimin yanında o kendine hep güvenirdi. Annem kadar onun annesi Nigar Teyze’den öğrenmiştim merhameti. Babası çok içki içerdi. "Neyse yavrum" derdi Nermin teyze "Kimseye zararı yok. İçince içine kapanıyor Ergun amcan." "Yalnız işkembe temizlemekten bıktım. Sakın içki içen biriyle evlenmeyin." İyi bir şey miydi içine kapanmak sessiz kalmak. O zaman da çözememiştim. O zaman Ergun Amca’nın bir kaç dubleden sonra edindiği hallerini ben hep kendi sarhoşluğumla kadehler olmadan edinmiştim.
Tüm grup arkadaşlarımızın içinde biz iki kızdık. Onların evi bizimkinin arka sokağında, denizden yoksun taraftaydı. Köpekleri vardı yavru. Orfe. Onu fark etmediğim arkama saklanıp kuyruğunu hızlı hızlı salladığı günlerin birinde, farketmeyip onu, kuyruğuna basınca, benden özür dilercesine bakarak bileğime dişlerini geçirdiği için o yaz kuduz aşısı yemiş, güneşe küsmek zorunda kalıp annemlerle, Orfe’nin aşıları tam olduğunu söyleyen Nermin teyzenin gerginliğini dinlemek zorunda kalmıştım.
Denize Banu ile birlikte bizim evin bahçesinden geçerek giderdik. Her geçişimizde genelde mutfakta kahve falları ve sigara dumanı içinde boğulan annemin ve arkadaşlarının da gönüllerini alırdı. Sıcakkanlı bir İzmir’ liydi.
Her zaman olduğu gibi grubu yine o yönlendirdi. Bugün bisikletlerle “Ayı balığı’ na gidelim “ dedi. Sesi çok berraktı aynı gözlerinin içi gibi. Hepimiz sadece boynumuza atkı gibi doladığımız havlularımız ile yola koyulduk. ”Yaz” dı işte… Herkes gülüyordu. Hatta yaraları yeni iyileşen Mehmet bile.
Mehmet geçen hafta bisikletle hızını alamamış dikenli telle çevrelenmiş portakal bahçelerinden birine dalmıştı. Yaraları çok ağır değildi ama bazen canı yanıyordu. Babası Adil amca babamla ayaküstü konuşurken duymuştum. Yaralarının iyileşmesinde tuzlu suyun etkisi büyük olmuştu. Mehmet çok yaramaz bir çocuk olduğu için çok sık yaralanır, her yaralandığında canının yanmasından çok babasından işitecekleri hesabına peşin peşin ağlardı.
“Ayı Balığı” doğal bir platformdu. Basamak basamak çıkılan bir kayalık . Her basamakta ayrı yaş grubunun olduğu, bir üst basamaktan denize çivileme atlamak için bir sonraki yılın iple çekildiği büyülü bir tepecik. Her basamaktan atlayanın arkasından, alt basamaktakilerin ibretle baktığı, başarabilecek mi diye merak ettiği, başarmanın tatil onuru sayılabileceği ’yüreklilik’ sınavıydı.
Bisikletten inip herkes koşmaya başladı. Banu bana döndü ve işaret parmağı ile zirveyi gösterdi. Zaten bizim çocuklar hep atlardı zirveden. Çoktan geçmişlerdi yiğitlik sınavını ama ”biz” ama “ben”. Ya yapamazsamlarla yılları geçen, ya yapamazsanlarla büyütülen ben, acaba yapabilir miyim diye geçirdim içimden. Bu yüzdendi tüm akranlarımdan daha beceriksiz ve çirkin hissetmem. Oysa herkesten önce ben ezberlemiştim kimsenin ezberleyemediği şiiri. İlk ben kanaviçe işlemiştim küçücük ellerimle. Koyu renkleri kullanmadan, arkadan bakılınca önüyle aynı olan motifler işlerdim. İçi dışı bir olmak tabirinin el emeği bir motiften çıkacağına inanarak. İstediklerimi işledim, istemediklerimi duyarak. İstemediklerim fısıldandı kulağıma hep, ben ise duymak istediklerimi başkalarının kulaklarına fısıldadım yıllarca.
"Hadi" dedi beni çekiştirerek. Tırmanalım en yukarıya ve bırakalım kendimizi.
Kendimi bildim bileli suyun içindeydim yazları. Şaşkınlık, ördeklik aşamalarını aştıktan sonra arkadaşlarımla yanımızda bir büyük olmadan kocaman kollarını açmış, onun dilinden konuşmazsan sana gününü gösterecekmiş gibi duran uçsuz bucaksız denizde yüzmeme izin vermişlerdi geçen yaz ilk defa. Deniz ben istersem suyumu sıcak tutarım demişti bir keresinde. İstersem soğurum. Bana yıllarca sadece rengini göstermişti oysa. Bir gökyüzüne kafa tutamıyordu. Elinde olmadan rengin bürünüveriyordu. Cansızdı belki gökyüzü. Denize rengini verdikçe hayat buluyordu. Sıcak soğuk hissetmemiştim sularında. Sadece maviyi hissederek.
Bu yükseliş hızlı değil miydi? Daha geçen yıl güneşin etkisinin biraz daha kaybetmesi, kırmızı bayrak yerine beyaz bayrağın çekilmesi, yemeğin pişmesi derken tek başıma denize gitmek için senelerce ne kadar çok beklemiştim oysa.Yıllar sonra bir şişeye bir mektup yazıp yine denize bıraktığım bir mektuptu çocukluğum. İçinde annemin makyaj yapmadığı güzelliğindeki tek kare güzel gülüşü, babamın üniformasının asil haki yeşili, güneşin; denizin dalgalarının altında oynaşan balıklar varmış gibi sahne oyunu sergilemesi çocukluğumdu. Denize aitti ve denize döndü.
Hızlı bir yükselişti.
Geçen yaz yalnız başıma yüzmeye başlamııştım. Boy verdiğimde ayaklarım deymişti ilk defa. Hep merhametliydi, akşama doğru sakin olurdu Ege. Biz okullar açılana kadar kalırdık yaz evimizde.O zaman bizi uğurlarcasına, üzülürcesine arkadaş olurdu yağmurla . Onu da basardı bağrına. Çirkin hiddetli yüzünü hiç göstermezdi bize. Bazen kış aylarında balık yemeğe gittiğimizde ya da çok rüzgardan çatımız uçtuysa, ufak tefek tamir işleri için giderdik köye. O zamanlarda da bizden yüzünü gizlerdi. Saçındaki akları saklayan kadınları gibiydi Ege. Ege kendi kadınları gibi başını kara bağlar, acısını örtmek için kara giyer, biraz ferahlamak için adına ferace derdi.
Belki de engellenemez bir yükselişti bu.
Tek başıma denize yüzmeye gitmemin sonrasındaki yıl, tek başıma Ayı Balığı’ndan atlamak için ruhumu hazırlıyordum. Farkında olmadan galiba büyümüştüm. Büyümem, büyüdükçe saflığımı kaybetmem, sonra da acılarımla yüzleşmem. Engel olamadım işte.
En tepesindeydim Ayı Balığı’nın . Bu sefer güneşe yakındım, yeryüzüne uzak. Bakıyordum sonu olmayan denize. Hiç okyanus görmediğim için anlayamıyordum farkı. Okyanus gibiydi bana deniz. Değil mi ki uzaktan bir sürü gemi geçiyor içlerinde insanlar hepsi farklı mayadan, benim dedim o zaman hamurum buranın toprağı ve suyuyla karılmış. Mutlaka. Ege’den.
Burası evimize yakın dalga kırandan; ha şimdi, ha yakalamaya çalıştığım bir balık sonra diye ertelediğim eve dönüşüm sonunda, aynı anda güneşin batışı ve ayın doğusuyla ilk karşılaştığım kadar emsalsiz bir güzellikti. Tek gözümü kapatıp bir elimle güneşe diğer elimle ay a dokunabiliyordum. Denizin belki de gökyüzünün tam ortasındaydım. Aksini bana kim ve nasıl ispat edebilirdi? Ay, güneşin hayata veda ederken teslim ettiği son nefesi teslim almıştı ve ben, o kadar yakın göğe , o kadar uzak kendime.
Önce aşağıya baktık Banu ile. Sonra birbirimize. Suyun dibini göremiyordum. Uçsuz bucaksız koyu mavi engin bir su birikintisi. Çok uzakta öbek öbek yosunlar var ama neden suyun bitişi yoktu benim için?
3 deyince atlayacağız dedi Banu.
Küçük bir martı çığlıkları ile süzülüyordu. O anda deniz kenarında bulduğumuz ölü martı geldi aklıma. Bulduğumuz, gömdüğümüz iki gün sonra çürümüş mü diye mezarını tekrar açtığımız martı. Hayat ve Ölüm özel isimdi ama çürürdü ya insan mezara konulunca. Yokluk muydu ölüm, yoksa var oluş mu? Ne işe yaradı ki toprak? Ölü bedeni kabul edip ulu dergahına hayatın sonuna anlam mı katardı yoksa büyük sofrasında tohuma hayat mı ? O zaman çözememiştim. Şimdi de çözemiyorum, tek tek verirken sevdiğim bedenleri toprağa.
Ben ölür müyüm? Diye düşündüm. Ölmezdim herhalde buradan atlamakla. Zaten abim hiç ağlamazdı. Peçete koleksiyonumu acaba kime verirlerdi? Yaz tatillerinde bizim annelerimizle, annelerimizin de bizlerle ne yapacağını bilemez durumdayken iyi uğraşlardı koleksiyonlarımız. Kokulu silgilerim vardı. Onlar ne olurdu? Hem sonra çocuklarım olacak onları hiç üzmeyeceğim ve tabi hayatımdaki herkesi çok seveceğim demiştim. Ölmedim ve çok seviyorum hala.
Bir, iki, üç. Birden atlayıverdik el ele koyu karanlığa. Çok güvendim Banu’ ya hayat boyu ve o anda. Güvenmek hem de sevmek; cesurca yüzleşmek demek. Öyle düşündüm. Öyle oldu. Çok sevdim hep Banu’ yu.
Ayaklarımız dibe vurdu. Nefesimi hala tutuyordum. Gerektiği kadar , gerektiği yerde nefes vermek önemliydi. İlk dalış denemelerinde babamın kadim dostu öğretmişti . "Her dibe vuruşunda" dedi, "Yere bastığın kuvvetle daha da güçlenecek, nefesini de yeteri kadar kullanarak su üstüne çıkacaksın." İlk o zaman sevmiştim Burhan amca’yı, Babamın cenazesinde sıkı sıkı bana sarıldığında daha çok.
En derindeydim. Kuvvetlice kendimi yukarı ittim. Sımsıkı Banu’nun elini tutuyordum. Su yüzüne çıkınca kana kana nefes aldık. Ardından birbirimize bakıp gülümsedik. Hayalimde kalan en temiz gülümsemeydi gülüşü. Dudağının bir kenarından yükseliyor, tam ortasından dünyayı dolanıyor, dudağının diğer ucuna konuyordu. Bana bakar gibi baktığı, gülümsediği fotoğrafı en büyük hatıra kaldı. Fotoğrafı ben çektiğim için değil beni çok sevdiği için gözbebeklerinde ben vardım. Birbirimize gülümsedik. Başardık.
Hep öyle yaptım tıpkı o gün gibi. Sonun gelişini baştan gördüğüm, dibe vuracağımı bildiğim halde yavaş, çelimsiz, acıyla dolu olsa da; nefes almak için, su üstüne çıkmak için hep daha kuvvetlendim. Su ne kadar derin olursa olsun nefesimi tüketmedim. Her dibe vurduğumda yalnız olsam da, tüm gücümle su üstüne çıkmayı bildim. O gün benim için hiç bitmedi. Derin bir nefes aldım yaşamaya devam ettim. Sadece yaşamaya. . .
Ayaklarımı denizin içinde görebileceğim kadar su hala berrak. Buralar ne kadar daha temiz kalır bilmiyorum . Banu geldi aklıma. Onu hiç unutmadım. Bizim buralardan limon çiçeklerinin kokusu silinmeden gitti. Beni gülümseten ve güven veren dostluğuyla. Dut ağaçlarının tepesinde ipek böcekleri için topladığımız yapraklar kadar taze, yıkayıp pakladığımız yavru kedilerimiz kadar sevgi dolu, incir yapraklarının içindeki süt kadar beyaz anılarımız ve sıcaklığı ile …
YORUMLAR
Ayaklarımı denizin içinde görebileceğim kadar su hala berrak. Buralar ne kadar daha temiz kalır bilmiyorum . Banu geldi aklıma. Onu hiç unutmadım. Bizim buralardan limon çiçeklerinin kokusu silinmeden gitti. Beni gülümseten ve güven veren dostluğuyla. Dut ağaçlarının tepesinde ipek böcekleri için topladığımız yapraklar kadar taze, yıkayıp pakladığımız yavru kedilerimiz kadar sevgi dolu, incir yapraklarının içindeki süt kadar beyaz anılarımız ve sıcaklığı ile …
eylül hanım güzel bir yazıydı tebrik ederim.
kaleminiz ve yüreğiniz daim olsun
selam ve saygılar.