- 569 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'şirket'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Mavi bir tükenmez kalem ya da neydi o, tam olarak kestiremiyorum rengini; kırmızı da olabilirdi, belki de alakasız bir yeşil. Sıcaktı çarşaf o an. Kan süzülüyordu yataktan damla olup parkeye doğru akmak için. Duvardaki resmin hoşça kalmalarla ilgisi vardı. Bir kısrağın gölgesi avizenin karanlık gölgesinde emeklerken, gözleri parlak bir kahverengi bisikletin paslanan demirine benziyordu. İki ay önce onunla tanıştığımız gün de ölümden bahsederek muhabbete başlamıştı. Gözlerindeki o siyah uğultuyu unutamıyorum. ‘Ben ölürsem, bir gün ölürsem gücenmeyeceğim Tanrı’ya, daha çok sevineceğim, gülümsemek isterim, onun yanına gidiyorsam eğer…’ Uzun bir süre yanında duran arkadaşıma bakındım. O ölümden bahsederken, onu daha tanımıyordum. Arada elini pet şişeye götürüyor, su içiyordu. ‘Hastayım, kusura bakmayın’ diyordu. Yanında duran diğer insanların hatır icabı orada bulundukları oturuşlarından belliydi. Beni oraya götüren şey, Şebo’nun isteğiydi. Aslında Acar benim arkadaşımdı, Şebo’da Acar’ın. Acar beni Şebo ile tanıştırmıştı. Acar Şebo ne derse, bana da onu yaptırıyordu. Asıl mesele belliydi, beni de şirketlerinin gönüllü, paralı bir çalışanı hale getirmek istiyorlardı. Öncelikle talep edilen ücret yedi yüz elli dolardı. Bu kadar parayı o an için vermem mümkün gözükmüyordu. Bir hafta öncesinde bin beş yüz dolar borç almış, motosiklet almıştım. Banka ilk akla gelen yasal tefeci olmakla beraber, araya giren yakınlar itibariyle komşunun biri borç vermişti. Yedi yüz elli doları, getirisi olması çok az gözüken bir mesele için harcamak pek de akıl karı durmuyordu. O akşam eve vardığım kederlerim düşüncelere dönüşmüşlerdi.
Bir gün sahip olduğun acın, kederin bir düşünceye dönüşürse, o bitirim hüznün insana verebileceği acı, çektirebileceği çile kalmamış demektir. Niye? Hem acı çekip, hem düşünemez mi insan? Mümkün elbette ama zamana yayılınca pek çok şeyin etkisi azalıyor. Buna aşkta ihanete uğrayanları, partilere davet edilmeyenleri, şarapsız kan ağlayan entelektüelleri, ölmeyi bayılmak sanan aptalları ve daha nicelerinin acısından bir kazanım elde edemediklerinde o müşkül ancak son derece de basit teori de, kibirlerinde, hayal güçlerindeki yetersizlikte, hayal kırıklıklarında, umursamaz, kindar ve öfkeyle dolu davranışlarında aramak lazım. Neyse, kendim dışına çıkınca saçmalıyorum sanırım. Akşam uzun uzun irsaliyeli faturaya bakındım. Sonra bir yere fırlattım. Elime yeni bir kitap aldım. Onu da bir süre sonra aldığım yere geri koydum. Televizyonu açtım son ses. Pencereyi de. Elektrikli ısıtıcıyı da iki bin watt’a getirdim. Bir ara watt’a volt dediğimiz günler de vardı. Sonra güç birimiyle, gerilim biriminin ayrı olması gerektiğini İmdat hocadan öğrenip, atlar gibi starting box önüne gelmiştik. Sahi, at yarışının da ayrı bir yeri olmalı insanın hayatında. İster oynasın, isterse oynamasın, at yarışlarının hüzünlü bir tarafı vardır. Bu hüznün düşünceye dönüşmesine gerek olmadı şimdiye kadar. Hiç olmasın. Bazıları dörtnala koşarlar. Bu atlar öyle severler koşmayı. Ömür yeterse seksen sekizinci Gazi koşusunu da görürüz. Şebo, yani Şebnem öyle tatlı bir dille anlatıyordu ki şirketin çalışma prensibini, bir yanda gözüm kapanırken, diğer taraftan çay içip, ona ‘doğrudur, tabi ki, elbette, hı hı, pek tabi, şüphesiz’ gibi saçma sapan doğrulamalarla cevap veriyordum. Acar, Şebnem’e benim için, ‘arkadaşım yazar’ diye de uyarıyordu.
Eskiden olsa cevap verirdim; ‘yok, hayır, en münasebet, yazar olmak kimin haddine’ ama bunun ortama, Şebnem’e, bana, Acar’a bir faydası olmayacaktı. Ortam havasızdı. Pencerelerin çerçeveleri alüminyumdu. Rüzgâr uğulduyordu. Onları anlatamadığım için, aslında anlatacak kimse bulamadığımdan dolayı yazamadığımı da onlara söyleyemedim. Çay içiyorduk. Pek çok kahve çeşidi sayıyorlardı, tatlı, garip jelibonlar, bilakis Safranbolu lokumunun yerini hiçbiri tutamazken, karakteri bozuk çikolatalar filan. Bir ara Montaigne ya da Schopenhauer yaşasaydı, onlardan ‘sevdiğin birini kırma sanatı’ tarifiyle beraber içi saf düşüncelerle dolu deneme yazmalarını isterdim. Ölü üzerine nereden bulunduğu bilinmeyen gazete sayfaları konurken, o gazetelerin nereden geldiğini merak etmişimdir. Bir de yazarların o müthiş dehasını. Şebo o tatlı sesiyle yarım saat boyunca slaytla beraber bana şirketin çalışma prensibini anlatmaya devam ederken, bir ara göğüslerine gözüm takılmıştı. Bütün kadınlar öyle ya da böyle terk eder diyen bir şair vardı bir ara. İmreniyorum böyle saçmalıklara. Yedek depoyla insan bir aracı kullanırken elbet tedirgin hisseder ve en yakın benzin istasyonuna aracını götürmek ister. Bunlar bir yana, özgürlüğün kalesinde yalnız iki burç gibi görünen göğüslerine gösterdiğim ilgiyi, Şebo’nun aklına, fikirlerine göstermiyordum. Saygısız, düşüncesiz, biraz daha ileri gidebilirsem ipsiz, sapsız, serserinin biri olarak atfetmek isterken kendimi, ağır ağır sürünen deniz foklarının ölmeden önce ıslattıkları göz çevresini hatırladım. Sanırım biraz duygusal. Hafif gotik tarzı vardı. Aslında yüz, makyaj, giyim karakteristiği umurumda değildi. Ayarı belki de olmayan, altın suyuna yatırılmış saatinin oval camın içerisindeki saat on civarını gösteriyordu. Derin, net, canlı mavi bluzunun üzerine lacivert, krem renkte düz hatlı desenleriyle bir yelek giymişti. Saçlarını boyatalı birkaç gün olmuştu. Kuaföre gittiğini saçlarının alnına düşen ön kısmını kestirdiği şekilden anlaşılabiliyordu. Dip boyası, kafatası çevresi ayrı, saç uçları ayrı renkte, çeşidi bol bir karnaval hissine büründüren varlığıyla Şebnem’in umurunda olan tek şey, çalıştığı şirkete insan kazandırmak. Böylece kendi de para kazanabilecekti. Kardeşinin son dershane taksitlerini gönderebilecek, elektrik, doğalgaz, telefon, su faturalarını yatırabilecek, adlarını öğrenebilmem için dört sene lisans programında okumam gerekliliği hissi veren kahveleri içebilecek, kısacası insanca yaşayabilecekti. Distribütör olmak da kolay iş değil. İki ufak gamzesi yüzünün tatlı konsantresini artıyordu ama bir yandan da gözlerindeki o ihtiyatlı davranışların düşlerinden kaçıp gitme arzusunu yakmış ve hayata dönmenin acısını tatmış bakışlarından kalma baygınlığı görünce sıkılıyordum. Sesini sevmiştim, göğüslerine de ilgi duymama sebep olan şey uykumun gelişiydi. Yastık algısı oluşturan, içi süt dolmaya hasret bezleri olan göğüslerinden gözlerimi çekip, karşıda okey oynayan dörtlüyü izlemeye başlamıştım. İki dakika çekmeden başımı çevireceğimi biliyordum.
Bazı gerçekler vardır, insan o gerçeklerin dışına çıkarsa kazayla, tehlikeyle baş başa kalma ihtimali artar. Bazen de bir öyküye başlarken çektiğim acının hikâyesini yazmadı düşünürüm. Ateşin kibriti, ağacı, ormanı yok ettiği o anlık kıvılcımın doğurgan oluşuna sevinen birileri elbet vardır ama karbon hikâyesi nasıl zor ve karmaşıksa, bir öykü yazmanın, daha doğru bir ifadeyle yazamamanın hikâyesi de bir o kadar zor ve karmaşık olur. Tek yapmak gereken endişelenmeyip, güzel bir şarkı açıp, dinlemek ve sonra karşıya giden feribotun koltuk derisi yırtılmış tarafına parmak ucunu yaslayıp, baygın gözlerle denizi seyretmek gerekli. Doğru bir cümle bulmak için bile insan yıkılabilir. Titizlikle yıkadığım ıspanak gibi bir kez olsun yazmak isterdim. Yazmaya başlasam, çıplak bir vartaya düşüp, koyu yeşil ormanın oksijen yalanı dalgın bir imtiyaz sağlasa ciğerlerime ve kesik hecenin süslü püslü tarafları atılsa, benden beklenen bir şey olmasa. Yıkılırsam, doğrulurum da. Ateş yanar yine. İki delinin el ele minibüse binip, beş dakika geçmeden inişlerine ait bir öykü, roman… İçi aşk, sevgi ve temizlik kokan bembeyaz bir gecelik giyinmiş kadının, karşısında bacakları yırtılmış pantolonu, donunda pisliği ve burnu dolu sümük eşinin ölümüne ağladığı kaldırım kenarında oturup, ağlayıp biraz da kaderine kadının, adamın, sonra onları yazmayı göze almak…
İki kadın konuşurken duydum. Biri diğerine kızıyordu:’ Kullan diyorum sana bu hapları, hala diretiyorsun. Ya kuzum, bugün yarın kaput yırtılır, acele macele diyorsun, çocuğunuz olur sonra, dinle ablanı, vereyim sana da kullandığımdan, için rahat olsun.’ Diğer kadın konuşan kadına göre daha gençti. Genç olmasın karşın yorgun ve başı ağrıyor gibiydi. ‘Abla, başım ağrıyor, ara ara da midem bulanıyor. Yoksa…’ Diğer kadın yine kızarak sözünü söylüyordu:’ Anlamıyorsun ki beni, hep şüpheyle, hastalık hastası yapıyla yaşamaya devam ediyorsun. Öğretmensin sen, bilinçsiz biri olsan tamam diyeceğim de, of, evime uğrayalım bir de, test yapalım…’ Bu konuşmaya kulak misafiri olduğum yer de ilginçti. Gösteriş yapacağım kimse olmadığından dolayı rahatça kitabımı alıp, oturduğum küçük, şirin bir mekânda sigarımı söndürürken iki kadın da kalkıyorlardı. İlk anarşist manifestoyu okuyordum. İş hayatına girdiğimden beri işçi haklarına daha çok ilgi duyar olmuştum. Aktif bir anarşistin, çalışırken ezilen işçilerin olabileceği düşüncesine sahip olmamla beraber içim de rahata ermiş, asıl eylemin megalomani iş sahiplerine, üstlere karşı gösterilen tepkilerde, itirazlarda olduğuna inanıyordum. Bu düşüncemi sevmeyecek pek çok insan olabilirdi ama tartışacak insan da olmayınca, insanın kafası az da olsa rahat ediyordu. Mekânın sahibi elli senelik bir hikâyeden bahsetmişti bir gün. Bahsetmesine sebep olay da, elimde kitapla içeri girip, saatlerce mekânda oturup, çay, sigara faslını gerçekleştirmemdi. Anlatacağı olayla herhalde beni de ilgili görüyordu. ‘Burada biz eskiyiz. Benim babam, büyük babam burayı yarım asır akşam meyhane, sabah çorbası mantığıyla işletmişler. Kısmet, bize de burada çalışıp, ekmek parasını kazanmamız düştü. Oğlanın tavsiyelerine uyup, böyle onun deyişiyle tarz bir yere dönüştürdük. Neyse canım, anlatmak istediğim hikâye şuydu. Babam o zamanlar daha küçükmüş, on, on bir yaşlarında. Okuldan çıkar, babasının lokantasına gelir, çalışırmış. Derdi ki, şu karşıda eskiden büyük bir baba demiri vardı. İngilizlerin o demiri İsveç’te yaptırıp, Türkiye’ye getirdiklerini söylerlermiş. O baba demiri öyle sağlam dökülmüş ki, insan gücüyle filan imkânsız yerinden oynayabilsin. İngilizler birinci cihan harbinde o zaman işte Osmanlıyı biz mahvedeceğiz, artık orası bizim sömürgemiz olacak deyip, kendi kullanacakları baba demirlerini bile yaptırıp, getirmişler. Buraya kadar hikâyeyi dinlerken, anlattıklarının inandırıcılığını kaybettiği yerin İsveç’ten baba demiri ithal etmesi olmuştu. O yıllarda tarım ekonomisi üzerine kurulu İsveç’ten baba demiri ithal etmenin akla hayale sığacak bir tarafı yoktu. Belki küçük çaplı bir fabrika da olabilirdi ama bunların hiçbirisine zaten gerek yoktu. İngilizler kendi ülkeleri sınırı içerisinde demire istedikleri şekle sokup, istedikleri yere de götürüyorlardı. Hikâyenin kalan kısmındaysa, o baba demirinin sahilden kaldırılmadan önce bir adamla alakasından bahsetti. Akşamları şarap içmeye babasının mekânına gelen bu adam, köy enstitülerinden mezun olmakla beraber, ömrü billah iş güç nedir bilmemiş. Kendisine babasından yüklü bir miras kalınca, serkeş ruhunun sesine kulak verip, kendini şairliğe, şaraba ve yalnızlığa vermiş. Yalnız bir kadını sevdiği anlatılır. Adam zengin, Paris’e gidip geliyor tabi. Çat pat Fransızcasıyla bir kadına orada âşık oluyor. Kadını Türkiye’ye getirip, evlenmek istiyor. Kadın okeyi verince, adam hazırlığını yapmak üzere Türkiye’ye dönüyor ve babasından kalan mirasın para getiren işletmelerinin başına geçmek için kendini hazır buluyor. Üç ay boyunca çalışıyor. Evini adamakıllı yeniden diziyor ve kadınla beraber Türkiye’ye dönmek için Paris’e gidiyor. Gidince bir de ne görsün, kadın çoktan bir başka adamla beraber olmuş, bizim adamı görünce tanımadığını söylüyor. Orada olay çıkıyor, polis geliyor, birkaç gün Fransa kodesinde kaldıktan sonra Türkiye’ye gönderiliyor. O günden sonra da adam baba demirini kendine dost belliyor. Her gün onun yanında duran bankta oturup, denizi seyrediyor, şarap içiyor ve şiir yazıyor. Mekanın sahibi benimle alakadar olunca hoşuma gitmedi değil ama daha da önemlisi o adamın yazdığı şiirleri babasının sakladığını ve o da onları babasından kalan bir emanet olarak görüp, özel olarak sakladığını söyledi. Eğer hoşuma gider, işime yararsa, bana verebileceğini söylemesi karşısında ayağa kalkıp, ‘çok sağol be babalık’ diyesim gelmişti. Şiirler saman kâğıdına dolma kalemle yazılmıştı. Birbirinden güzel, yer yer inci gibi, bazen de anlaşılması güç yazı dilini kullanmıştı. Adam gerçekten şairdi. Yazdığı şiirleri okurken, Orhan Veli artı Turgut Uyar, biraz da Pablo Neruda ya da Rabindranath Tagore.
‘yılın en ağır hüznü çökmüştür aylardan Nisana
bir yılan gibi sarılıp dolansan içime
şehrin düzmece aşklarını kaldırıverirler
nasıl olduğunu unutup
sen Kadıköy vapurunda bir garip martı
iyiyiz
kötülük taşınırken içlerimize’
…
‘elimi uzatırken kireç vurma yüzüme
taş kalpli olamazsın
ruhumla öptüğüm ilk dudak
ah bilinmez insan nasıl da ucuzdur yaşamı
bir ırmağın adı olarak kalsaydın keşke
koşarak uzanamazken ayaklarına
gitme, hasretim
tebeşirle çizilen kalp değil bizimkisi
başını daya kalbime
dökülür saf bir nur göğsünden
gece yitirim tilkisi’
…
‘seni, seni, yalnız seni sevdim
bir cebirsel hata benim sevgim
sayılar karmaşık
susuyorsam İstanbul’a atfet
beni affet
tekrar etmediğim günler kalmış olabilir
seni, seni, yalnız seni’
Bir yandan anarşist manifestoya bakınıyordum, diğer yandan adamın şiirleri ilgimi çekmeye başlamıştı. Mekân sahibi gözlerini bana dikmiş, vereceğim cevabı bekliyordu. ‘Bu adamın yazdıkları, gerçekten güzeller. Eğer okumak, saklamak istemiyorsanız, izninizle bende kalabilirlerse sevinirim.’ Mekân sahibi ‘a, ne demek, memnun kalırım efendim, bir de karışık ansiklopedi setleri var, onları da getirelim, depodalar, işinize yarar belki. Faruk depodan ansiklopedileri de getir yavrum’ dediği an, gözlerimi hırsla manifestonun içine doğru soktum. Adamın şiirleri enteresan bir kütüphane kaynağı olurdu ama çöpe gidecek ansiklopedileri bana kakalamak da neyin nesiydi? Nasıl olsa yolda, çöpün birine her birini atacağımı düşünsem de, ansiklopedileri de elimde bir süre taşıma mecburiyetinde kalacaktım. Bellagarrigue solipsist egoizm ışığı altında anarşist spektrumun bireyci tarafında varlığın özünde benin somut, diğerlerinin soyut olduğunu, halkın askında ezilmemesi gerekliliğine örnek teşkil edebilmek amacıyla bu beni varlığın özü görme teorisini yorumluyordu. Bir nevi motosikletle yolun en sağından değil de, sağ şeritte, normal bir araç muamelesi gösterip, asla ezilip, büzülmeden gitmeyi anlatıyor gibiydi. Tükenmesini istemediğim kırmızı kalemle şu cümlenin altını çiziyordum:
‘ Vatandaşlar arasında ihtilaf çıkması için bir tarafta hükümet yanlısı, diğer tarafta hükümet karşıtı olması yeterlidir. Hükümete duyulan sevgi ya da nefret dışında iç savaşın başka bir sebebinin olmadığı aşikârdır. Yani barış sağlanması için tüm vatandaşların ne hükümet yandaşı, ne de karşıtı olması gerekir.’
‘Bütün insanlar egoisttir, egoist olmayı bırakan kişiler birer obje haline gelirler. İlla obje olmam diyenler hırsızlardır. Tabi ki anlıyorum! Sözcük kulağınızı tırmalıyor değil mi; şimdiye kadar sahip olduklarıyla yetinmeyip, başkalarının mallarını alan kişiler için kullandınız, ama onlar insan, siz değilsiniz. Onların ne kadar açgözlü olduğundan yakınırken, ne yapmış olduğunuzu biliyor musunuz? Kendi embesilliğinizi tescilliyorsunuz. Şu ana kadar tiranların olduğuna inandınız. Yanılıyorsunuz. Yalnızca köleler vardır. Kimsenin emirlere uymadığı bir yerde, emir veren kimse yoktur.’
‘Partiler yalnızca ülkede güç adına kan akıtmak için varlar.’
Cümleler çoğalabilirdi. Çizdiğim cümlelerin bazısı beni rahatsız etse de, çoğunlukla hoşuma gidiyor, ince kitabı bitirmek için can atıyordum. Eve gelince kitabı bitirmek için son beş sayfa ve günün avantası olarak bilinmeyen adamın sır dolu şiirleri vardı. Sevinçliydim. Şebo, yani Şebnem’in göğüslerini, söylediklerini çoktan unutmuş, Acar’ın beni şirkete sokma çabalarını yanıtsız bırakıp, pasif bir direnişe geçmiştim.
Gün içinde hiç durmayan yağmur altında motosikletle şehri iki buçuk saate yakın dolaşmıştım. Bir ara sokak arasında durup, kaskı çıkarıp, yağmuru izlerken, bir ara da büyük işletmelerden birinin önünde duran güvenlik görevlisiyle nöbet tuttuğu kapıda tanışıp, muhabbet ettim. Eve geldiğimde hem motor hem de ben kirlenmiştik. Yol da ilerlerken, ıslak asfaltın üzerindeki çukurdan geçerken bir ara yalpalamış ve hızla kaldırıma çarpacakken, son anda dengemi kaybetmeden yavaşlamış ve durmuştum. Tehlikeden sonrası kazaydı. Sonra yine aynı rüyayı gördüğümü eve gelip, çay demleyince anımsadım. Yatağın ortasında uzanmış insanın bileğinden akan kan yer yer kırmızı, mavi ve yeşil renkteydi. Parkelerin üzerinde renkli bir gökkuşağı var gibiydi. Beyaz, dizlere kadar uzanan elbiseyi katlayıp, avucumda taşıyordum. Yatak ter ve ten kokarken, elbiseden kan ve aşk kokusu odaya yayılıyordu. Rüya ağlıyordum. Ağlamak rüyada iyi bir şey olmalıydı. Gözlerimi açtığımda uyanabileceğimi umuyordum.
Kenar mahalle denen bir şey artık yoktu. Sokakları bile birer birer şehir haritalarından silerken, her şey ‘aman, boş ver, ne bok yerlerse yesinler’ diyen benim gibi embesiller yüzündendi. Bir polis minibüs şoförüyle tartışıyor, minibüse bedava binmenin yollarını ararken, minibüsçü ‘abi iki lira yol parası, vermezsen de canın sağ olsun ama bak herkes burada para veriyor, sen üç bin lira maaş alıyorsun, iki lira vermiyorsun da, asgari ücretle çalışan insan niye her gün iki lira vermek zorunda kalsın. Allah aşkına abi, insaf ya!’ diyordu. Polis sinirleniyor, ‘senin gözün bizim aldığımız parada mı’ diyordu.
Beş sayfa bitmek üzereydi. Yürüyemiyordum. Boş sayfa bir türlü bitmiyordu.