- 1769 Okunma
- 15 Yorum
- 2 Beğeni
En yaşlımızın bile, bu vatan için yapabileceği bir şeyler vardır.
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
4.Bölüm
Sıkıntılıydı gece.
Yıl boyu geniş ve koyu yeşil yapraklarını dökmeyen yüksek karayemiş ağaçlarının gölgesine kurulmuş; bir buçuk katlı,alçak damlı, küçük pencereli, yoğun bitki örtüsüne inanılmaz uyum sağlamış, doğanın uzak köşelerine serpiştirilmiş olmanın getirdiği yalnızlık duygusunun mahzun esintilerine yakalanmış gibi ürkek bir sakinlikte uyuyan ahşap köy evleri... Koyu yağmur bulutlarının boyunduruğu altında inleyen ve çaresiz bir küçük çocuk misali, ’zifiri’ sıfatının sevimsiz realitesinin kucağına sığınmış mazlum gök yüzünün, belki de zamanın mezalimliği ardından döktüğü göz yaşlarının altında, öylesine ıslanıp durmaktalar.
Evlerin, ahırların, tütün damlarının kapıları sıkı sıkıya kapatılmış. Genelde hep açık duran çiçek desenli basma perdeler, bu kez alışılagelmişin tam aksine, insanların barındığı küçük odaları dış dünyanın karmaşık realitesinden tam manası ile soyutlamışlardı. Seyrek düşen yağmur damlalarının, gaz tenekelerinden imal edilmiş ve katran ile sıvanarak, rutubetli doğa şartlarından korunaklı hale getirilmiş çatı kaplamasıyla öpüştüklerinde çıkan tıkırtı dışında, pür dikkat geceyi dinlemekte olan insanların kulaklarına,başka hiç bir yabancı sesin yolu uğramıyordu.
Bakılıp beslenmeleri, sevilip değer verilmeleri karşılığında, kendilerinden beklenen koruma-kollama vazifelerini layığı ile yerine getirdiklerini ispatlama, bir bukle de sahiplerine yalakalık yapma telaşında olan köy köpekleri dahi, havaya yayılan bu negatif enerjiyi fark etmiş olacaklar ki, her biri bir kuytuya çekilmiş, zamanın getireceği enteresanlıkları beklemeye koyulmuşlardı. Yüksek zeytin ağaçlarının küçük ve cesur yaprakları ile oynaşmakta olan rüzgar bile, her zamankinden daha bir sessiz, daha bir sakin, daha bir temkinliydi o gece.
Yoroz burnunun doğu kısmında yer alan ve sert karayel rüzgarına kapalı bu körfezdeki sakin sular, doğudan batıya, ya da batıdan doğuya yolculuk yapmakta olan yelkenli takalara, geceyi emniyetle geçirebilecekleri güvenli bir ortam sunmuştur daima. Oysa bu uğursuz gecede, denizin üzerinde uykuya yatmış ak kanatlı martılara benzeyen o güzel yelkenlilerden dahi hiç bir eser yoktu. Her biri başka suların kucağında, başka körfezlerin yerenliğinde idiler belli ki.
Hemidiye kayasının, asırlardan beri yaşamakta olduğu sahilindeki küçük yarın hemen nihayetinde yer alan karaağaçların eteklerini kaplayan mora kafulluğunun (Böğürtlen çalılığı) ardına çömelmiş, ellerindeki çakar almaz tüfeklerle nöbet tutmakta olan iki delikanlı, gerekli tedbirleri almalarına rağmen, gece boyu süren ve çisil çisil yağmakta olan yağmurun etkisi ile, tam anlamı ile birer ıslanmış sıçana dönmüşlerdi. Buna rağmen, ne yağmura, ne de uykusuzluğun tonlarca ağırlığı ile göz kapaklarına çöreklenmesine aldırmıyorlar, pür dikkat denizin ufuklarını gözetliyor, muhtemel bir tehlike durumunda köyü haberdar edebilmek için, olanca güçlerini saf ediyorlardı.
Gerçi, ellerindeki iptidai tüfekler ve yetersiz cephaneleri ile, Urusun devasa toplarla donatılmış gemilerine karşı pek şansları yoktu ama, sonuçta bu toprağa sahip olabilmenin öyle uzaktan gülle sallamakla olamayacağının, göğüs göğüse muharebenin kaçınılmaz olduğunun farkındaydı her biri. Gavur, bir şekilde karaya çıkmak ve buraları asırlardır vatan bilen bu insanları ya öldürmek, ya da toprağından söküp atmak zorunda idi. Bu da, hiç öyle kolay gerçekleştirilebilecek bir durum değildi.
Fatih Sultan Mehmet’in, Bizans İmparatorluğunu yerle yeksan edişinden sekiz yıl sonra, Doğu Karadeniz Dağlarının dumanı eksik olmayan doruklarını, kervan geçmez- kuş uçmaz vadilerini, oldukça meşakkatli bir süreç sonunda ordusu ile aşıp, Anadolu’daki son Rum hükümranlığı olan Trabzon Pontus’u Türk vatanı kılmasından o güne kadar dört buçuk asırdan fazla bir zaman geçmişti. Tam dokuz nesildir, bu zor coğrafyada Osmanlı’nın bayrağını şerefle, gururla dalgalandıran bu cefakar insanlar, gözden ve gönülden uzak düştükleri zaman dilimlerinde bile topraklarını asla düşman çizmesi basmasına izin vermemişler, yeltenenlere de anında gerekli cezayı kesmişlerdi.
Sadece bir kez, yaşadıkları zamandan 105 yıl önce, 1810 yılının Ramazan Bayramı sabahı, bayram namazı kılınırken memleket toprağına asker çıkarma cüretinde bulunmuştu Moskof gavuru. Çoluk- çocuk,kız- kızan, yaşlı-genç tüm ahali, ellerine ne geçirmiş iseler, balta, kazma, kürek, orak, kurebi ile düşman üzerine yürümüş; 48 kadın, 921 erkek olmak üzere 969 şehit verme bahasına da olsa, gerisin geriye,Karadeniz’in öfkeli dalgaları arasına gömmüşlerdi düşmanı. Belki o kahramanları, belki o Sargana destanını tarih yeterince yazmamış, hatıralarını ölümsüz kılmak babından doğru dürüst bir çalışma sergilenmemişti ama, en azından gönüllerde yaşatılmış ve hikayeleri dilden dile aktarılarak o güne kadar ulaşmıştı.
Atalarının, kanları, canları pahasına koruduğu, kolladığı ve kendilerine emanet ettiği bu vatan toprağını, imkansızlığın yürek acıtan gerçeğine sığınıp, savaşmadan nasıl düşmana teslim edilebilirdi? Topa karşı, gemiye karşı, tüfeğe karşı, torpile karşı, (Hatta ve hatta çok kısa bir zaman sonra şehir üzerinde ilk kez görünecek tayyareye karşı) ellerine ne geçerse onunla vatanlarını, topraklarını savunacaklardı. Var oluşlarının asıl sebebi bu değil miydi zaten? Köyün, yirmi ile kırk beş yaş arasındaki erkeklerinin her biri, vatanın dört bir yanındaki cephelerde, bu nedenle, bu kutsal gaye uğruna savaşmakta değiller miydi?
Dağların denize bakan yamaçlarını kendine yurt bellemiş yağmur bulutları, zaman sabah ezanına doğru yürüdüğünde yükselmiş, sonu gelmeyecek gibi yağan yağmur da biraz soluklanır gibi olmuştu. Araziye yayılmış köy evlerinin önlerinde, sabah namazının abdesti için su tedarik etme çabasındaki insanların alışılagelmiş hareketleri hissediliyordu. Köpekler, sığındıkları kuytu yerlerden başlarını çıkarmış, aheste aheste sağda solda dolaşmaya; horozlar ise, asli görevlerini yerine getirmek gayesi ile en müsait yere tüneyerek, uzun uzun ötmeye başlamışlardı. Bu sakin sahil köyü, zahmetli bir güz gününe daha merhaba demek üzereydi.
İşte tam bu sırada batıdan, Akçakale burnundan bir küçük yelkenli taka kendini gösterdi; hafif esen rüzgarı da arkasına alarak, beyaz yelkenlerini iyice şişirip, oldukça sakin ve sahile yakın bir rotada süzülüp geldi köy sularına doğru. Çalılık arkasında sipere yatmış delikanlılar, takanın bir kuğu misali deniz yüzeyinde akıp gidişini zevkle seyrederken, aniden yükselen gök gürlemesini andıran korkunç bir sesle yerlerinden fırladılar; dengelerini yitirip, dikenli çalılıkların üzerine yuvarlandılar.Gecenin sessizliğini yırtan o müthiş ses, tam anlamı ile köyü yerinden oynattı. İnsanlar, ne olduğunu anlayamadılar, diken üzerinde geçirdikleri gecenin finalindeki bu şok,büyük bir telaşa kapılmalarına neden oldu. Sabah namazı için uyanmış olan yetişkinler, uykunun en güzel yerindeki çocuklarını kaptıkları gibi dışarı fırladılar, kendilerince emniyetli gördükleri bölgelere doğru koşmaya başladılar. Her biri, Urus gemilerinin köyü bombardımana tuttuğundan çok emindiler ve hem kendilerinin, hem de çocuklarının canını kurtarabilmek gayesi ile, olabildiğince erken atış menzilinden çıkma çabası içine girmişlerdi.
Oysa, olayın rengi hiç de düşündükleri gibi değildi. Ne denizlerinde düşman gemileri vardı, ne de köylerine düşen tek bir top güllesi. Deniz yüzeyinde gemi flan yoktu ama, sağa sola dağılmış bolca tekne parçaları yüzmekteydi. Kısa bir süre sonra, vücutlarını kaplayan mora dikenlerini temizleme çabasındaki iki köy delikanlısından, olayın gerçek yüzünü öğrendi köylüler. Trabzon istikametinde seyahat etmekte olan küçük yelkenli taka, Rus’ların denize döşediği torpillerden birine çarpmış, meydana gelen patlama neticesinde de paramparça olmuştu. Böylece, köy sularına döşenen paslı tenekeler ilk görevlerini yerine getirmiş, günahsız bir kaç gemicinin ölümüne sebep olmuşlardı.
Rusların da asıl gayesi oydu zaten. Bu sularda, hiç bir teknenin hareket etmesini istemiyorlardı. Nedeni basitti. Kolay ve masrafsız olduğundan, bu yörede ulaşım hep deniz yolu ile sağlanmıştır tarih boyunca. O günlerde Anadolu’da doğru dürüst bir demir yolu bulunmamaktaydı.(Olanlar da ecnebi kontrolünde idi.) 1.Dünya savaşı evvelinde, Kafkas cephesini savunan 3.Ordunun ikmali dahi, önce İstanbul’dan deniz yolu ile Trabzon’a, oradan da iptidai ulaşım vasıtaları ile (Genellikle katır arabaları) Erzurum’a aktarma sureti ile sağlanıyordu. İşte bu nedenle Ruslar, bu sularda hareket eden hiç bir deniz vasıtasına yaşama hakkı vermiyor, karşılarındaki ordunun ikmal yollarını kesmek için her yöntemi deniyorlardı. Vatanları için canlarını hiçe sayan bu insanların, küçücük takalarla bile ordularına malzeme taşıdıklarını çok iyi biliyorlardı zira. Buralarda yaşamakta olan Ermeni ve Rumlar, onların doğal casusları idi, haber alma sıkıntısı yaşamıyorlardı.
Yeri gelmişken buraya önemli bir not düşelim. Doğu Karadeniz bölgesinin zor coğrafik şartları, yol ve ulaşım konusunda tarih boyunca hep güçlükler yaşatmıştır yöre insanına. Üç kıtada at koşturan ve 600 sene bu topraklarda hükümdarlık süren koskoca Osmanlı Devleti bile,(Yavuz Sultan Selim’in tam 29 yıl Trabzon’da valilik yapmasına, oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın da burada doğup, on beş yaşına kadar kalmasına rağmen) idaresi altındaki bölgeleri onca muhteşem mabet, han, hamam, köprü, medrese,saray ile donatı ancak, nedendir bilinmez, bu güzel yurt köşesine elle tutulur ne bir yol yapabildi, ne de köprü inşa edebildi..
Kaleme aldığımız bu hikayenin yaşandığı tarihten yaklaşık bir yıl sonra, Sarıkamış felaketinin meydana gelmesinin, 90 000 vatan evladının Allahu Ekber dağlarının doruklarında, düşmana tek kurşun atamadan donarak şehit oluşlarının akabinde, Rus orduları Erzurum’u işgal etmiş, ardından da Karadeniz sahillerini ele geçirmeye başlamıştır. 1916-1918 yılları arasındaki Rus işgalinde muhacir olan yöre insanının büyük bir kısmı,(Bunlar genellikle yaşlılar, kadınlar ve çocuklardı.Çünkü erkeklerin hepsi cephelerde idiler.) deniz vasıtası bulamadığı için karadan, patika halindeki yolları takiben batı istikametine göçmek zorunda kalmıştır. Sadece bu yol problemi yüzünden binlerce insan ölüp gitmiştir o kara günlerde. Ama asıl felaket, Rus kuvvetlerinin en son ilerleyebildikleri nokta olan Harşit çayında yaşanmış, yürüyüp gidecekleri bir köprü olmaması nedeni ile karşıya, Türk siperlerinin ardına geçememişler, çok sayıda insan, çaresizlik, hastalık, açlık, ya da suda boğulma nedeni ile telef olmuşlardır.
Yakın bir geçmişte, bu yöreye yapılan sahil yoluna, çevrecilerin yoğun tepkileri, protestoları oldu. Doğa katlediliyor, sahiller kirletiliyor diye günlerce gösteriler yapıldı, gazetelerde çarşaf çarşaf aleyhte yazılar yayınlandı.O acı günleri, muhacirlik diye adlandırdığımız o mecburi göçte, sadece yol yüzünden, köprüsüzlük yüzünden çekilen eziyetleri, yaşanan felaketleri büyüklerinden dinleyen, tarihi hakkında bilgi sahibi olan insanlar, dudaklarında asılı kalan buruk tebessümlerle takip ettiler o gösterileri.
Denizdeki tehlike nedeni ile, balığa çıkmak yasaktı. En önemli gelir kaynakları olan tütün, tek alıcı durumundaki Reji şirketine geçen baharda teslim edilmiş, savaş nedeni ile ihraç edilemeyen ürün depolarda kalmış, dolayısı ile parası da çiftçiye ödenememişti. Gaz, tuz, şeker gibi ana ürünleri temin etmek imkansız gibiydi. Bereket versin ki, tütün üretimi dışında, kendilerine yetecek kadar mısır ekme alışkanlıkları vardı ve onun sayesinde ekmeksiz kalmıyorlardı. Bazen senede üç kez verim aldıkları kıt ama bereketli topraklarında yetiştirdikleri sebzelerin yanına, Karadeniz’in sunduğu nimeti, ana gıda maddeleri olan balığı da(Hele de Hamsi) eklediler mi, kendi yağları ile kavrulup gidiyorlar, böylece memleketi kasıp kavuran kıtlığın acısını çok fazla hissetmiyorlardı.
28 Kasım 1914 ve 10 Aralık 1914 tarihlerinde, Trabzon tekrar düşman gemilerince bombardıman edildi. Limanda ve çevre sahillerde bulunan tüm takalar tahrip edildi, köprüler yıkıldı. Ulaşıma engel olabilmek için, ellerinden gelen her şeyi yaptı Rus donanması ama, yöre insanını asla yıldıramadı. Ta ki, İttihat ve Terakki’nin tecrübesiz ve gözü kara kumandanı Enver Paşa’nın yanlış bir kararla, 22 Aralık 1914 tarihinde, Sarıkamış dağlarında milletin belini kırana kadar.
Doğuda, bu boyun büken, yürek yakan gelişmeler yaşanırken, batıda, Çanakkale cephesinde de ilginç olaylar cereyan etmeye başlıyordu. Yavuz ve Midilli’nin Rusya limanlarını bombardıman etmesine misilleme olarak, İtilaf Devletleri donanması, 3 Kasım 1914 tarihinde ilk kez Çanakkale sahillerini bombalıyor, çok zaman geçmeden, 25 Ocak 1915 tarihindeki İngiliz konseyinde de, Çanakkale’nin denizden geçilerek, Osmanlının kalbi olan İstanbul’un fethi kararı alınıyordu. Hasta Adam Osmanlı’nın, yetersiz, moraliz, yorgun ve teçhizatsız ordusu ile,o tarihlerde dünyanın en güçlü donanmasını kabul edilen bu büyük gücü durdurabilmesi imkansız görülüyordu.
İtilaf devletleri bu planları yaparken, Almanlar ve Avusturya-Macaristan ile ittifak cephesini oluşturan Osmanlılar da boş durmuyorlardı tabi ki. Böyle bir deniz harekatının yapılabileceğini tahmin ediyor, bu nedenle de Çanakkale ile İstanbul boğazlarının mayınlanması gerektiğini düşünüyorlardı. Plan güzeldi ama, o günlerde Osmanlı devletinin mayın üretme bilgisi, becerisi ve tesisi maalesef yoktu. Deniz yolları İngiliz donaması kontrolündeydi. Almanya-Türkiye kara yolu üzerinde yer alan Bulgaristan’ın ise, ittifak devletleri saflarında savaşa dahil olması oldukça gecikmişti. Sonuç olarak da, Almanya’dan mayın transferi,sıhhatli ve zamanında gerçekleşemiyordu. Öyle ise ne yapılmalıydı? Çare tekti. Patlama tehlikesi göze alınarak, sahillerimize dökülen tüm mayınlar usulünce toplanmalı, temin edilebilen tüm nakil vasıtalarına yüklenerek, acilen İstanbul’a, Bahriye Nazırlığına gönderilmeliydi.
Rus donanmasının köy sularına torpil döşemesinden otuz beş gün sonra, 22 Aralık 1914 günü kuşluk vakti, kahveci Kopuk Ali’nin çırağı Ömer, köy merkezinden mahallelere doğru uzanan dar ve yokuş patika yolu koşar adım geçti, su arkının hemen yanı başındaki tütün damına sırtını yaslayarak biraz soluklandıktan sonra, var gücü ile tarlanın nihayetindeki eve doğru seslendi.
-Hasan emice! Hasan Emice!
Evin doğu avlusunda odun kesmekle meşgul olan yaslı adam, kendine seslenildiğini duyunca, elindeki baltayı üzerinde odun yardığı kocama kütüğe sapladı ve sesin geldiği yönü kontrol edebilmek gayesi ile, toprağı kazma ile eşeleyerek oluşturulan bir kaç doğal basamağı inerek evin ön kısmına geçti.
-Ula ne bağırıp duriysin Ömer? Ne oldi? De bakayım bağa.
-Muhtar emice gaveye çağırıyi seni. Elindeki işini bıraksun, acele gelsun dedi.
-Geliyrim hamen.
Muhtar, Ömer’i böyle alel acele eve saldığına göre, gerçekten çok önemli bir mesele var diye düşündü Hacı Hasan. Yoksa, her zamanki gibi namaz saatini bekler, çıkışta kahveye toplayarak mesajını verirdi ahaliye. Çabucak kalktı; gemici gocuğunu sırtına, eski beresini başına geçirdi; en önemli aksesuarı olan tabakası ve çakmağını da itina ile cebine yerleştirdi. Ayağındaki kara lastik ayakkabılarını çıkardı, uzun boğazlı balıkçı çizmelerini giydi. Yola çıkmadan önce eşine seslendi.
-Hanım! Acele yaliya inmem gerekiyi. Çabuk dönerum geri. Varmidur bir isteğun?
Ahırdaki inekleri ile meşgul olan eşinin sesi geldi derinden.
-Yoktur efendi. Her şeyumuz tas tamam vardur.
Hacı Hasan vakit geçirmedi. Hızlı adımlarla sahile, köy kahvesine doğru yola çıktı. Tarlalardan toplanan taşların gelişigüzel döşenmesi sureti ile çamurdan arındırılmaya çalışılan dar yola alışık olan ayakları onu köy meydanına taşırken, her zaman yaptığı gibi çabucak ve maharetle bir kaçak sigara sardı, menzile varana kadar da zevkle tellendirdi.
Kopuk Ali’nin kahvesi, köyün orta yerinden akıp geçen ve yirmi metre kadar ilerde hoş bir delta yaparak denize ulaşan derenin üzerine kurulmuş olan tahta körünün hemen yanı başında, iki metre kadar yüksekteki ufak bir düzlüğe kurulmuş, doğu ve kuzey yönünde bolca penceresi olan, ahşap ve sevimli bir binaydı. Denize bakan kısmında küçük bir avlusu vardı ve yaz aylarında bu alanı çeviren yüksek zeytin ağaçlarının gölgesinde, hoş sohbetler yapardı köy erkekleri. Geceleri ise, zamanın en modern aydınlatma aracı olan lüks lambası bir ağacın dalına asılır, yatsı namazı akabinde, Kopuk Ali’nin maharetli elleri ile demlediği Rize çayı afiyetle içilir, günlük meseleler enine boyuna tartışılırdı.
Hacı Hasan kahveye vardığında, tüm köy erkelerinin oraya toplandıklarını, tam orta yerde yanmakta olan büyük odun sobasının etrafında yerlerini aldıklarını gördü. Askerlik çağı gelmemiş meraklı delikanlılar ve çocuklar da, soğuğa aldırmayarak dışarıdan kahvenin pencerelerine üşüşmüşler, merakla içerideki kalabalığı seyretmeye başlamışlardı. Çay ocağının hemen önüne iliştirilen iki alçak masa, üzerine temiz bir peştemal bezi serilerek hoş bir kürsü haline getirilmişti. Masaların arkasına dizilmiş küçük hasır sandalyelerde oturan muhtar Kalafatoğlu Mustafa, Kaymakam Sami Bey, Belediye Başkanı Serdarzade Münir Bey, Jandarma Kumandanı Tursun Bey ve kasaba müftüsü Ağanoğlu izzet Efendi, kendi aralarında hararetle günün konusunu tartışmakta, denizdeki torpil konusunda kaymakamı uyaran eski bahriyeli Mersinli Ahmet Çavuş da, yanı başlarına iliştirilmişmiş bir sandalyede sakin sakin oturmakta, kahveye doluşan köylüleri öylesine boş bakışlarla süzmekteydi. Muhtarın uyarısı ile kahvedeki mırıltılar kesildi, herkes dikkatini kürsüye yöneltti.
-’Uşaklar! Gaymagam beyin diyecekleri vardur bize. hele bir gulak verun habu tarafa.’ dedi ve sözü Kaymakam Sami’ye bıraktı.
-Arkadaşlar! Hepinizin malumu olduğu üzere, bir aydır sularımızda Rus torpilleri gezinmekte, bu durum da, hem balık avcılığı yapmamamıza, hem de takaların seyrüseferine engel olmaktadır. Dün itibari ile, valimiz Cemal Azmi Bey’den bir mesaj aldım. Devlet-i Aliye, Çanakkale kapılarına dayana düşman donanmasını engelleyebilmek için, sahillerimizdeki bu torpillerin acilen toplatılması ve bulunabilecek ilk vasıta ile İstanbul’a gönderilmesini istemiş bulunmaktadır.Bu olay, önemli ve tehlikeli bir iştir. Tecrübe ve teknik bilgi gerektirir ancak, maalesef sahillerimizde ne bir bahriye müfrezesi, ne de torpil işlerinde bilgili, ihtisas sahibi bir kimse vardır. Konu hakkında en bilgilimiz, işte yanı başımızda oturan, sizin de yakından tanıdığınız, Mersin köyünden Ahmet Çavuş’tur. Kendisi bu işe memur edilmiştir. Şimdi, bu vatan vazifesinde çalışacak gönüllülere ihtiyacımız vardır. Bu konuda ne demeniz vardır?
Kaymakam Sami Bey’in bu sorusu karşısında hiç kimseden bir cevap çıkmadı. Herkesin başı, kahvenin en uzak köşesinde sessizce oturmuş,ağır ağır doksan dokuzluk tespihini çekerken söylenenleri can kulağı ile dinleyen köyün en yaşlısı, Kofoğlu Temel Dede’ye döndü. Her zaman olduğu gibi, ilk söz söyleme hakkı onundu zira. Gelenek, görenek, terbiye bunu gerektiriyordu.
Temel Dede, başını iki kanatlı küçük pencerenin yağmur damlalarının kirlettiği camından dışarılara, Karadeniz’in lacivert ufuklarına çevirdi. Az bir süre düşündü, tespihin sallandığı sağ avucu ile ak sakallarını şefkatle sıvazlandıktan sonra kaymakama döndü.
-Gaymagam bey!. Düşman Çanakkale’ye dayandı deysin, sora da ha burada bizi lafa tutaysın. Ha buralara gadar zahmet edup gelmene ne gerek vardi da? Ha uradan haber yollasaydun,’Çabuk habu bombaları toplayıp, İstanbul’a yollayın’ desaydun, çoktan topladiyduk olari.
Temel dedenin bu gülümseten ve duygulandıran konuşmasının ardından, kahvede uzun süren bir sessizlik oldu. Görmüş geçirmiş adam, bir çırpıda, kendi lisanı ile çözümlemişti olayı. Sessizliği yine Temel Dede’nin azarlayan sesi bozdu.
-Ne duruysiniz ula? Kalkın bakayım hayde. Genç, gocaman, nene, gari, uşak ayirmayun; herkez denizun kenaruna goşsin. Vatanun, milletun bize ihtiyaci vardur. Bizi analarumuz, babalarumuz bu bün uçun dünyaya geturmiştur. Hadi bismillah!...(Devam edecek)
Bir tutam hayat-11.03.2015-Trabzon
YORUMLAR
Sevgili Gökhan.
Yazdığın her yazı aslında günün yazısı olmayı hakkediyor ama ne yazık ki site yönetimi bu ödülü üst üste vermiyor.
Bir Tarih Öğretmeni olarak ziyadesiyle faydalanıyorum yazılarından. Tek üzüntüm ise bu öğrendiklerimi anlatacağım bir okulum yok artık.
Öğrenmenin yaşı yoktur diyenler ne kadar doğru demişler. Gerçekten de öğrenmenin yaşı yokmuş.
Günün yazısını ve yazarını can-ı gönülden kutlarım.
Selam ve sevgilerimle.
Okul yıllarımda en sevmedim derslerden hangisi diye sorsanız, hiç tereddüt etmeden "TARİH" derdim.
Sonra da üzülerek ve utanarak söylüyorum ki, hep kopya çekerek sınıf geçerdim.
Akşam odama kapanır, küçük küçük kağıtlar hazırlardım (aman çocuklar duymasın.) Zaten o kağıtların hazırlarken, bir çoğu aklıma yer ederdi ya, hadi neyse... Alışkanlık mı olmuştu nedir Tarih dersinde kopya çekmek? Tarih Hocam bile çok iyi bilirdi benim kendi dersinde kopya çektiğimi de yanıma gelmezdi.
Bir insan bu kadar mı usta olur ya...! Hangi savaşın hangi kopya kağıdında yazdığını bilecek yani. Hocam bile gülümser öteki tarafa giderdi. Velhâsıl kelam, böylelikle suçumu ülkeme bağışlatmak için, yıllar sonra AÖF. den Sosyal Bilimleri tercih ettim ve kazandım. Paso bile almış kocaman bir öğrenciydim artık.
Aman Ya Rabbim. Sen ki, hiç orta okulda, lisede kopya ile sınıf geçen talebe, şimdi kalk üniversite de Sosyal Bilimler okumak iste. Cehennemi Dünya da tanımaya başlamış gibiydim sanki.
Verilen her kitabın kalınlığı bileğim kadardı. Dokunsalar ağlayacaktım ya, hadi neyse.
İşte o gün, bu gündür. Tarih benim için "KUTSALDIR."
-Şimdi diyeceksin ki BTH, okul ne oldu?
Ne okulu yaa, geçiniz. Pasoyu saklıyorum ama.
Öykü mükemmeldi.
Tebrik ederim...
Sağlık dileğimle Selâm ederim...
kadiryeter Kadir Yeter. 14.3.2015 Kavakmeydan Mah.
w.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=139965
Bir tutam hayat -2
kadiryeter tarafından 3/14/2015 5:38:37 PM zamanında düzenlenmiştir.
Bir tutam hayat
Bu konuda bir özür dileyelim önce.
İkincisi,
90000 şehit olayı.
Siz yazıca benim de garibime gitti.
Oraya daha güzel bir cümle yerleştirmemiz gerekli gerçekten.
Bir ufak değişiklik yaptık orada.
Umarım beğenirsiniz.
Ve,
umarım can sıkıntısından terk eylememişsinizdir okumayı.
üzer bizi bu durum doğrusu.
Bir tutam hayat
Trabzon kaynakları ise, 1489-1511 göstermekte.
Biz de ilk kaynaktan yola çıkmıştık.
Herhalde Trabzon kaynakları doğrudur.
kadiryeter
Kemâle ermiş insanlarla yazışmak ne güzel...
Yüz-yüze tanışmadan önce iyi bir tebrik kartı oldu...
Şimdi Sizi daha çok tanıyasım geldi...
Okumak dediniz... emeğinizin hakkını vermek borcumdur...
Yeni baştan ve daha dikkatle...
Teşekkür ve Selâm ederim.
kadiryeter Kadir Yeter. 13.3.2015 TRABZON.
w.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=139965
Bir tutam hayat -3
Ben bişe yazmaycim... çünki, okumadım... göz gezdirdim ve gidiyrım.
Bidâğa gelısam beki okurum...
Yazinın uzunluğu dikkatimi çektı.
Sağlıkla kal... Akçaabat'ta kal...
kadiryeter Kadir Yeter. TRABZON.
w.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=139965
Bir tutam hayat
Bir tutam hayat
yanı başımızdasınız efendim.
Hikayeyi de okumanıza gerek yoktur zaten.
Sonuçta,
bu gerçek olay hakkında yakınen bilgi sahibisinizdir.
Bizim gayemiz,
vatan uğruna çekinmeden canlarını veren atalarımızı,
şehitlik mertebesine yükselişlerinin 100. yıldönümünde bir kez daha anmaktır.
Çok teşekkür ederim ziyaretinize, gülümseten yorumunuza.
öykü diye başlayıp bittiğinde hem öykü, hem tarih, hem anı yazısı, hem gezi yazısı, hem de dram okumuş oluyoruz. betimlemelere ise diyecek söz yok. hocam bence siz trabzonun fahri tanıtım elçisi olmalısınız. keşke öyle bir imkan verseler. ellerinize sağlık.
Bir tutam hayat
bu güzel defterde kalem sallayan,
yüreğin sesini yazıya döken tüm dostlar,
güzel ülkemizin bir köşesini resmetmiyorlar mı zaten?
Hepimiz,
bir köşesinin fahri tanıtım elçisiyiz aslında.
Birileri görev verse de, vermese de.
Güzel yorumunuza canı gönülden teşekkür ediyorum efendim.
Çok sağ olun.
Bir tutam hayat
Trabzon şehir tarihi hakkında çok az yazı kaleme alınmış.
Toplasanız, üçü geçmez.
Oysa,
çok şey yaşamış, çok badireler atlatmış bu coğrafya.
Ufak tefek kurgularla desteklense de, tamamen gerçek bir olayı anlatmakta bu hikayemiz.
Vatanı için, çoluk çocuk, genç-yaşlı, kadın-kız, insanımızın nasıl fedakarca ölüme gittiğinin hikayesidir bu.
Bu vesile ile onları tekrar minnetle anıyoruz.
Ziyaretinize çok teşekkür ediyorum hemşehrim.
Aynur Engindeniz
Biz askerlikten düştük onlar yapsın demeyip kadın çoluk çocuk vatan olunca işin içinde..
Tebrik ederim saygılarımla.
Bir tutam hayat
20-45 yaş arası tüm erkekler cephelerde.
Gençler, yaşlı erkekler ve kadınlara kalmış vatanın savunması.
Hoş,
bizim millet,
anasından asker doğar zaten.
Güzel yorumunuza teşekkür ediyorum.
Kıymeti hocam
Yazınızı okuyunca o yıllarda insanlarımızın ne zorluklar çektiği çok daha iyi anlaşılıyor. Rus gemilerinin Karadeniz bölgesindeki köylerimizi top ateşine tutarken yöre insanımızın kendi ülkesinin diğer bölgeleriyle tek ulaşım bağının sadece deniz yoluyla olmasını ve başka doğru düzgün ulaşım şartlarının olmamasını üzüntüyle okudum. Tam şu istemezük diyen kesimler görsünler, işte yolların köprülerin tünellerin yeri geldiğinde ne kadar önemli ve gerekli olduğunu diye içimden geçirirken ilerleyen satırlarda sizinde bu konuya dönük sözleriniz biraz olsun içime su serpti.
Her zaman olduğu gibi keyifle okunan bir yazı olmuş. Normalinde savaşla ilgili yazıları pek okumam ama sizin kaleminizden olunca başka bir çekiciliği oluyor yazının, kaleminize sağlık
Güne gelen yazınızı ve emeğinizi kutlarım değerli dostum.
Saygı sevgilerimle
Bir tutam hayat
Hikayeye konu olan Trabzon'un eski ismi Pulathane, yenisi ise Akçaabat ilçesinin hemen doğusunda, Söğütlü deresi diye bir akar su vardır.
Yörenin en uzun ve en debili deresidir.
Ne zaman yoğun bir yağış olsa, öfkeyle kabarır, yatağından taşar, etrafını sele boğar.
Tam denize birleştiği bölgenin yanı başında, 1990 sel felaketinden önce, kara yollarının 105 bakış şefliği bulunurdu. O selde tarumar oldu, başka bölgeye nakledildi.
Ana yolun hemen bitişiğinde kocaman bir hangarı vardı ve yola bakan duvarında büyük harflerle şu cümle yazardı.
''Gidemediğin yer, senin değildir. Halil Rifat Paşa.''
Ne zaman il merkezine yolum düşse, hem giderken, hem dönerken bu yazıyı okurdum ilgi ile.
2.Abdülhamit'in önemli sadrazamlarından biriydi. Belki de en uzun yol inşaatını o yaptırmıştır Anadolu'da o devirlerde.
Güzel söz, anlamlı söz.
Keşke, Karadeniz bölgesinin zor coğrafik şartlarını da yenebilseydi ve buralara da yollar inşa ettirebilseydi.
O kadar insan ölüp gitmezdi belki yollarda.
Doğa önemli. Bu vatanın evladı olan herkes, şüphesiz karşıdır doğa katliamına.
Ancak, bir de hayatın gerçekleri var.
ben, Karadenizliyim.
Yeşile, doğaya aşık insanım.
Usun yıllar doğup büyüdüğüm topraklardan uzaklarda yaşamak zorunda kaldım.
Bu nedenledir ki, çokça seyehatlarım olmuştur memleketime o zahmetli yolları arşınlayarak.
Yolun yapılışına ne çok sevinmiştim.
Avrupa'yı, Orta Asya'ya bağlayan bir ulaşım şeridi oldu o yol şimdi.
Yerleşim yerleri gelişti, turizm önemli bir atak yaptı.
Bu yol yapılmadan önce, kim geliyordu Karadeniz yaylalarına? Uzungöl'e kimin yolu düşüyordu?
Ekonomi canlandı, insanımızın cebi para gördü.
Akçaabat Köftesi bile bu sayede ünlendi.
Lafı uzattık yine.
Yöre tarihine büyük ilgim var.
Ancak, kaynaklar çok kısıtlı.
Becerebildiğimizce bir şeyler toparlıyor, gerçek olayları ufak tefek kurgularla zenginleştiriyor, hikayeye dönüştürme çabası içinde oluyoruz.
Bir bukle memlekete faydamız oluyor ise, ne mutlu bizlere.
Sizlere de, değerli kalem dostlarıma, canı gönülden teşekkür ediyorum.
Bıkmadan okuduğunuz için.
Trabzon ilimizin dünden bugüne geliş ve yaşayış serüveni sıcak ve sahici bir üslupla anlatılmış. Hikâyenin sonuna doğru deniz mayınlarının toplanması konusunda Temel Dede'nin bir büyük olarak halkı harekete geçirici sözleri yazının başlığının neden "En yaşlımızın bile, bu vatan için yapabileceği bir şeyler vardır" şeklinde olduğunun cevabını teşkil ediyor. Karadeniz insanının yaşadığı zorluklar, vatan ve millet sevgisi, fedakârlığı, büyüklerine olan saygısı; içten, doğal ve samimi ifadelerle betimlenerek anlatılmaya çalışılmış. Yazarını yürekten kutluyorum. Mürekkebine ve ışığına sağlık diyorum. Selam ve saygıyla.
Mesut Özünlü tarafından 3/12/2015 10:00:34 AM zamanında düzenlenmiştir.
Mesut Özünlü tarafından 3/12/2015 10:03:08 AM zamanında düzenlenmiştir.
Bir tutam hayat
Epeyce bir araştırma yapmak zorunda kaldık aslında bu hikayeyi kaleme almak için.
Konu hakkındaki kaynaklar çok kıt maalesef.
Nedense yakın tarihimize çok önem vermemiş insanımız, az buçuk dilden dile aktarmışlarsa da, oturup kaleme almak kimsenin akına gelmemiş.(Bir kaç değerli insan hariç.)
Bu güzel yorumunuz,
inanın tüm yorgunluğumuzu alıp götürdü.
Çok teşekkür ediyorum.
Sağ olun.
Nasıl güzel bir tattı böyle...Bizimkilerin anlattığı hikayelerle birleşince inanılmaz lezzet aldım.Rus harbinde ailemin büyükleri Araklı'dan Samsun'a zorunlu göç yaşamıştır.Savaş bitince bir kısmı geri dönmüş bir kısmı Samsun'a yerleşir.Bir an kendimi Yakup Kadri'nin ya da Reşat Nuri'nin kitalarını okuyorum hissi uyandırdı ben de.Yazılarınızı ilk defa okumanın mahcubiyeti de var inanın.Çok güzeldi.Çoktan haketmiş efendim günün yazısı olmayı.Kutladım sizi ...saygılar...
Semiray Emre tarafından 3/12/2015 2:40:27 PM zamanında düzenlenmiştir.
Bir tutam hayat
Gerçekten yazma şevki aşılıyor güzel cümleleriniz insana.
Aslında, 17 Kasım 1914 tarihinde, Trabzon'un Pulathane kasabasında başlayıp, 18 Mart 1915 Çanakkale'de biten bir hikaye olacak bu ama,
Edebiyat Defteri'nin değerli kalemlerinin tavsiyeleri doğrultusunda,
muhacirlik konusunu da içine katarak, bir romana dönüştürebilir miyiz diye bir düşünceye de kapılmadık değiliz hani bu günlerde.
Aslında, çok cesaretli değiliz bu konuda. Zira, muhacirlik anıları çok canlı olarak bizim nesle aktarılmadı maalesef.
yazılı kaynaklar da çok kıt.
Bakalım zaman ne gösterecek.
Tekrar teşekkür ediyorum ziyaretiniz için efendim.
ah şu devam edecek olmasa diyorum ama her geçen gün dahada güzelleşiyor güne düşmeyi hakeden bir güzellikti,,,kutluyorum saygılarımla
Bir tutam hayat
Valla beni dolduruşa getiriyorsun sen.
Senin yüzünden, olmadık yerde kesilmesin, çocukluğumuzdaki radyo arkası yarınları misali kısacık olmasın diye uzatıp duruyorum her bölüm yazıyı,
sonra da semtimize uğramıyor insanlar.
Hepsi senin gibi okumayı sevmiyorlar ki.
Neyse...
Ben yine de bölümleri uzunca tutmaya, hikayeyi bir an önce bitirmeye çalışıyorum.
Sonuçta Çanakkale ile ilgili bir hikaye bu.
18 Mart tarihinde, olayın yüzüncü yıldönümünde bitsin istiyorum.
Ve,
senin gibi kalem dostlarım olduğu için gerçekten çok seviniyorum.
Sizlerle bir şeyleri paylaşmak mutluluk verici.
İyi ki varsınız komutanım.
İyi ki bu güzel sayfada önemli bir renk oldunuz.
Çok sağ olun.
Bir tutam hayat
bu güzel yorumunuza, yüreklendiren cümlelerinize gönülden teşekkür ediyorum.
Kendi penceremizden olaya baktığımızda,
bu yazma işlerinin hiç de göründüğü gibi kolay olmadığı far ediyoruz aslında.
İyi bir edebiyat bilgisi, gözlem yeteneği, kuvvetli hayal gücü gerekiyor.
Ve,
bol bol da boş zaman tabi ki.
Ha! Bir de sizi destekleyecek, yüreklendirecek, köstek olmayacak yakınlarınız.
Ne zaman artık çalışma odası olarak kullanmaya başladığım balkondaki küçük masaya kendimi atsam,
eşim de kahvesini alıyor, karşıma kuruluyor, muhabbete başlıyor.
Gel de yaz yazabilirsen şimdi aklındakileri.
Bilemiyorum, belki de haklıdır o da kendi açısından.
Öyle ya, yıllardır uzak yaşamaktaydı eşlinden. Şimdi buldu karşısında, zamanın keyfini sürme çabasında o da.
Neyse.
Sözü uzatmayalım, kafasını ağrıtmayalım dostların, kendi meselelerimizle konuyu dağıtmayalım.
Başından, uzundan, kenarından, kıyısından tırtıklayarak, az buçuk hikaye yazma gayretlerindeyiz ama,
romana gelince olayın rengi değişiyor.
Epeyce bir fırın ekmek yememiz gerekiyor bence o olaya soyunabilmek için.
Haddimizi, hududumuzu bilmekte fayda var diye düşünüyorum.
Yine de,
bir kalem ustasından bu tür bir övgü almak gerçekten çok güzeldi.
Her şey için, bu sayfaya sıraladığımız uzun, yalan yanlış cümleleri bıkıp usanmadan okuduğunuzdan, hep daha güzele yönelmemiz için asla esirgemediğiniz desteğinizden dolayı teşekkür ediyorum. Çok sağ olun.
Kemnur
Merhaba konuşan kalem.
Yine tadına doyulmayan bir sohbet gibi bir paylaşımdi bu güzel hikaye
Sizdeki sabra hayran olmamak elde değil
Mesela ben ulaşacağım menzile bir an önce varmak, konunun özü neyse yazmak gibi bir aceleciliğe sahibim.
Kelime dağarcığım sizin kadar zengin Olmasada iyi sayılır ama ah bu aceleciliğim engel oluyor kalemime.
Vatan sevgisinin yaşlısı genci, çocuğu diye bir sınırlamasının kıstası yoktur bu asıl mıllette tecrübeye sabittir bu özelliğimiz.
Kadını erkeği cocuğu yaşlısı her an canını vermeye hAzırdir bu konuda
Yeterki bir önder bulsun inandiği benimsediği.
Ha bu bir eksiklik mi derseniz evet eksiklik derim
Harika bir roman okudum yine kaleminizden hoşça kalın saygılar
Minos tarafından 3/11/2015 6:35:45 PM zamanında düzenlenmiştir.
Bir tutam hayat
Asla uzun uzadıya konuşmayı sevmezler.
Kısa ve öz cümlelerle konuşur, anlatmak istediğini en kısa yoldan aktarır karşısına.
Biraz paldır küldür, biraz kaba sabadır ama, sözün doğrusunu, doğru bildiğini söyler hep.
Sözü dolandırmaz, evirip çevirmez, süsleyip püslemez.
Biz de, onlarla aynı yaradılıştayız.
Az ve öz konuşur, uzun cümleler kurmayı beceremeyiz.
Ancak,
iş yazıya döküldü mü, gönlümüzden sökülüp gelen cümlelerin finaline ulaşmak, nokta koyacak bir müsait köşe bulmak gerçekten zor oluyor.
Anlatmak istediğimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi tarif etmekte hep kısıtlı kalıyor kelimeler.
Bir adım, bir adım daha derken, alıp başını gidiyor cümleler, buna bağlı olarak da hikayeler.
Farkındayız,
hikaye formatının biraz dışına taşıyor, roman esintisine dönüştürüyoruz olayı ama,
bu kısıtlı edebiyat bilgimiz ile,
öyle boyumuzu aşacak büyük işlere kalkışma gibi bir saygısızlığımız da olamaz edebiyat dünyasına.
Vatana hizmet konusunda,
bu topraklar üzerinde doğup yaşayan hiç bir insan,
gerektiğinde canını verme fedakarlığından dahi kaçınmaz düşüncesindeyim.
Kaleme aldığımız bu hikaye, gerçek bir olaydan yola çıkılarak kurgulanmıştır.
Onların aziz hatıralarını, bu küçük hikaye vesilesi ile de olsa,
tekrar yad etme imkanı bulabilmiş isek, ne mutlu biz diyorum.
Burada, bu vatan için canlarını veren tüm şehitlerimizi tekrar hürmetle anıyorum.
Sizlere de bir kez daha gönülden teşekkür ediyorum.
Hiç esirgemediğiniz destekleriniz, yüreklendirmeleriniz için.
Mükemmel bir tarihi roman okuyorum şu anda
Betimlemeler, tarihin kronolojik devamı, kişi tahlilleri, çevre tasvirleri ve yöreye ait lehçenin kullanımı da mükemmel. Gönülden tebrik ediyorum sizi değerli yazarım. Saygıyla.(Vatanımın insanı böyle, hep de öyle olacaktır Allahın iznityle.)
Bir tutam hayat
Zamanın bir yerinde,
eli kalem tutan, yüreği sevilesi bir memleket evladı çıkıp,
yaşadığı şehrin tarihini kaleme almasa idi,
bu hikayemize temel teşkil eden olayların hiçbirini belki de öğrenmeyecektik.
Zira,
büyüklerimiz bu tarih konusunda gerçekten çok bilgisiz ve ilgisiz.
Ataerkil aile düzeni, öyle sıkı bir disiplin üzerine inşa edilmiş ki, be kız, ne de erkek çocuklar, soru sormayı, sohbet etmeyi bırakın, nerede ise babaları ile aynı ortamda oturamamışlar bile.
Babam 1927 doğumlu.
Şapka devrimi nedeni ile 1925 yılında, komşu ilimiz olan Rize'de bazı olaylar gelişiyor. Şehri Hamidiye savaş gemisi bombalıyor, sekiz kişi şehir meydanında asılıyor.
Soruyorum babama, inanın olaydan haberi yok.
1916-1918 yılları arasında bir muhacirlik felaketi var.
Ciltlerce kitap kaleme alınabilecek bir konu.
Bölük pörçük hikayelerden başka bir bildikleri yok.
Oysa, ahalinin dörtte üçü ölüp gitmiş o felaket sonucu.
Şükür ki, biri çıkmış, az buçuk da bir şeyler yazmış o günlerde.
Bu sayede tarihimizi öğrenmiş, yaşanan bu elim olaylar hakkında bilgi sahibi olmuş olduk.
Gerçek bir olaydan yola çıkılarak, kısmen kurgulanmış bir hikaye bu kaleme aldığımız.
İlginizi çektiğine sevindik.
Çok teşekkür ediyoruz tekrar. Noktalama işaretleri konusundaki hatalarımızdan dolayı da özür diliyoruz.