- 598 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
'motion'
’ayaklarını kaya tuzu attığı sıcak suyun içinde bekletirken, televizyon açık kalmış, gözleri kapanmıştı.’
Bu küf… Yorucu ve gri, yer yer siyah, bazen korkutucu, çamura saplanmış eti andırıyor. Tavan beyaz, beyaz bir et üzerindeki küfleri fark eden kırmızı gözler bunları fark ediyor. Yılan gibi, bazen kapı üzerindeki demir askılıkta duran kemere uzanıyor. Nem kemerin deri olduğunu bilecek akla sahip mi bilinmez ama kemer pek fazla bir zaman geçmeden küf tutuyor. Her sabah uyandığımda kendi derime bakıyorum. Sonra ayaklarıma. Eğer bir gün uyandığımda ayaklarım yerinde olmazsa ne hissederim diye çok düşünüyorum. Bazı empatilerin sempati duyulacak yanları olmadığı aşikâr ve bazı insanların gerçeği fark edecek aklının olmayışını ölene kadar hatırlayamaması da trajik… Ayağa biri kalkacak biraz sonra. Bunun ben olmasını diliyorum. Beden kımıldayacak, herhangi bir organın varlığı sebepsiz bir şekilde hareket edecek. Sonra ayağa kalkabildiği gibi lavaboya gidecek. Sanırım elini yüzünü yıkamanın manası yok, önce klozete oturacak, bekleyecek, bir süre gözlerini ovuşturacak, yalan yanlış bir program kurgulayacak kafasında ve hatasını silemediği kâğıtlarla kıçını silecek. Sonra ellerini günün ilk yorgunluğuyla, sabunluğu sıkıp, avucuna dökülen azıcık sabunla yıkayacak.
İnsanın güzel hayallerini çarçabuk yıkabilen insanlar her daim çevrelerinde mevcuttur. Sevmekte, anlayışlı olmakta çok yavaş olan bu insanların insan kalbini kırmakta ve hayallerini yıkmakta oysa hızlarına ait ivmenin grafiğini çizmek, belli bir t zaman içerisinde imkânsızdır. Kimyasal bir krem gibi üzerinde ‘alkol, paraben, sülfat, boya, alerjen madde bulundurmaz’ ibareleri yer alır gibi, o tür insanların da tanınmaları gerekir. Her neyse, zorunlu oldukça yere ve ileriye, aslında aşağıya ve öne doğru hareket etmem gerekiyor. Bu devinim hayat için öncelikli bir geçim kaynağı; para kazanabilmenin bir yolu da bu. Sonra hareket edince hep kötü şeyler gelebilir insanın başına, bu vazgeçilmesi dahi tartışılamaz yaşam yasasında ilk madde olamaz mıydı? Uyduruyor muyum, sanırım ama ne zaman bir hareket olsa, sonucu önemli olmuyor mu? Hareket olmazsa, yaşamanın bir manası kalmayabilir ama yaşam denilen fiziksel bir ölçümden ibaret sayılabilir mi? Ah, bacaklarım, sanırım bu katılaşmış su torbalarına ödem diyorlar. Başka bir şey de olabilir, ben uyduruyor olabilirim, uydurukçunun tekiyim. Yer değiştirmek ve katlanmak bana göre değil. Kıçım üzerinde sonsuza kadar oturabilirim. Ya da şu karışık yere, adını dahi adlandıramadığım ama arzu duyabildiğim yer girebilirim. Karanlık, başlamak için muteber ve çuvallarsam dahi bir çuval içinde hareketsiz kalmama izin verebileceklerine inanıyorum. Hayır, hayır kimsenin izin vermesi gerekmiyor. Bir tahminde bulunmalıyım ki, insan bu hareketsizliğin tadını yalnız başına tadabilmeli. Korkmuyorum, yalnızım, bu benim gitmem için hiçbir sebebe ihtiyacımın olmadığını gösteriyor. Karşıdan karşıya hızla geçemiyorum. Arabalar bekleyebilir. Bir tırın egzoz dumanıyla ısınmanın o eşsiz tadına yalnız başıma varabilirim. Uslu duracağım, hayır, tam olarak cevap bu değil, soru da yok ve ben bir öykü anlatacağımı sanıyordum.
Sonra birisi tamamen sorumluluğu üzerine alacak. Bundan memnun olduğumuzu sanacağız ama zamanla asıl katlanılması güç olan şeyin, bir başkasının sorumluluğu altında olduğumuz sürece yaşamak olduğunu fark edeceğiz. Bu yüzden adını dahi bilmediğim biri için yapılan teklife ‘hayır’ dedim. Bu teklif iş, evlilik, intihar… Her ne olursa olsun, bir halta yaramayacaktı. Ben uzaktayım, çok uzakta ve güneşin karardığı noktada dağların kuşları esir aldığı gökyüzü var. Perde açık olsaydı, eskiden, çok eskiden, daha çocukken o hayal dünyasının önüne set çekmemiş olsaydım, her gün var olduğu sanılan yeni bir güne dair güzel fikirler aşılayabilirdim. Bazen uyandığım an ağzımdaki balgamı hissediyorum ve kimi zaman yutmuyorum onu. Birkaç saat o ağzımda kalıyor ve gözlerimi kapatıp, uyuyor rolü yapıyorum. Ağzımdaki şeyden yorulunca üzerimdeki battaniyeye ağzımdakini bırakıp, üzerimde hiçbir şey olmadan uyuyor rolüne devam ediyorum. Bu rol bazen daha uzun sürüyor. Nasıl olsa çamaşır makinesi yıkar onu ama ya beni? Bir hareket olmalı ki, pisliklerden kurtulabileyim. Fakat ben pis, kirli değilim ki! Geleceğin kirpik ucundaki hangi kip daha makul bir açıklama yapabilir bu konu üzerine? Leğen kemikleri uzaktan anlaşılabilen, birkaç çocuklu, kaprisli, fikir menopozuna uğramış kadınların ya da bitmek bilmeyen sakallarını kesip, güzel kokular sürünüp, aptal bir gözlüğü gözlerine taktıktan sonra kendini adam zanneden hissetmekten emekli erkeklerin dünyasından nereye kaçmalı? Belki çocukların yanına ya da ihtiyarların; o çok ihtiyar olan, artık vücudunun topraktan farkı olmayan, yaşayan bilgelerin.
Menüde mercimek çorbası ve zeytinyağlı yumurta var. Mercimek çorbasını çok ısıtmayınca daha güzel oluyor ve içinde kesinlikle az da olsa tavuk parçacıkları olmalı. Yumurtanın sıfatı olan zeytinyağlıyı bilerek kullandım. Bazıları zeytinyağlı kelimesini söyleyince, kendilerini Massachusetts mezunu sanıyorlar. Hem oradan mezun olmanın insana katabileceği fazla bir insanlık olmayacağına da inanıyorum da, neyse, konu bilimseldi ayrıca ama yumurta güzel olmuştu. Anayurdunda pek önemsenmeyen insanlardan biri olarak yaşamanın ayrıcalıklı bir yanı yok ama. Yumurta ne kadar iyi pişerse pişsin, ölmeden önce ne kadar yalnız yaşadığımızın farkına varınca, hayatımızda var olan insanları düşüneceğiz. O bir anlık düşünme işi, bir ömrü anlatma konusunda yeterli olabilecek. Sahilde ki eşofmanlı, yaşlı adam gibi, denize sıfır ayakkabımın ıslanma kapasitesini ölçerken, aramızda bir metre kala adamı durdurdum ve ‘ne güzel, deniz kokusunu içinize çekip, spor yapıyorsunuz’ dedim. Yaşlı adam şaşkın şaşkın bakındı. ‘Bir de biz size göre genciz ama böyle sizin gibi spor yapmaktan aciz, duba gibi oluyoruz’ diye de ilave ettim. ‘Ya ya, hareket iyidir, buralar güzeldir, evet, tabi’ der dermez, bir sapıktan kaçmanın mükemmel hissiyle koşusuna devam ederek yanımdan uzaklaştı. Bir dakika sonra gözlerim artık onu göremezdi.
Burada her dua kabul edilebilir ama bir dua var ki, diğerlerine göre daha Yunan, hayır hayır, antik demem gerekiyordu ama sonradan Hint ışığı daha makul göründü. Bu yüzden mi bende başladı mum fetişi? Hayır, öyle eriyen mumu ete dökme gibi cins huylardan bahsetmiyorum, mumu yakıp, karanlığın içerisinde kafayı yemeden, güneşi hayal etmekten bahsediyorum. I-ıh, bu da olmadı, daha doğrusu şöyle, o mum orada yanarken, kendimi yalnız hissetmiyorum. Hüzünlü bir müzikte açıp, gözlerimi kapayabiliyorum ve o an ışığa ihtiyacım olmuyor. Sahilde su ve rüzgâr varken, belki de ruhumun ihtiyacı olan feng şuiyi mi hissediyordum? Akıl yoksunu ve zekâ fakiri bir insan olmamak için dua ederken, bunun bir dua haline neden dönüştüğünü sorguladım. Mum, yalnızca mum, Budistler için meditasyon kaynağı olabilir, Hindular ruhsal aydınlanmanın yolunu mum ışığıyla açabilirler, belki de hümanistler gibi, aklı ve mantığı hayal ettiren şey hissettiğim. Hayır, hepsi de olabilir, hiçbiri de ama olması gereken bir şey varsa, sebep aramak yorucu oluyor. Avuntu sözlerle beraber, pişirilmemiş, fermente et grubunun kansere yol açtığı girdapta, bohem olarak nitelendirilmesi gereken şeyin, biraz merhamet, aşkla ve düşünceyle olması gerekliliği var. Bir deneyden farkımız, seçebilmemiz; seçtikten sonra sonuçlarına katlanmak da iyi bir şeydir aslında. İnsanların sözlerindeki ölümlülüğü bilmek, ölümsüzlük sarhoşluğuna ait şarkıları söylememekten geçiyor. O iyi şey, böylece hayvani bir parça olmaktan kurtuluyor. Yine de kendi ufkumda parçalanmadan sabit bir şey olmanın gururunun komik yanı suratıma tırmanıyor. Gülümserken kendimden tiksinmem gerektiğini öğreniyorum. İnsan gülmeli yalanına nasıl da herkesi inandırmışlar!
Yağmur yağarsa karşıdaki dükkândan içeri gireceğim. Bazen sırılsıklam ıslanıyorum. Belime kadar yağmurluğun faydası olduğundan, daha çok sırılsıklam olan kasıklarım ve bacaklarım oluyor. Dizlerim romatizma denen bir illetin sarılışından usanıyor. O anlar bir dükkân olsa da içine girsem diyorum. Gezeyim, dolanayım öyle serseri köpekler gibi. Sabah vakti, sigortasız kalmaktan korkmayan insanların gelip uğrayabileceği ve insanların mutlu olup, dünyaya karışabileceği bir dükkân! Öyle bir yer yok madem, tatlıcı olabilir, belki yıkık, garip Şam’ı adıyla yâd edebileceğiz tatlısı, bayat olmadığına tapabildiğimiz tulumba ya da daha basitinden hiçbir şey. İnsan karar veremediği zaman ‘hiç’ diyebilmenin güzel olduğuna inanmak istemiyor. Hiç de uzaklaş oralardan, uzaklaş insanların seni kıracağı yerden, menfaat uğruna var olan duyguların hiç olmayacak kadar kötü olduklarına inan, fakat olmuyor değil mi? İnsanlardan uzaklaşınca, kendine sığınınca, kendinin ne kadar küçük olduğunu fark edince boğulmaya ve kırılmaya başlıyorsun. Hayır, aptalca bu sözler, insanın bilinçaltında böyle aptallıklar olabilir ve hiç deyip, vazgeçebilir. Güçsüz hissediyorum kendimi. Dahası bunu biliyorum, altımdan bir yokluğun büyüyen boşluğu ilerliyor ve gün ışığının soylu sıkıcılığını fark edinceye kadar, kokusu ağır, tembel bir hiç anırmaya devam ediyor.
Dükkânın önünde birkaç erkek var. Sigara uzuyor. Erkeklerin, diğer erkeklerden daha güçlü olmayı istedikleri bir dünya burası! Ayrıca hepsi bir kadına muhtaç: Doğarken, yaşarken ve ölünce! Anneleri bir kadındır, doğurur, büyümelerinde yardımcı olur. Yaşarken sevişecekleri bir kadına ihtiyaç duyarlar. Ölünce de onun arkasından iyi yâd edebilecek bir kadına. Kadınlar aslında duymak isterler, erkekler de görmek. Bu yüzden kadınlar bu kadar süslenirler, piyasa da kadın üzerine tekstil hiç bitmez. Ama erkeklerin de kadınlardan duymak istediği tek bir şey vardır: ‘ Sen, sen tanıdığım erkeklerden daha iyisin!’ Burada diğer erkekler, babası, erkek kardeşi, amcası, dayısı ya da önceden sevdiği erkekler de olabilir. Erkeğin kadına muhtaç olduğu bir dünyada, her biri en iyi sevişenin kendisi olduğuna inandığı anda bu dükkânı yaratmanın ne amacı var? Burası, bu küf, bu tutkuyla ortadan iki bölünmüş dünya, hayır, tam olarak hiç anlatamayacağım. Kırmızı bir sandalye var karşıda:
‘Kırmızı sandalye,
Bir adam var, akıllı, bilgi aynı zamanda herkes tarafından onaylanan iyi yanları.
Kötü huylarını da araştırınca ortaya çıkarıyorlar.
Benim onun gibi olmamla alakam hiç olmadı, olamazda, denesem zaten olmaz.
Merak etmiyorum ama bu yalan. Sussam olmuyor, sözcüklerle alakalı bir şeyler deniyorum hep. Sonu gelmiyor.
Bazen inanılmaz mutlu hissederken, diğer kalan çoğu zamanda kötüyüm.
Bu kötülüğe ait bir de hastalık olmalı diye düşündüğümden, çırılçıplak kırmızı sandalyenin üzerinde oturdum.
Önce bir soğukluk hissetsem de, alıştım, zaman geçtikçe ısı dengesi sağlandı.
Bunu başkasına söyleseydim alay edebilirdi, ‘giysene üstünü başını’ diyebilirdi. Üstüm başım ıslaktı.
Sonra aklıma geleni yapmak zorunda kaldım, elektrikli ısıtıcının üzerinde üzerime iki gün boyunca ne giyeceksem tek tek ısıttım.
Tabi, kurumasını bekledim de denebilir ama ıslaksa bir şey ısıttım daha hoş geliyor kulağa.
Isıtırken çamaşırları tek tek, üzerine gömlek, pijama, kalın kazaklar filan, odayı buhar kapladı.
Buhardan, antibiyotikten, yumuşatıcıdan nefret ettiğimi pek kimse bilmez zaten.
Bir de bulaşık yıkarken pantolonu ıslatma mevzusu çok hoş olmuyor.
On yaşında çocuk olsam belki komik durmayabilir ama bu yaşta ıslak bir pantolonla dolaşmanın trajikomik yanı var.
Kırmızı sandalye esirgemiyor merhametini.
Ama demir, ne kadar merhametli olursa olsun o kocaman sıcaklıklar altında işlemler görmenin eziyeti ardınca, soğuk olmayı seçiyor.
Burada bir hikâye başlıyor. Sonraki bir hafta boyunca bütün bir beden kendini dünyanın en güçsüz insanı olarak atfediyor.
Bu bedenin acayip şikâyetleri var. Mesela motosiklet kaskının çeşidi eğer açık kasksa, kendinden tiksiniyor. Yanaklarım ortada buluşup, kaskın sıkıştırdığı elmacık kemiklerinin dikey bir et boğumuna sebep olan kask, şişman vücudu daha etli butlu gösteriyor. Bazı kadınların siyah elbisenin yağlarını yok edeceğine inanması kadar saçma bir şey bu.
Kırmızı sandalyenin üzerinde kırık bir aynayı bantlıyorum.
Sarı bir bant bu. Kirli sarı. Sarının kirli tonu. Rengi bozuk sarı.
Mumun solgun ışığı odanın öte ucundaki yatağa zorlukla ulaşıyor.
Televizyonun kırmızı ışığı eski korku sinemalarındaki şeytanı simgeliyor.
Bu arada bir roman ters çevrilmiş halde halı üzerinde.
Bir başka kitap masa üzerinde, diğerlerinin de o masa üzerinde duran kitaptan farkı yok.
Terk etmek değil, yarıda bırakmak, tadında bırakmak, tadını alıp bırakmak ya da tadını alamadan vazgeçmek.
Tadı zaman geçtikçe tükeniyor.
İnsan güzel şeyleri yitirmeyi iyi biliyor.
Ses geliyor.
Sesler hiç bitmiyor.
Duvardaki saatin hiç acelesi yok. Yarım saat sonradan takip ediyor anı.’
Bu akşam için söylenecekler bunlar. Yüz yirmi derecelik bir acıyı dikey bir yanılgının bağrından geçirdim. Evet, şu an ki gibi oluyor ve ben ayaklarıma bakmaktan vazgeçiyorum. Ayağa kalkıyorum. Tüm yaşamlardan soyutlanmış bir halde, kulağımı kapadığım yer de kişisel olarak kaybedeceğim birkaç kılım var. Dışarı çıkıp, bu kentin yok olacağı güne kadar nasıl bir değişim geçirebileceği konusunda tahmin yürüteceğim. Bir gün daha iyi bitemezdi. Başka bir öykü, yine daha güzeli vardı. Kolonya gibi havaya dağılıp, parçalandı. İyi de oldu.