- 630 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Ömür Biter Yol Bitmez
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Git git bitmez, yolun sonu görülmez. Ömür biter yol bitmez…
Neden bitmezmiş? Demirli betondan olsun, katran karası asfalttan olsun, isterse tozdan topraktan; sonunda yol değil mi? Başı, sonu belli değil mi Neden bitmesin ki?
Değil. Bir kere dünya, yuvarlak değil düz bir çizgidir. Düz çizgi dipsiz direksiz bir suyun üzerindedir ve başı sonu belli değildir. Yani, dünya düz bir yolun üstündedir, başı sonu belli değil.
Keh, keh, keh! Yalan mı?
Dünyayı yuvarlak sananlar, yuvarlak dünyanın durmadan döndüğünü, dünya döndükçe tepe takla nasıl durup niye düşmediklerini anlayamayanlar; dünya karpuz gibi değil çubuk gibi düz bir çizgidir. Yer ayaklarımız altında, gök başımız üstündedir.
Keh keh keh! Yalan mı?
Düz yol da böyledir. Başı, sonu belli değil…
Git git bitmez, yolun sonu… Ömür biter yol bitmez. Aslında her şey başımıza dert; bitmeyen yol değil dert babam dert!
Keh, keh, keh!
Yani asıl mesele fert… Hey gidi dertli fert! Düz yolda dur ve dikil. Önce elini gözüne siper et ve ileriyi seyret. Sonra dön, geriye bak.
Ne gördün?
Önün daar, gerin dar! Bu ne biçim iştir; bir düşün! Dar bir yolun üstündesin. Yalan mı? Düz bir yolun üstünde… İster devam et, ister yan yola gir. Doğru yolda yürüyenler; size iyi gitmeler...
Yıl, iki bin sekiz. Ocak ayı. Hava soğuk mu soğuk; insanın iliklerini donduruyor. Belli ki Balkanlardan soğuk hava dalgası gelmiş. Dağlarda kar ve buz var. Zaten kar hep dağlara yağar, sular hep orada buz tutar, soğuğunu da buraya salar. Trakya böyle bir yer. Gök kubbe kapalı, bulutlar alçak mı alçak, uzansan elin değecek. Hava hem soğuk, hem de puslu...
Karısıyla ikisiydi. Ayaklarında bot, bacaklarında kadife pantolon, başlarında yün kasket, sırtlarında kalın mont, kazak, kaşkol, hem de eldiven; sıkı sıkıya giyinmişlerdi.
Hava soğuktu ama bari yağmasa! Çünkü çadırları yoktu. Yeşildirek’ten aldıkları atlet, külot, çetik, çorap gibi birkaç bir şey satarlarsa üş-beş kazanıp mutlu olacaklar, yarına umutla bakacaklardı. Paranın gözü çıksın; iki gönül bir olunca samanlık seyran olurmuş ama o eskidendi. Eski camlar bardak olmuş, gelenekler bozulmuş, samanlık seyran olurmuş ama bugün paran varsa varsın, yoksa yok. Parasız doymuyorsun, doğuramıyorsun, okuyamıyorsun, bırak hepsini göğsünü gere gere ölemiyorsun bile ki, yaşamak zor olmuş. Eski günler mazide; güzellikler de orada kalmış. Çok şey unutulmuş. Unutulmamış, yok olmuş. İşte böyle; paracı, sevimsiz bir dünya düzeni kurulmuş. Paran varsa varsın, yoksa yok; paran kadar konuş, yoksa sus. Susmazsan susturulursun, bu halini arar olursun, belki de zor bulursun. Bugünün gerçeği buymuş…
Satacaklarını kucaklayıp indirdiler, yol boyuna sıra sıra dizdiler. Demir eşekleri kaldırıma doğru yerleştirdiler, tahtaları, örtüleri serdiler, tezgahı hazır ettiler. Tezgah üstüne çamaşırları, çetik, çorap, atkıları özene bezene dizdiler. Soğuk donduruyor, poyraz yeli kamçı gibi çıplak yerlerini kırbaçlıyordu. Soğuk üşütecek, bu belliydi. Belki elleri çatlayıp kanayacak, belki yüz derileri yanacak, dudakları uçuklayacak, belki yalama olacaklardı tamam da; birden yağmur mu, kar mı ne olduğu belli olmayan bir şeyler çiselemeye başladı. Soğuk neyse ne; ona katlanacaklar ama yağış olursa pazar olmaz, satış olmaz. Satış olmazsa pazarcılık olmaz.
Onları bu yaşta pazarcı edenin gözü çıksın!
Yeşil, kırmızı, mor, pembe, siyah, beyaz gibi renk renk çamaşırlar ıslanmasın diye tezgahın üstünü şeffaf bir naylonla örttüler. Hava soğuk, hem puslu, bulutlar yere kadar çökmüş bir şeyler çiseliyor. Toplanıp eve mi gitsek, biraz durup beklesek mi acaba diye kararsızlık içindeyken göğün görülebilen uzak yerlerine bakıp beklemeye karar verdiler. Hava açılacağa benziyordu…
“Üç yıl, üç yıl...” diyordu Beytullah bey. Üç yıldır çalışmıyor, emekli maaşıyla geçim yapamadığı için hayatın zorluklarıyla boğuşup duruyordu. Para, para, para… Canı çıksın, parasız yaşanmıyordu. Tezgah açacak, bir şeyler alıp satacak, üç-beş kazanırsa bütçeye katkı yapacak ama öteki pazarcılar onu kıskanıyordu. Düzgün bir işi olmayan pazarcı, emekli olup işsiz güçsüz kalan pazarcı, aç pazarcı, tok pazarcı… Herkes satacak, kim alacak? Arz var, talep yok. İhtiyaç var, kapital yok. İnsanlar fakir, alım güçleri yok! Yok, yok, yok…
Üşümüş ellerini üfledi, ovaladı. Karısının yüzüne baktı. Kaldırımın az ötesinde mağazanın balkonu vardı.
“Biraz bekleyelim.” dedi, “Balkon altına gir. Eldivenlerini giy. Ağzını, burnunu sar.” Demirden eşekler ellerini kirletmişti; “ben kahveye gidip ellerimi yıkayım.” Üşümüştü, bu yüzden idrar yolları onu zorluyordu; “ Çişim de geldi, işeyim.” dedi, “Sen bekle. Hem tezgahı gözle. Yel uçurup açılmasın, çamaşırlar ıslanmasın...”
Ellerini göbeğinin altında kavuşturdu, boynunu kıstı, yürüdü. Az ötede asmalı kahve vardı, oraya gitti. Mavi boyalı demir kapıyı açtı, sorgusuz sualsiz daldı. Kimden kime ne? İçerisi sıcaktı. Kahve sıcaktı ama kahvedekiler tanış değil yabancıydı. Şaşırdı. Selam vermedi, başını bile eğmedi; dosdoğru ayakyoluna gitti. Gidince çişi olduğunu unuttu. Ellerini yıkadı, su soğuktu. Kapıyı örttü, ışığı söndürdü, cam dibinde boş bir masa gördü, oraya yürüdü. Orta yerde kocaman bir soba, har har yanıyor, çevreye ısı yayıyordu. Sobanın yanına eğildi. Gazete yapraklarını çevirecek; spordan, siyasetten, dünden, bugünden, çeşitli görüşlerden bilgi edinecek, hava açana kadar böyle vakit geçirecekti. Fener ara transferde kimi sattı, kimi aldı? Kasımpaşa’lı uzun adam, Kayser’li kısa adam acaba ne yapıyorlardı? En mühim mesele türban mıydı? Acaba saç telleri cinsel objemi, yoksa başka bişey miydi? Sayfalarda dedikodu var, baldır bacaklı tatlı hayat var, savaşan var, sevişen var, Amerika’ya sataşan var, satış yapan var… Çok şey var; acaba ahlak, gerçeklik, dürüstlük, insanlık var mıydı? Atatürk cumhuriyetinin kıymetini bilen, yerini, yurdunu, ülkesini, milletini seven; paraya pula, sömürücülere hizmet etmeyen, kim olduğunu, nereden gelip nereye koştuğunu bilen var mıydı? Şöyle bakacak, göz atacak, biraz ısınacak, ufak ufak çayını yudumlayacak, gözünün biri de yolda olacaktı. Canı cehenneme; bir de sigara yakıp ama zevkten, ama kederden tüttürecekti!
Ellerini yıkamış, ıslaktı. Gazete ıslanmasın diye ıslak ellerini sobanın yanına silkeledi. Gitti, cam yanındaki boş masaya oturdu. Masada eski bir örtü, sigara külü, cam küllük, renkli bir gazete vardı. Saydı; kahvede sekiz masa, çok sandalye, az kişi vardı. Orta masadaki dört kişi istekalara taş diziyor, üç kişi seyrediyordu. Sövüyor, apış arası, yüz karası, ne yazık ki gerçek böyle; aldırmaksızın seviyesizleşiyorlardı Duvar dibindeki masada takım elbisesi eskimiş, gömleği eskimiş, kravatlı, yaşlı bir zat; boş, manasız, biraz da meraklı gözlerle onu süzüyordu. Küllüğü yakınına çekti, bir sigara telledi, gazetenin sayfalarını çevirdi. Bu sırada yanına kahveci geldi, ondan çay istedi. Kahveci gitti, çay geldi, içti. Boşu almaya gelen kahveciye; “tazele.” dedi. Gazetede okudukları hep aynı şeylerdi. Yazarlar lümpen, milletin çoğu lümpen, lümpenleri yönetenler lümpen; iş bilip kılıç kuşananlar kurnaz, dümeni döndüren, malı götüren, lümpenleri sömüren, düzeni sürdürenler vardı. Asgari ücret kaç para? İşçi, köylü, emekli, kime ne demeli, ne söylemeli… Kim ne diyor, kapitalist, emperyalist ne söylüyor, onlar kime hizmet ediyor, karşılığında ne alıp ne veriyor? Terör var, “eziliyorum hak isterim” diyen var, ülkeyi bölmek isteyen, bölmek ne ki; satmak isteyen var, kadercilik var, akbabalar, sırtlanlar, çakallar var… Boş vermişlik var. Lümpenlik ne ki? Dün iki gönle samanlık seyrandı, bugün bu durum var. Paran varsa her şey var, yoksa yok; para için kan akıtılıyor, uyuşuklar iyice uyutuluyor, konuşmak isteyenler susturuluyor. Birçok yazar, yolumuza ışık tutacak birçok aydın bile çok vahimdir kukla olmuş oynatılıyorlardı. Dünyanın köküne kibrit çakılmış, her yer yangın yeri. Başka bir dünya yok ki, o yanarsa herkes yanacak. Acaba kibrit çakanlar nereye kaçacaklarını sanıyorlardı? Gazeteye baktı. Evirdi baktı, çevirdi baktı, sonra kızdı kapadı. Spor sayfasına da bakmadı. Çünkü Fener, Ronaldo’yu, Maldonado’yu almamıştı. Kimseyi de satmamış... Bir de baktı ki, meraklı Melahat yanında! Takım elbiseli, kravatlı yaşlı adam… Başını kaldırınca göz göze geldiler. Beytullah oturuyor, o da başında dikiliyor;
“Sen yabancı mısın?” dedi damdan düşercesine. Haydaa, dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı! Ne alaka? Beytullah Bey şaşırıp afalladı. Yabancı mı? Allah, Allah! Yabancı ne demek? Bu şehirden mi, başka bir yerden mi? Türk değil, başka ülkeden… Yabancı ne demek? Adamın “Bu kahvede yabancısın, başka mahalleden mi geldin?” demek istediğini anlamıştı.
“Yok, değilim.” dedi, “Yabancı değilim, buralıyım.”
Meraklı adam:
“Tuvaletten çıktın, ellerini silmedin...” dedi. Adam böyle deyince şok yaşadı, afalladı. Ne demek ellerini silmedin? Aslında tam böyle değil; helâya girdin, işeyip sıçtın, ellerini yıkamadın, öyle pis çıktın, adamın böyle dediğini, onu sorguladığını sandı. Beytullah pis biri… Hava soğuk, hayat zor, yağmur mu kar mı ne olduğu belli olmayan bişeyler çiseliyor, toplansın, pazarı bırakıp eve mi gitsin; orada mı beklesin, ne yapsın, ne etsin; bir de kahveye girmiş sıcak mı sıcak, sıcak da çarpmış; sen kimsin be dam, ne diyorsun? Zaten aklı karma karışık...
“Ben tuvalete girmedim.” dedi adama.
Adam:
“Girdin, ben gördüm!” deyip diklendi, “Kapıdan girdin, yürüdün gittin. Dosdoğru tuvalete gitti. Beni görmedin mi? Şurada oturuyordum, duvarın dibinde. Seni gördüm.”
Beytullah Bey:
“Girdim ama işemedim.” dedi. Dedi ama sinirleri de aniden gerildi. Sana ne be adam? Girdim, çıktım, işedimi sıçtım… Sinirli sinirli; “Sen oraya oturup gün boyu gireni çıkanı mı takip ediyorsun?”
Meraklı adam:
“Hayır…” dedi.
Beytullah Bey:
“Ee?” dedi. Adam bir şey demedi. Yüzü hafif tuhaf, bakışları biraz sırıtkan ama o da afallamış, şaşkın gibiydi. Bu yabancı adama nereden bulaştım acaba der gibi... Beytullah Bey, bu yaşlı adama kızmıştı. Temizlik hastası mıdır, aklından zoru mu vardır, başkalarını sorgulamaya ne hakkı var? Ulan, zaten canı burnunda; otuz yıl çalışıp emekli olmuş, çalışırken huzursuz, şimdi pazarcı olmuş… Zaten utanıyor. Bir de pazarcılar kıskanıyor, huzursuz mu huzursuz. “Sen beni ne sandın?” dedi meraklı adama. “Lavaboya kusar, işer, sıçar, çükünü, götünü yıkamaz mı sandın? Ne sandın?”
Yaşlı adam:
“Estağfurullah!” derken yüzü kızardı.
“Ee, zorun ne o zaman?” Adam kızardı, bozardı, gördüğü bu tepki karşısında ne yapacağını şaşırdı. Bu tanımadığı adam nekes biri çıkmıştı. Sana ne? Sana ne gelenden gidenden? Ellerini yıkayıp silmeyenden? Ceplerinde bir şeyler aradı. Elleri titriyor, bacakları titriyor, her yeri zangır zangır. Sigara buldu, kibrit bulamadı. Kırış buruş olmuş paketten tek bir sigara aldı. Dudakları da titriyordu. Titreyen elini masaya doğru uzatıp bir şeyi işaret etti.
“Ver…” dedi. Beytullah Bey, adamın ne istediğini anlamamıştı. Masada gazete, mavi cam küllük, bir paket sigara ve çakmak vardı.
“Gazeteyi mi?” diye sordu.
“Hayır hayır,” dedi yaşlı adam, “yeşil olanı ver.” Yeşil olan çakmaktı. Çakmağı ona verdi. Adam, titreyen eliyle titreyen dudaklarındaki titrek sigarayı zor yaktı. Teşekkür etmedi. Başıyla tuvaleti gösterdi:
“Ellerini kâğıda silmedin…” dedi. Beytullah Bey, adamın gösterdiği yere baktı. Orada tuvalet vardı, tuvaletin eski bir kapısı vardı, çatlak camında sarı bir ışık; belli ki içerde birisi vardı. Bakışları orada takılı kaldı. Sonra kapı açıldı, içerdeki dışarı çıktı. Elleri ıslaktı. Çivide asılı bir top samanlı kâğıt vardı. Kâğıtlardan bir tane koparıp ıslak ellerini kuruladı. Vay anasını! Meseleyi şimdi anlamıştı. “Haa!” dedi. Ellerini yıkayıp çıkmıştı ya; çünkü içerde bez yok, peçete yok; çivide takılı kâğıt varmış, o, bilmiyordu. Orada kâğıt olduğunu bilmeyen birinin yabacı olduğunu da yaşlı adam iyi biliyordu! “Haaa!” dedi, “Kapıyı açıp kahveye girdim, dosdoğru oraya gittim. Demir eşekler kirletmiş, ellerim pisti. Ellerimi yıkadım, içerde silecek bişey yoktu. Gelip sobanın dibine eğildim, suları oraya silkeledim. Sen gördün. Ellerimi üstüme silmediğimi, insanların içine değil de sobanın dibine silkelediğimi ama orada kâğıt var; görmediğimi sen gördün! Haa, şimdi anladım! Bana ondan sordun; yabancı mısın diye…” Yanlış anladığı için yaşlı adamdan özür dileyecekti. Çünkü hayatı boyunca hiç yapmadığı bir şeyi yaparak agrasif davranıp bir insana saygısızlık yapmıştı. Dönüp baktı ki; yaşlı adam yok, gitmiş! Kahve içlerine bakındı, arandı, tarandı; yok, gitmiş… Yerinden fırladı, kapıyı hızla açtı, dışarı çıktı. Adamı yolda yakalayıp kolundan tuttu;
“Dur amca.” dedi, “İşin mi var? Gel, gitme… Lütfen!” Adam hiç bişey söylemedi. Yüzü gülümsüyor, yabancının kabahatini anladığını adı gibi biliyordu. Dönüp tekrar kahveye geldiler. Masanın bir tarafına o, öbür tarafa da yaşlı adam, karşı karşıya oturdular.
“Çay içer miyiz?” dedi.
Yaşlı adam şaşaladı. Kekeleyerek:
“İç… iç… iç…” dedi. İçeriz ya da içmeyiz diyemedi.
Beytullah bey:
“İçeriz, içeriz.” dedi üstüne basa basa. Kahveciye el etti, iki tane çay istedi. “Adım Beytullah…” derken elini uzattı, yaşlı adam da uzattı; tokalaştılar. Yaşlı adamın eli yumuşak ve sıcaktı. Belli ki çok yazmışlar, yardım uzatılmışlar, tokat olmamışlar; onlar çok kutsaldı. Şimdi titremiyorlardı. Adamın muhterem biri olduğunu hemen anladı. “Emekliyim.” dedi, “Otuz yıl çalıştım. Memurluk yaptım. Yabancı değil buralıyım. Te şurada…” dedi, gösterdi. “Yol kenarına tezgâh kurduk. Karım orada. Pazarcı olduk. Ellerim pislenmişti. Bir de üşümüştüm. Hava da puslu! Yağacak mı, yağmayacak mı belli değil…” O konuşuyor, yaşlı adam hep gülümsüyordu. Aslında ona pek bir anlam veremiyor, ne yapmak istediğini bilmiyor; hala şüpheleri vardı. Adam gözleriyle sanki masadaki sigarayı gösterdi, sorgucu bir şekilde. Beytullah Bey anladı.
“Haaa…” dedi, “diyorsun ki; hem emekli bir memursun, hem yakınır durursun, bu pahalı Amerikan sigarası da ne? Tombaladan çıktı.” dedi, “Aslında…” deyip o da gülümsedi. “Eskiden olsaydı… Eskiden her şey çok başkaydı. Bambaşka. Emperyalistin sigarasını içmek, gazozunu içmek, Lewis marka kot giymek… İnsan düşündüğü gibi yaşamalı öyle mi? Teori ve pratik meselesi… Doğrusun, eskiden öyleydi. Şimdikiler yaşadıkları gibi düşünüyorlar. Adın neydi?” diye yaşlı adama sordu. “Söylemedin. Benim ki Beytullah…”
“Ke… Ke… Ke…” deyip kekeledi yaşlı adam. Aslında baştan çok güzel konuşuyor, hiç kekelemiyordu.
“Kerim mi?”
“Kemal…” dedi. Başını iki yana sallarken; “panik atak...” dedi, “Panik… Sinirlenirsem, üzülürsem, bir açmazın içine düşersem tutuyor. Allah belasını versin.”
Beytullah bey:
“Kemal abi özür dilerim.” dedi, “Benim yüzümden… Sana kabalık ettim. Hiç tarzım değildi. Aslında karakterime zıddı zıddına tersti ama oldu işte! Stres… Zaman değişmiş, yaşam tarzı çok değişmiş, kimileri kendilerini değiştirip buna ayak uydurmuşlar ama kimisi değişememiş. Stres zamanımızın vebasıymış, öyle tarif ediyorlar. Bu yeni hayat tarzına uyamayanlar stres illetine yenik düşüyor. Şaşırdık kaldık. Kısacık ömürde böyle çok değişiklik… Bir de diyoruz ki, bu ömür bize kısa; yüz yirmi, yüz otuz, yüz kırk yıl yaşasak. Yüz elli yıl yaşasak ne olacak? O zaman yandık valla! Kemal abi…” dedi panik ataklı adama. “Bir kızım, bir de oğlum var benim. Biri Can, biri de Canan. İkisi de can mı can. Lakin bizden sonrası tufan! Onların hayatları bizimkinden de zor olacak. İnsan mı olsunlar, başka bişey olup insanlığı mı unutsunlar; şaşırıp kalacaklar. Ben, daha uzun bir ömürden korkmuyorum. Canım istiyor aslında çok yaşamayı. Her şeye rağmen yaşamak güzel... Güzel abi! Bak sana bişey anlatayım; eskidendi. Çok eskiden. Gençken... Bizleri enselemişlerdi. Yeni evliydim o zaman. Kızım olursa adını Eylem, oğlum olursa Devrim koyacaktım. Hayalimde olan buydu. Korktum, koyamadım. Dünya yanardöner. Bugün böyle, yarın başka türlü. Ne yöne gider, o zaman gittiği yerde kim hüküm sürer belli mi olur; isimleri yüzünden sıkıntı içine düşmesinler, üzülmesinler istedim. Öyle akıl etmiştim. Bizi enselediler, bileklerimizi kelepçelediler, alıp götürdüler. Sorguya çektiler. Adım Beytullah ya; sorgucu polis bana, ulan it dedi. Ulan komünist pezevenk! Siz nasıl öğretmensiniz? Kendi sulanmış beyinlerinizle gencecik çocukların akıllarını bulandırıyorsunuz! Bir de adının içinde Allah var? İmansız, kitapsız! Yüzüme bir yumruk patlattı, gözüm kapandı. Anında… Tek gözle kalınca korktum. İkisine de içinde can olan isimler koydum. Lakin öyle bir zamanda yaşıyoruz ki; canın da, cananın da kıymetini bilen yok. Kemal Bey abi… Birçok değerimiz yok olmuş. Değeri olan tek şey, para! Ne yapalım, yola devam… Ama yanlış anlama, benimkisi moda olmayan yola devam. Yani, sağ gösterip de sol vurmuyorum. Öyle dedim ve pazarcı esnafı oldum. Pazarın ucuna tezgâh kurdum. Bire alır üçe satarım, parayı kaparım, bundan sonra ben de böyle yaşarım. Yani, zengin hayatı… Yerse, yedirirlerse! Her köşe başı tutulmuş abi! Her yerin bir sahibi var. Satmışlar, satıyorlar Kemal abi! Orman vasfını yitirmiş deyip ormanları, turizm bacasız sanayidir deyip deniz boylarını, dağları, bayırları, sulak çayırları… Ot bitmeyen kıraç arazileri bile satıyorlar kim alıyorsa? Her yeri satıyorlar. Abi, burnuma kötü kokular geliyor. Ortadoğu’daki Yahudi devleti de böyle kurulmamış mıydı? Yani abi, biz burada istekaya taş diziyoruz, ver papazı al kızı diyoruz. Biri ötekine beş atmış, Ronaldo, Maldonado yalanmış, rakıyı fondip yapmış, çakır kafayla yatağa yatmış, uyuyor, uyutuluyoruz abi! Bura sıcak, dışarı soğuk…” Böyle derken aklına geldi, dışarıya baktı. Bulutlar dağılmış, pus kalkmış, güneş var hava aydınlanmıştı. Ne kadar oldu dedi içinden, kahveye geleli. Meraklı bir Melahat’la sohbete tutulmuş, kendini unutmuş, yoksa vurdumduymaz birisi mi olmuştu? Karısı orada, dışarıda; eli ayağı üşümüş, yüzü şişmiş, ya don tuttuysa? Telaşlandı. Sigarasını, çakmağını aldı, dışarı fırladı. Kemal Beyi boş ver; haftaya Perşembeye gene gelecek, o zaman gene konuşurlardı. Aylar zun, yıllar uzun, yollar uzun mu uzun; git git bitmez. Ömür biter yol bitmez, dertlerse hiç bitmez. İçinden bu klasik lafı mırıldandı. Dışarıda güneş vardı ama güneş sahte; tam eşek öldüren güneşi. Olsun dedi içinden, hiç değilse yağış kesilmiş. Yürüyüp gitmezden önce pazaryerine doğru baktı. Pazar sokağının beri ucunda küçük bir tezgâh, tezgâhta renk renk çamaşırlar vardı. Tezgâhın başında karısı vardı. Uzaktan ona baktı. Omuzları düşmüş, boynu içine gömülmüş put gibi. Tezgâhın önünde, don, gömlek alan yok, para veren müşteri yok ama zabıtalar vardı. Onlar da memurdu. Görevini yapıyor, emirleri uyguluyor, kaçak pazarcıya ceza yazıyorlardı. Maliye kaydı da yok; bari onlar duymasa!
Yolları uzun kılanlara
Uzun yollara tuzak kuranlara
Üç kuruşa satılanlara
Dünyayı yaşanmaz kılanlara
Yuh olsun
Yaşlı adam da bir zamanlar memurmuş
Beytullah gibi çok çocuk okutmuş
Kimi adam olmuş kimisi hiç
Olmasalar bari piç
Bu hikâye yakında yaşandı. Yarısı gerçek, yarısı palavraydı. Kim ne anladı? Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az…
Tevfik Tekmen.29/01/2008/Lüleburgaz
YORUMLAR
Hiç de çabuk sinirlenen bir adam değilken, bazen birden parlayıveren, sonra sönüp yine öyle aniden, "ferimden değilse de ışığımdan incinen var mı ki" diye iki katlı üzülen....Yorgun ölesiye, ama madem ki yürünecek yol var daha, deyip, yürüyene, yürütene söve söve adımlayan o adam, hiç yabancı gelmedi bana. Öyle ki,, hani çıkıp, " elimi yıkamadım,çünkü kirlenmediler" ya da "demincek yıkadım, silmedim, çünkü su ıslatmadı bile" dese, inanacağım. Beytullah mıydı adı? Okudum, beğendim ve sevdim, öyküyü... Uf, ne ukala bir cümle oldu sonuncusu böyle.... Napalım, dedik bi kere. Tebriğim, saygımla güçlü kaleminize.
Tevfik Tekmen
Sayfamda o dudağı düşmüş küçük kızı görmek ne güzel. Sağ olasınız Aynur Hanım. Saygılar bizden de...