ÂMÂHAYAL
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Kadına yaklaştı, ürkekti ve ürkekliği ölgün bakışlarının altında ürkütücü bir görünüme kavuşuyordu, fısıldadı, bir sırrı ifşa edecek fısıltılar gibi kaygılıydı bu: “seni görebiliyorum.”
Işığa düşen gölgeler vardı ve hepsi bu kadardı.
Ertruğrul annesini parmak uçlarıyla tanıdıktan sonra dünya onun için parmak uçlarında var ve yok olacak kadar basitti. Öyle diyordu parmak uçlarında annesi, “dokunmak oğlum, yaratmaktır.” Annesinin sesini ne zaman duysa, boşluğu döven ellerinin arasında onu arıyordu. Annesinin kimyasal bir değişime uğradığı toprağın altında, bir anne olmaktan başka şeylere dönüşeli on yedi yıl olmuştu, on üç yaşındaydı, ışık vardı ve ötesinde biriken sesler ve kokular çirkindi. Hiçbir şeye dokunmamıştı, böylece kendini tüm bu çirkinliğin bir yanılsama olduğuna inandırmıştı. Öyle demişti annesi, parmak uçlarında duruyordu, saçları kıvrımlı ve yumuşaktı, “ Dokun. Dokunarak var et.”
Ertuğrul sadece ışığın ve gölgelerin belirsiz ve kaypak gerçekliğine alışmıştı. Gözleri görüntüleri oluşturamıyordu. Hayatı herhangi bir görme engelliden daha trajik değildi. Alışıyordu, insan her şeye alışıyordu, alışmak, diyordu üniversitedeki hocası, insan alışan bir hayvandır.
Sıradan bir Eylül ayının sıradan bir sabahında, herhangi bir sokaktaydı, her şey kadar sıradandı ve sıradanlığı herhangi bir şey gibi seviyordu.
Işığa düşen gölgeler vardı ve gök ıslanan avuçlarında birikiyordu.
Bu bir zeminsizlik hissiydi. Bildiği bir gerçekliğin parçalanmasıydı, ayaklarının altında hissettiği somutluk, onun yaşamıdan daha somut bir gerçekliğin baskısıyla yıkılıyordu. Gölgeler vardı ve rüzgar saçlarının arasında gerçekti, oysa ötede bir gölgelenmenin, o bir kadın olmalıydı, büsbütün renkli ve belirgin varlığı, Ertuğrul’un alıştığı görüntüselliği yabancı ve tehditkar bir kaosa çeviriyordu.
Yaklaştı. Yürürken adımlarında sıçrayan damlalarda kırılan ışığı göremedi. Oysa kadının saçlarında yansıyan ışığın gerçekliği çıplaktı. Dokunmayı çok iyi bilen parmakları önce saçları arasında dolaştı. Sonra gözler, burun, dudaklar, yanaklar… Gökkuşağı bir kadının yüzündeymiş demek, kendi kendine ama yüksek sesle konuştu. Görüntüler dünyasına aşina olmayan bir adamdı Ertuğrul, kadının çatılan kaşlarının ve dudaklarındaki gerginliğin anlamını bilmiyordu. Kadının bedenine, ilk kez görmenin coşkusuyla bakmayı sürdürdü.
Gerçeklik bir gölgeydi. Çarpık ve kaypaktı. Oysa bu belirsiz görüntüselliğin içinde bir kadın bedeni, rengarenk ve canlıydı, uzaklaşıyordu. Ertuğrul dünyasına düşüveren tek görüntünün peşisıra yürümeye devam etti. Bu mistik halin kendisinde yarattığı kafa karışıklığını ertelemek zor olmadı, oysa bedeni tüm canlılığı ile deviniyordu, kalp atışları içinde patlayan kovanlar gibiydi, damarlarında çağlayan kan vücuduna aşina olmadığı bir dirilik ve heyecan getiriyordu. Adımları sıklaşıyor, yürüyüşü kör bir adamın teyakkuzdaki halinden arınıp arzu ve coşkunluk gösteren bir ritme kavuşuyordu. Gölgeler dünyasının tek gerçeğinin peşisıra mesafeyi kapattı ve dokundu.
Ertuğrul’un dokunuşunda ürkeklik ve merak vardı. Bu teması hisseden herhangi birinin hissedebileceği gibi anlık ve belli belirsiz bir güvenle ardına dönen kadın Ertuğrul’un ölgün gözlerine bakmayı umdu. Bu gözlerde çırpınan bir yaşama arzusunun varlığını görmek için gören gözlerin olması yeterliydi. İşte bu karşılaşma hali, tanrının anlaşılması güç şakalarından biri olmalıydı. Üstelik Ertuğrul, inanmak için sebebi olmamış insanlar gibi, kendine yarattığı gerçeklik içinde, tanrıya ve kadere ihtiyaç duymuyordu. Öyle ki, içinde bulunduğu o anın dramatik kavrayışını açıklamakta zorlanacak olmasına rağmen, belki ömrünün son nefesinden hemen önce içten bir korkuyla tanrıyı hissedecekti ama öncesinde değil. Buna rağmen, az önce ışığın saçlarında kırıldığını gördüğü kadın, ömrünün geri kalanı boyunca ona aynı şeyi tekrarlayacaktı: “İnanmak için daha neye ihtiyacın var? Bu kader.”
Ertuğrul kendine dönen gözlerde, bir an, ufacık geçici bir hevesle, kendini göreceğini sandı. Oysa kadının bakışları ona değmiyordu. Bu temassızlık Ertuğrul’da yeni kafa karışıklıklarını harekete geçirirken, coşkusu dinmiyor, aksine, hayatının sıradanlığını bozan karmaşası arttıkça, coşkusunun da pekiştiğini hissediyordu.
“Seni görüyorum. Gerçekten. Seni bir gök kuşağının hakikatinde görüyorum. Gök kuşağını biliyorum, anlatırdı annem, ışığın kırılmalarını ve renklerin çeşitliliğini, saçlarında kırılan ışığı görüyorum. Beni dinlemelisin, bunun nasıl olduğunu bilmiyorum, sen benim dünyama düşen tek görüntüsün, ben körüm, doğduğumdan beri öyleyim, sadece zayıf bir ışık ve gölgeler ve hala öyleyim ama seni görüyorum, bir tek seni. Ve ah… sen çok güzelsin. Yani bilmiyorum, güzel ya da çirkin nedir, ama tanrım… sen çok güzelsin. Hem tanrıya da inanmıyorum aslında. Ama sanırım sana inanabilirim.”
Kadın, Ertuğrul’un çocuksu bir neşe ve coşkunlukla sürdürdüğü tiradı anlayışlı bir sessizlikle dinledi. Ertuğrul’un bu halinde garipsenecek bir yan yoktu. Mistik olduğunu hissettiği bir deneyimin içinde kaybolmuş ve renklerin peşisıra gidiyordu. Böyle bir adamın biraz çocuklaşması, daha önce hissedemediği bir coşkunlukla hareket etmesi gerçekten de anlayış gösterilebilecek bir haldi. Oysa kadının duruşunda belirgin bir kırılganlık da vardı. Bu kırılganlık, onun karanlığa gömülmüş gözlerinde ve ona yol göstermesi için sol elinde taşıdığı bastonun cilalı yüzeyinde şekilleniyordu.
Ömürlük bir aşkı duyumsamak, yağmurlu bir Eylül sabahında, dökülen yaprakları görmeden ama bilerek, çok fazla şeyi bilerek karşılaşan bu iki insan için zor olmamıştı. Oysa duyumsanması kolay bu duygu, hem herkes için ne kolaydı, herkes için ne kadar kolay olduğunu hissederek yaşamışlardı, Ertuğrul’un yaşadığı bu mistik sürecin kendisinde yarattığı kafa karışıklıklarını çözümlemeye yetmiyordu. Görmek, onu değersizleştirdiği yıllar boyu dokunarak var ettiği bir dünyada, bir kadının, hem de çok güzel bir kadının görüntüsüyle sarsılmak, hem de ömürlük bir sarsıntı içinde kalacağını bilmek, merak etmek… Öyleydi çünkü, dokunmak ve görmek ve koklamak ve tat almak… Çünkü merak, Ertuğrul’un, belki tüm bir insanlığın, harekete geçmesindeki temel motivasyon olmuştu. Ertuğrul’a öyle geliyordu ki, bu tutkuyla bağlandığı aşk dahi, görebildiği tek nesneye yönelik çocukça ve muzur bir meraktan kaynaklanıyordu. Kadının sessiz ve kör bakışlarında, Ertuğrul’un bu sıradışı görmek haline yönelik bir merakın olduğunu hissediyor, bu hissedişin soyut ve zeminsiz doğasında yitip gitmekten korkuyordu.
Görmek merakı, Ertuğrul’un kalan ömründe umutsuz bir tutku haline dönüşmüştü. Bu gizli kalması gereken bir tutkuydu. Bir kadının yüzüne düşen renklerden fazlasını görebilme istemi, ufuk çizgisinde bir çocuğun ötesine duyduğu meraktan farklı değildi. Ne var ki, kadına göre kader, Ertuğrul’a göre açıklanması güç bir tesadüf olan bu mistik aşk, onu yaşayan kişilerin istemlerinden başka bir akışın içindeydi.
Yirmi yılı aşkın bir birlikteliği dolduran çokça tutku ve merak vardı. Nihayet bir gün, Ertuğrul’un baş ağrıları başladı. Ertuğrul bugünün geleceğini biliyormuş gibi, önceleri önemsiz görünen bu baş ağrılarının vahim bir neticeye ulaşmak üzere olduğunu söyleyip duruyordu. Ertuğrul’un beyninde peydahlanan tümör, onun bu vahim senaryo hakkında haklı olduğunu mu gösteriyordu, yoksa Ertuğrul kendi kendini yok eden bir umutsuzluk hastalığının pençesinde mi kıvranmıştı? Bunu bilmek mümkün değildi. Ne var ki, Ertuğrul’un doğumundan beri umutsuzca hasta olduğunu kavramak mümkündü. Parmak uçlarında yarattığı bir dünyada yaşamıştı, görmek, gerçek dışı ve sakıncalı bir meraktı.
Demek ki insanlar ölecekleri anı anlıyorlar, diye söylendi yirmi yedi Şubat günü. Böyle söylemesinde bir gerçeklik vardı, çünkü o gün öleceğini bilmişti. Ölümün basitliğine ilişkin bir kavrayışın içindeydi, bu kavrayışı kazanmasında uzun zamandır buna hazırlanmasının payı vardı şüphesiz. Kadından başka hiçbir şeyi görmemişti. Ve böyle söylüyordu sevgilisine, ömrümce gördüğüm tek kadınsın, kendi evlerindeydiler, kadın onun parmak uçlarında şarkı söylüyordu, ne var ki görünümünde açıklanması zor bir tuhaflık sezinlemeye başlamıştı, ölümün kendisi değil ama gerçekliğinin ölümlülüğü midesine oturan sancılara dönüşüyordu.
Ertuğrul’un yaşamına trajik bir yön katan tümörün yaklaşık otuz yıl önce oluştuğunu keşfetmek doktorlar için zor olmamıştı. Bazen olabiliyordu. Bazen insanlar içlerinde kendi ölümleriyle yaşayabiliyorlardı. Doktorun karşısındaydı Ertuğrul, ölümlülüğünü öğrenirken, ve sağ elinde tutuyordu kadını, sanki bir anda onun da yok olmasından korkarmış gibi tutuyordu onu, Ertuğrul onu hep öyle tutuyordu. Öleceksiniz, diyordu doktor. Ertuğrul konuşmuyordu. Kadın ardı arkası kesilmeyen sorularıyla besliyordu sahnenin dramını. Doktorun duymazdan geldiği bir dramdı bu. Ölümü kanıksamış bir soğukkanlılık biçimleniyordu yüzünde. Belki buna gerek yoktu. Onu kimse görmüyordu.
Doktorun odasında ilan edilen ölümlülük haberinin üzerine iki aydan biraz daha fazla yaşadı Ertuğrul. Önceleri pek önemsemediği tuhaf bir sezgi, onu tümöründen daha fazla tedirgin ediyordu. Oysa onun zihninde demir atan bir fikir, bastırıldığı karanlıklarda dahi biçimlenmeye devam ediyordu. Doktorun vermediği cevaplar, geceleri zihninde dönüp duruyordu. Sağ elinde tutuyordu kadını, sorduğu sorular keskin ve sertti. Doktor… sanki onu duymuyor gibiydi. Hatta görmüyordu. Uykusunda onu devamlı bir devinimle huzursuz eden bu düşüncelerin ardında doktorun sesi yankılanıyordu. “Geçmişinizde sanrılara sebep olmuş olabilir.”
“Gerçek nedir?” diye sordu Ertuğrul, az sonra öleceğini biliyordu, parmak uçlarında bir dünya yaratmıştı ve yaşamının kıyısında yıkılışını izliyordu.
“Dokunarak var et.” Şimdi annesinin sesi duyuluyordu. Dokunarak inan.
Ertuğrul’un elleri boşluğu döverken, kadının saçlarında bir gökkuşağı uzanıyordu.
Sana inanmışt… Gerçeklik, Ertuğrul’un nefesinin yetmediği bir cümlede yitirildi. Bedeni, tek başına kaldığı bir dairede soğumaya başlarken bile, parmak uçları dünyaya ve her şeye dokunuyordu.
ogen-gnşk
YORUMLAR
Hayatlarındaki boşluğu kitaplarla doldurmuş olan Louis Braille için tüm görme özürlü insanlar; sıra sıra, beyaz noktalı değneklerini tıkırdatmaktalar ya korkmadan, ayakta dimdik durarak...
Peki biz, özürsüz insanlar için O güçlü duyguyu verebilecek biri yok mudur acaba diye hep düşünürüm; hayal edebilmeye kavuşup gerçekleştirmek adına; sanırım çok azımız bahsettiğiniz o duygulara,gönül gözüne kavuşarak ölüyoruz.
İki yüreğe de tebrikler,
keyifli idi okumak.
Saygılarımla
İpekyildiz tarafından 3/12/2015 8:32:48 PM zamanında düzenlenmiştir.
Benimkisi sadece yanında durmakti öykünün. Senin yanımda durdugun gibi. Klavyenin karşısına geçiyorsun ve dil kendi nesnesinin felsefi, edebi, kurgusal titiyatrosalligina kapılıyor. Akıl ve hayal gücü soyleyisin duruluğu yanında cazibeyle işlenen bir suç halini alıyor.
Görmeyenin hayalleri.. Yazı enerjisini en güzel hayalden alıyor; aşk.. Ve hepimizin gözleri değil gönlü görüyor öyküyü.
ogen
İşin aslı, sadece yanımda durmak değil yaptığın, var etmek beni. Böyle olunca, sen olmadan olmuyor hikayeler ya da gerçek yaşantılar. Hoş, gerçek olanla olmayan da belirsizleşiyor burada.